Oysa David Bohm tarafından ortaya konan ve “Kuantum
Fiziğinin” sonuçlarıyla da uyum gösteren, yanı sıra çok
sayıdaki bir takım deneylerle de desteklenen “Kuantum
Yorumuna” göreyse, bilinenlerden tamamen farklı bir
işlev sergileyen bu “Temel Enerji Alanının” ne
şekilde var olduğu, nasıl bir davranış sergilediği
detaylarıyla açıklanmış, ünlü beyin bilimci Karl
Pribramla birlikte olayın içine Beynin yapısı ve çalışma
sistemi de konarak “Holografik Evren Anlayışı” adı
altında her şeyin temelindeki sistem belirlenmiştir.
Böylece D. Bohm keşfettiği yaklaşımla, daha işin
başında, parçacıklar arasında bağ kuran Bilginin,
mekanın her bir noktasında var olmasının ötesinde,
parçacıkların kendilerinin de bir “Bilgi Yapısı” olarak,
“Holografik Özellikli” o “Alanda” birbirinden ayrılmaz
bir “Bütünlük” içinde mevcut olduğunu göstermiştir
(ilgili yazılarımızda bunları detaylarıyla açıklamıştık).
Bu parçacıklar, bu “Temel Enerji Alandaki” “Bilginin”
suretli olarak açığa çıkmasından, ayrı bir deyişle
ilgili bilginin projeksiyonundan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla asıl olan “Bilgidir”. Parçacıklar
mekansal olarak hareket etmiş, uzun zaman
süreçlerinde çok büyük mesafeler almış olsalar da,
gerçekte mekansızlık (haliyle zamansızlık) özelliği
dolayısıyla, o “Temel Enerji Alanına” göre hareket
etmezler edemezler. O “Alanda”, sadece “Bilginin”
dönüşümü yani, yeni yeni “Bilgilerin” açığa çıkışı
vardır.
Ayrıca tüm bunları göz önüne aldığımızda bu parçacıklar,
bu “Temel Bilgisel Alanına” parçacık olarak
girmelerinden de bahsedilemez, ancak parçacıklar
boyutundan bakacak olursak “Bilgi” olarak yada
“Bilgiye” dönüşmek suretiyle o “Temel Enerji Alanında”
yer alabilirler (yine parçacıklar açısından bakarsak,
bu esnada parçacıklar yok olarak Bütünde mevcut
olurlar). Temel Boyutta “Bilgiden” başka bir şeyin
olmaması durumu, parçacıklar arasındaki ayrımı da
ortadan kaldırmaktadır. Böylece parçacıklar (dolayısıyla
bunlardan meydana gelen evrenimiz) “Bölünmez Bilgisel
Bütünün” çeşitli yönlerinin açığa çıkışından başka bir
şey değildir. Bu sebeple var olan, parçacıklardan
oluşmuş Bütün değil, Bütünün parçacıklar olarak
görünümüdür. Varlığın var oluşu ve hareketinin
kaynağı “O Temel Bilgisel Bütünlüktür”
Mekanın olmadığı yerde zamanında olmaması sebebiyle var
olan “an’lık bağlantılar”, yapılan bir çok değişik
deneylerle gösterilmiştir. Böylece Kuantum Fiziğine
göre, parçacıkların her biri genel anlamda “Bütünle”
bağlantılı olarak (Bütün üzerinden) birbirleriyle ilişki
halinde oldukları gibi (bir parçacığın hareketi, bu
“Temel Bilgisel Alan” bağlantılı olarak diğer tüm
parçacıkların Bilgisi tarafından yönlendirilir), özel
anlamda da parçacıklar birbirleriyle bir defalık bir
etkileşmeye girdiklerinde, o parçacıklar var oldukları
müddetçe aralarındaki iletişim her zaman mevcut
olmaktadır.
Şimdi de, anlattığım temel bilgiler ışığında şu ana
kadar hiç bahsetmediğim bu konuyla ilgili deneylerden
birkaçına değinip sonuçları üzerinde irdelemeler yapmaya
çalışalım. Deneyler ise kısaca şöyledir.
Birer “Kuantum Biyoloğu” olan Vilademir Poponin ve Peter
Gariev, fotonlarla, D.N.A lar arasındaki ilişkiyi
hazırladıkları özel bir deneyle göstermişlerdir. Bu
deneyde öncelikle bir tüp “Boşluk (Vakum)” elde
edilinceye kadar havası tamamen boşaltılır. Ancak
Kuantum Fiziğinin “Belirsizlik İlkesine” göre boşluk,
her an var olup yok olan foton çiftleriyle doluydu
(elbette diğer parçacık çiftleri de mevcuttur). Bu
fotonların tüpün içinde yerleri özel dedektörlerce
tespit edilebilmektedir. Bu tespitlere göre de, fotonlar
tüpün her yerinde, ancak düzensiz olarak mevcut
oldukları görülmüştür.
Daha sonra foton parçacıklarının bulunduğu bu “Vakum”
ortamına D.N.A molekülleri koyarlar. Sonuç oldukça
ilginçtir. Çünkü düzensiz halde bulunan (davranan)
fotonların, D.N.A. molekülleri çevresinde belli bir
düzen halinde şekillendikleri görülmüştür. Yani,
D.N.A. larla, fotonlar arasında görülmeyen ve
bilinenlere hiç benzemeyen bir etkileşme bulunmaktadır.
Bir sonraki aşama daha da ilginçti. Çünkü D.N.A.
molekülleri tüpten çıkarılmış olsa dahi, fotonlardaki
düzenli şekillenme, varlığını devam ettirmekteydi ki,
araştırmacılar buna “D.N.A. Fantom Etkisi” adını
verdiler.
Başta Dr. Steve Backster olmak üzere bir takım bilim
adamları da 1990’lı yılların başında Amerikan Ordusu
adına yaptıkları deneylerle “D.N.A” ların bedenimizde
olmadıkları zaman da, daha açık bir ifadeyle,
vücudumuzdan parçalar (yani, doku, kan, deri, organ,
…vs) alındıktan sonra da bunların düşüncelerimiz ve
duygularımız tarafından etkilenmesi devam etmekte
miydi?” sorusuna cevap aradılar. Bunun için de
öncelikle deneklerin ağızlarından doku ve D.N.A
örnekleri alarak bunları laboratuardan tamamen izole
edilmiş binanın diğer bir odasına, denekleri ise bu
odanın 100 metre ötesindeki ayrı bir odaya götürdüler.
Daha sonra da odadaki bu deneklere bir dizi video
görüntüleri izleterek kendilerine ait olan
D.N.A’larındaki elektriksel tepkileri belirlemeye
çalıştılar.
Bilim adamları deneklere, savaşta parçalanmış
cesetlerden tutunda güzel, hoş manzaralara, erotik
görüntülere kadar birkaç saniyelik bir dizi filmler
seyrettirilince, deneklerde oluşan duygusal
hareketlilik, aynı anda D.N.A.larında güçlü elektriksel
sinyaller şeklinde açığa çıktığını tespit ederler. Hatta
bu durum, aralarındaki mesafeler yüzlerce kilometreye
çıkartıldığında bile devam etmekteydi. Bu iletişimin,
ışık hızına göre aralarındaki mesafenin çok kısa olması
dolayısıyla, bizlerce algılanamayan belli bir zaman
aralığındaki bir süreçte mi, yoksa mesafeye bağlı
kalmaksızın aynı anda mı gerçekleşmekte olduğunu
öğrenmek için de, bu deneyler de atom saatleri bile
kullanılır. Bunun sonucuna göreyse, tıpkı Kuantum
Parçacıklarında olduğu gibi “Etileşme”, zaman ve mekana
bağlı olmaksızın aynı “an’da” gerçekleştiği görülmüştür.
Bunun anlamı aralarındaki mesafe eğer yüz milyonlarca
ışık yılına çıkartılmış olsa bile aralarındaki
etkileşimin yine aynı “an’da” gerçekleşmiş olacağıdır.
Yine ayrı araştırmacıların yaptığı bir başka deneyde de,
labaratuarda hücreleri bulunan bir insanın, ölümü ile
hücrelerinin de hemen öldüğü görülmüştür. Dr. Jeffery
Thompson ise tüm bunları, “insan bedeninin nerede
başlayıp nerede bittiğine dair hiç bir sınır yoktur”
şeklinde çok net olarak özetlemiştir.
Bu deneylerden bazı sonuçlar çıkmaktadır. Mesela bir
kişi düşünce ve duygularıyla kendi genetiğini
değiştirebilir. Dolayısıyla birçok kalıtsal hastalıkları
bile D.N.A.’larından yok edebilir (çok güçlü bir beyin
bir başka kişi üzerinde de bunları yapabilir). Zaten en
azıyla, insan moralinin başta bağışıklık sistemi olmak
üzere içinde ölümcül hastalıklar da dahil çeşitli
hastalıklara sebep olduğu veya ölümcül hastalıklardan
bile kurtulmayı sağladığı bugün tıbben de onaylanmış
durumdadır.
Ortaya çıkan bir diğer gerçek de, bizlerin her gün
tokalaşmakla, dokunmakla da üstümüze yapışan dokulardaki
D.N.A.’lar (ki bunlar üzerimizde canlı kaldıkları
müddetçe) vasıtasıyla farkında olmaksızın duygusal
olarak iletişim halinde olduğumuzdur. Böylece beynimiz
bu durumdan da olumlu veya olumsuz olarak
etkilenmektedir. Açığa çıkan bu gerçekler içinde, organ
naklinde, organı veren ile organı alan insanlar
(taşıyıcılar) arasındaki iletişimin, bağlantının “Temel
Enerji Alanı” vasıtasıyla kurulmuş olması da vardır.
Ayrı bir deyişle, organını veren bir kişi ölmüş olsun
veya olmasın fark etmez, “Temel Enerji Alanındaki” o
birimlere ait olan bilgiler, etkileşime giren
taşıyıcıda açığa çıkmaktadır. Böylece alıcının beyni ve
diğer organları, her an pozitif veya negatif olarak
etkilemektedir.
Bu konuda Prf. Gary Schwartz tarafından yapılan bir
başka araştırmaya göre de, bir başkasına ait organları
taşıyanların, o organı aldığı kişilerin bir takım duygu
ve alışkanlıklarını da aldıkları gösterilmiş ve bunlar
raporlar halinde sunulmuştur (bunun detayını bir başka
yazıda değineceğim).
Fiz.Müh. Kenan Keskin