Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

Yokluk/ Kuantum (Devam)

Kuantum düzeyindeki parçacıklar, “Klasik Fizik” ve “Rölativite Teorisinin” aksine, daha alt boyuttan birbirleriyle mekan ve zaman kavramı olmaksızın “anlık bağlantılarla” birbirleriyle iletişim halindeydiler. Bu bağlantı ise, aralarındaki mesafeler ne olursa olsun sonsuz hızlarla gerçekleşmekteydi (hızdan mana, tüm bilginin mekanın her yerinde mevcut olmasıdır, yoksa bir yerden, bir yere gitme, mekansal yer değiştirme anlamında değildir). Kuantum Fiziğinin hakim olan ve başını Niels Bohr’un çektiği “Kophenag Yorumuna” göre, bilgiyi, böylesi sonsuz hızda yayan ve parçacıkların da kaynağı olan bir “Bütünsel Enerji Alanının” varlığı kabul edilmesine karşın, bu “Alanın” ne olduğuyla ilgili bir açıklama yapılamamaktaydı ve halen de yapamamaktadırlar. Zaten işin bu boyutuyla da pek ilgilenmemektedirler. İlgilenmedikleri için de açığa çıkan bazı can alıcı soruların cevabını verememişler, hala verememektedirler.
   Oysa David Bohm tarafından ortaya konan ve “Kuantum Fiziğinin” sonuçlarıyla da uyum gösteren, yanı sıra çok sayıdaki bir takım deneylerle de desteklenen “Kuantum Yorumuna” göreyse, bilinenlerden tamamen farklı bir işlev sergileyen bu “Temel Enerji Alanının” ne şekilde var olduğu, nasıl bir davranış sergilediği detaylarıyla açıklanmış, ünlü beyin bilimci Karl Pribramla birlikte olayın içine Beynin yapısı ve çalışma sistemi de konarak “Holografik Evren Anlayışı” adı altında her şeyin temelindeki sistem belirlenmiştir.
   Böylece D. Bohm keşfettiği yaklaşımla, daha işin başında, parçacıklar arasında bağ kuran Bilginin, mekanın her bir noktasında var olmasının ötesinde, parçacıkların kendilerinin de bir “Bilgi Yapısı” olarak, “Holografik Özellikli” o “Alanda” birbirinden ayrılmaz bir “Bütünlük” içinde mevcut olduğunu göstermiştir (ilgili yazılarımızda bunları detaylarıyla açıklamıştık). Bu parçacıklar, bu “Temel Enerji Alandaki” “Bilginin” suretli olarak açığa çıkmasından, ayrı bir deyişle ilgili bilginin projeksiyonundan başka bir şey değildir. Dolayısıyla asıl olan “Bilgidir”. Parçacıklar mekansal olarak hareket etmiş, uzun zaman süreçlerinde çok büyük mesafeler almış olsalar da, gerçekte mekansızlık (haliyle zamansızlık) özelliği dolayısıyla, o “Temel Enerji Alanına” göre hareket etmezler edemezler. O “Alanda”, sadece “Bilginin” dönüşümü yani, yeni yeni “Bilgilerin” açığa çıkışı vardır.
   Ayrıca tüm bunları göz önüne aldığımızda bu parçacıklar, bu “Temel Bilgisel Alanına” parçacık olarak girmelerinden de bahsedilemez, ancak parçacıklar boyutundan bakacak olursak “Bilgi” olarak yada “Bilgiye” dönüşmek suretiyle o “Temel Enerji Alanında” yer alabilirler (yine parçacıklar açısından bakarsak, bu esnada parçacıklar yok olarak Bütünde mevcut olurlar). Temel Boyutta “Bilgiden” başka bir şeyin olmaması durumu, parçacıklar arasındaki ayrımı da ortadan kaldırmaktadır. Böylece parçacıklar (dolayısıyla bunlardan meydana gelen evrenimiz) “Bölünmez Bilgisel Bütünün” çeşitli yönlerinin açığa çıkışından başka bir şey değildir. Bu sebeple var olan, parçacıklardan oluşmuş Bütün değil, Bütünün parçacıklar olarak görünümüdür. Varlığın var oluşu ve hareketinin kaynağı “O Temel Bilgisel Bütünlüktür”
   Mekanın olmadığı yerde zamanında olmaması sebebiyle var olan “an’lık bağlantılar”, yapılan bir çok değişik deneylerle gösterilmiştir. Böylece Kuantum Fiziğine göre, parçacıkların her biri genel anlamda “Bütünle” bağlantılı olarak (Bütün üzerinden) birbirleriyle ilişki halinde oldukları gibi (bir parçacığın hareketi, bu “Temel Bilgisel Alan” bağlantılı olarak diğer tüm parçacıkların Bilgisi tarafından yönlendirilir), özel anlamda da parçacıklar birbirleriyle bir defalık bir etkileşmeye girdiklerinde, o parçacıklar var oldukları müddetçe aralarındaki iletişim her zaman mevcut olmaktadır.  
   Şimdi de, anlattığım temel bilgiler ışığında şu ana kadar hiç bahsetmediğim bu konuyla ilgili deneylerden birkaçına değinip sonuçları üzerinde irdelemeler yapmaya çalışalım. Deneyler ise kısaca şöyledir.
   Birer “Kuantum Biyoloğu” olan Vilademir Poponin ve Peter Gariev, fotonlarla, D.N.A lar arasındaki ilişkiyi hazırladıkları özel bir deneyle göstermişlerdir. Bu deneyde öncelikle bir tüp “Boşluk (Vakum)” elde edilinceye kadar havası tamamen boşaltılır. Ancak Kuantum Fiziğinin “Belirsizlik İlkesine” göre boşluk, her an var olup yok olan foton çiftleriyle doluydu (elbette diğer parçacık çiftleri de mevcuttur). Bu fotonların tüpün içinde yerleri özel dedektörlerce tespit edilebilmektedir. Bu tespitlere göre de, fotonlar tüpün her yerinde, ancak düzensiz olarak mevcut oldukları görülmüştür.
   Daha sonra foton parçacıklarının bulunduğu bu “Vakum” ortamına D.N.A molekülleri koyarlar. Sonuç oldukça ilginçtir. Çünkü düzensiz halde bulunan (davranan) fotonların, D.N.A. molekülleri çevresinde belli bir düzen halinde şekillendikleri görülmüştür. Yani, D.N.A. larla, fotonlar arasında görülmeyen ve bilinenlere hiç benzemeyen bir etkileşme bulunmaktadır. Bir sonraki aşama daha da ilginçti. Çünkü D.N.A. molekülleri tüpten çıkarılmış olsa dahi, fotonlardaki düzenli şekillenme, varlığını devam ettirmekteydi ki, araştırmacılar buna “D.N.A. Fantom Etkisi” adını verdiler.
   Başta Dr. Steve Backster olmak üzere bir takım bilim adamları da 1990’lı yılların başında Amerikan Ordusu adına yaptıkları deneylerle “D.N.A” ların bedenimizde olmadıkları zaman da, daha açık bir ifadeyle, vücudumuzdan parçalar (yani, doku, kan, deri, organ, …vs) alındıktan sonra da bunların düşüncelerimiz ve duygularımız tarafından etkilenmesi devam etmekte miydi?” sorusuna cevap aradılar. Bunun için de öncelikle deneklerin ağızlarından doku ve D.N.A örnekleri alarak bunları laboratuardan tamamen izole edilmiş binanın diğer bir odasına, denekleri ise bu odanın 100 metre ötesindeki ayrı bir odaya götürdüler. Daha sonra da odadaki bu deneklere bir dizi video görüntüleri izleterek kendilerine ait olan D.N.A’larındaki elektriksel tepkileri belirlemeye çalıştılar.
   Bilim adamları deneklere, savaşta parçalanmış cesetlerden tutunda güzel, hoş manzaralara, erotik görüntülere kadar birkaç saniyelik bir dizi filmler seyrettirilince, deneklerde oluşan duygusal hareketlilik, aynı anda D.N.A.larında güçlü elektriksel sinyaller şeklinde açığa çıktığını tespit ederler. Hatta bu durum, aralarındaki mesafeler yüzlerce kilometreye çıkartıldığında bile devam etmekteydi. Bu iletişimin, ışık hızına göre aralarındaki mesafenin çok kısa olması dolayısıyla, bizlerce algılanamayan belli bir zaman aralığındaki bir süreçte mi, yoksa mesafeye bağlı kalmaksızın aynı anda mı gerçekleşmekte olduğunu öğrenmek için de, bu deneyler de atom saatleri bile kullanılır. Bunun sonucuna göreyse, tıpkı Kuantum Parçacıklarında olduğu gibi “Etileşme”, zaman ve mekana bağlı olmaksızın aynı “an’da” gerçekleştiği görülmüştür.
   Bunun anlamı aralarındaki mesafe eğer yüz milyonlarca ışık yılına çıkartılmış olsa bile aralarındaki etkileşimin yine aynı “an’da” gerçekleşmiş olacağıdır. Yine ayrı araştırmacıların yaptığı bir başka deneyde de, labaratuarda hücreleri bulunan bir insanın, ölümü ile hücrelerinin de hemen öldüğü görülmüştür. Dr. Jeffery Thompson ise tüm bunları, “insan bedeninin nerede başlayıp nerede bittiğine dair hiç bir sınır yoktur” şeklinde çok net olarak özetlemiştir.
   Bu deneylerden bazı sonuçlar çıkmaktadır. Mesela bir kişi düşünce ve duygularıyla kendi genetiğini değiştirebilir. Dolayısıyla birçok kalıtsal hastalıkları bile D.N.A.’larından yok edebilir (çok güçlü bir beyin bir başka kişi üzerinde de bunları yapabilir). Zaten en azıyla, insan moralinin başta bağışıklık sistemi olmak üzere içinde ölümcül hastalıklar da dahil çeşitli hastalıklara sebep olduğu veya ölümcül hastalıklardan bile kurtulmayı sağladığı bugün tıbben de onaylanmış durumdadır.
   Ortaya çıkan bir diğer gerçek de, bizlerin her gün tokalaşmakla, dokunmakla da üstümüze yapışan dokulardaki D.N.A.’lar (ki bunlar üzerimizde canlı kaldıkları müddetçe) vasıtasıyla farkında olmaksızın duygusal olarak iletişim halinde olduğumuzdur. Böylece beynimiz bu durumdan da olumlu veya olumsuz olarak etkilenmektedir. Açığa çıkan bu gerçekler içinde, organ naklinde, organı veren ile organı alan insanlar (taşıyıcılar) arasındaki iletişimin, bağlantının “Temel Enerji Alanı” vasıtasıyla kurulmuş olması da vardır. Ayrı bir deyişle, organını veren bir kişi ölmüş olsun veya olmasın fark etmez, “Temel Enerji Alanındaki” o birimlere ait olan bilgiler, etkileşime giren taşıyıcıda açığa çıkmaktadır. Böylece alıcının beyni ve diğer organları, her an pozitif veya negatif olarak etkilemektedir.
   Bu konuda Prf. Gary Schwartz tarafından yapılan bir başka araştırmaya göre de, bir başkasına ait organları taşıyanların, o organı aldığı kişilerin bir takım duygu ve alışkanlıklarını da aldıkları gösterilmiş ve bunlar raporlar halinde sunulmuştur (bunun detayını bir başka yazıda değineceğim).



Fiz.Müh. Kenan Keskin