Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

Vay O namaz kılanların haline.(devam) Münafık..

Münafık asla ama asla geceleyin onu kimsenin görmediği bir tenhada seccadesini serip de namaz kılmaz..

http://jonasclean.blogspot.com/2009/06/namaz-klanlarn-vay-hallerine.html

Ayçiçeği gibi çekilir Nura yüz

Geç topraktan havadan suretten. Zira başımızın yüzü yerdeyse de secdeyi yeryüzüne etmeyiz biz. Yerlerin göklerin Nuruna düşer baş. Yere göğe değil. Nurda İş İsim Sıfat Suret. Yerde gökte işte değil. Ayçiçeği gibi çekilir Nura yüz. O Zat kendisindedir; yerde gökte Nurunda değil...

Hz Meryem (a.s.) ve Hakikat...

Topluluklar yüzünden Kötüler kötü oldu dersen İlahi ilimdeki Cezanın Suç görülene göre değil "inad"a göre olduğunu hesaba katmalısın..Senin İdealin eğer toplumu adam etmekse o halde Halktan uzak olmamalısın. Yoksa ilmin de hesabın da eksik olacaktır.. Şunu da hesaba kat. Topluluklar İlahi ilimde kendi üyeleri sebebiyle tümden ceza olunmazlar..Sadece sorumluluk babında toplulukların uyarılmaları vardır. Yoksa Hesab ve Ceza ferd ferd sorulur..Kimsenin günahı kimseye yüklenmez..Suç denilen şey ilahi ilme göre değil topluluklara göredir. Hz Meryem (a.s.) topluluklara göre hesap veya cezaya tutulmak istendi..Halbu ki o İlahi ilimde övgüye mazhardır. Sen ister inanan ister inanmayan bir topluluktan ol onun yaşadığı olayın hakikatinde veya zahirinde mutlaka İlahi olacak bir manada soruluyorsun...Fakat sen ben bunların dışındayım diyorsan anla ki mutlaka Hakikatin İlahi oluşundan ya gafilsin ya cahillerdensin..Hiç yüksekten atma...İnad etme...Mutlaka Hakikat makamından olarak bir biçimde hesap sorulacaksın...

Kurgu samimiyeti bozduğu gibi Samimiyet de kurguyu bozar...

Filmler kurgudur. Niyeti Samimiyet olan filmler pek azdır.
Samimiyetli söz kurguyu bozar.
Samimiyetle soyunan bir oyuncu gördün mü sen.
Kurgu samimiyeti bozduğu gibi Samimiyet de kurguyu bozar.
Şu var ki helak etmek isterse insanı şehvetine bırakır..
Zeka samimi kurgusudur..
Akıllı olan Samimiyete bakar.
Samimiyet zekayı kahreder.
Şeytan samimi bir zekidir.
Allah'a inatçı olan inatçıdır.

[Bakara 34 - ...ancak İblis dayattı...]

Adem isimleri saydığında Safi idi..

[Bakara 33 - Allah 'Ey Adem onlara isimleri söyle' dedi...]

Varlığında olanları söyledi..

[Taha 120 - Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: "Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?"]

Zeka samimiyeti bozdu..

Samimiyet Emri hafife aldı.

[Taha 115 - Gerçek şu ki, bundan önce Adem'e bir emir verdik, ama o unuttu ve Biz onda bir azim de bulmadık.

117- Biz de şöyle dedik: "Ey Adem! Şüphesiz bu sen ve eşin için bir düşmandir. Sakın sizi cennetten çikarmasin; sonra mutsuz olursun."

118- "Şüphesiz senin için orada aç kalmak, çıplak kalmak yoktur."]

Varlığına bakabildiği Ruhunu unuttu da, varlığındaki isimlere baktı..
Emri vereni unuttu da..Emri incelemeye aldı..

Ruhunun Varlığındaki İsimlerin Ruhu..

İsimlerini bir salladı..

İsimler, Sahiplerinin Emrine itaat ettiler...

Safiyullah'ı bir başka mekana indirdiler..

Adem Samimiyetle Tevbe etti de Akıllandı..

Musa'ya! galip geldi!

Muhammed (a.s.) İsmine baka kaldı...

Öylece ruhunu Sahibine teslim edebildi de..

Mekanlardan münezzeh oldu..

Saltanattan münezzeh oldu..

Ebedilikten münezzeh oldu...

[Kehf 50 -...“Âdem için saygı ile eğilin(secde edin)” demiştik.....Şimdi siz beni bırakıp da onu ve soyunu kendinize dost mu ediniyorsunuz? Onlar size düşman iken! Zalimler için ne kötü bir değişme!]

...İllallah...

İllallah...

İllallah getirdim sana..."Ben kulum! Ben kulum!" diyorsun diklene bağrına...Bana öyle geliyor ki, sen sanki "Allah, kulsuz Allah değil! Allah, kulsuz Allah değil!" diyorsun...Madem kulsun da bu kadar kardeşim sen ...Desen ya "Ancak Allah! Ancak Allah!"..

Onu gören hiçbir şey görmemiştir..

Onu gören hiçbir şey görmemiştir.
Onu gördüğümden beri Ondan başka hiçbir şey görmedim.

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)

Hayy'dan gelen Hu'ya gider..

Hayy'dan gelen Hu'ya gider..

Ruh//O/Zat/İstiva...El-Vahid, el-Ahad

Eğer sen Allah'ın yakın oluşunu bilenlerden isen O'nun çeşit çeşit işlerine yıldırım düşmesine bakıldığı gibi dikkat kesilip kalma.

Çünkü O'nun Zatı o işleri yaparken, ne yaptıklarının herhangi birine dikkat kesilir..ne de O'nun Zatını bu işleri meşgul edebilir.

Dolayısıyla Zatının ruhundan sana üflediği..yani senin ruhun senin zatında kal ki.. çeşit çeşit işlerine dalıp da O'nu unutanlardan olma..

O'nun yaratmasıyla ayakta kalan bedenin ve Alem nasıl senin ruhuna şeffaf bir elbise gibiyse, işte öylece de O'nun ruhuna yaratması şeffaf bir elbise gibidir..
Şu var ki biz O Zatın yaratması ile sınırlı sınırsız kulları...O ise yalnızca kendisine ait olan sınırsız yaratması ile Alemlerin Rabbidir..

O bize şahdamarımızdan yakın olan...

Zatıyla değilse de yaratması ile sertleşmesi O'nun şanındandır..

O, ruh gibi olan rüyalarda dahi sertleşebilir..O'na sınır koyacak yoktur; sınırları O kor...

Şu da koyduğu bir sınırdır ki, sertleşmesiyle ne kendi yaratığı olan bir maddede şekillenir de kalıp işaret olunabilir..ne de Alemi gibi zerrelere ayrılır...
Kaldı ki şu alem elinde hayalden ibarettir..

Çocukluk fotoğraflarından bugüne kadar bak bir..Bak o madde sanılan suret nasıl da O'nun elinde ancak düzenli bir rüya, tertipli bir hayal.. O dilediğini yapar..Tek Musavvir.. Halim...

Nasıl O'na sınır olabilir..

Sırf bilmezliktendir ki bir mekana sınırlanmak insanları için bile noksan birşeyken.. O'nun Zatı için sınırlanamıyor olmak nasıl noksanlık olabilir...

'Ruhum bedenime dar geldi', 'Ruhum göklere sığmaz oldu' gibi sözler Ruhun O'nun emrinde olmasından ileri gelmektedir..

85 : Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir. [İsra]

Eğer Ruh maddenin emrinde olsa idi..O halde bedenimizi genişletir ve daraltırdı...

Madde bu kadar faydasız iken, madde ile bir kıyas yolu tutmak daha da faydasızdır..

Nefs nedir dersen de, çeşit çeşit işleriyle meşgul olup..işlerin zahirinde kalıp.. işaret olundukları Zata UYANMAYAN düşüncelerin..Mukaddes Ruhunun üzerini örtmesinin adıdır derim..

O Zat, işlerini yaparken ne meşgul olur...ne de yorulur.

O'nun yorulması demek güneşin öğle vaktine ancak akşam vaktinde varması demek olurdu. O'nun dinlenmesi ise bizim gibi yorulması değil, bir işini tamamlaması demektir..

Ki İstiva tam olarak bu manayadır...

El-Vahid, el-Ahad ... Bir..Mutlak Bir.

Hulûl..

Herbir şeyi Ondan başka yaratan mı var ki yarattığı bir şeyde Hulûl ararsın...
Sen belli ki Hakkı sorarsın..Ondan başka hüküm ve takdir eden mi var ki Hakkını başkasından arayasın...

Her kim de sabreder ve kusuru bağışlarsa, işte bu elbette azmedilecek işlerdendir.
[ŞÛRÂ - 43]

Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz

*Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz.(Tekvir 29)
*Bana dua edenin duasına icabet ederim...(Bakara 186)...

Gelmiş gelecek her insan, dilediğinin olmadığını bilir..Dolayısıyla Duanın ne demek olduğunu da Özünde bilir..Cehalet ancak dilde ve tavırdadır..Herşeyin Özü secdededir..
Herşeyin Özü duadadır..Cehalet ancak dilde ve tavırdadır; nefsdedir...

Hayal/Suret/Musavvir/Halim/Tasavvuf...

Çocukluk fotoğraflarından bugüne kadar bak bir.. Bak bakalım o madde sanılan suret nasıl da O'nun elinde ancak düzenli bir rüya, tertipli bir hayal.. O dilediğini yapandır..Tek Musavvir...Halim'dir...

Deizm/Deist/Din...(Devam)

Dinin doğal olarak O'ndan olduğunun kanıtı şu misaldir : Tırnaklarını uzatır..Kesmeni bekler...Çünkü uzatırda kesmezsen..O tırnaklar uzaar uzaar..Döner dötüne batar...

İnsan üzülür...Bir de ağlar...

İnsan üzülür...Bir de ağlar...Senin acziyetinden haberi var mı yok mu ?..Bir de gözlerine gönderdiği yaşlara sor...

İşte Şems bana bunu öğretti...

Yer yüzünde bir tek insan üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin. Ben de biliyorum ki; yer yüzünde üşüyen insanlar var. Artık ben ısınamıyorum. Eskiden açken bir çorba içince doyardım. Ama şimdi hiçbir şey bana bir besin hazzı vermiyor çünkü biliyorum ki açlar var. İşte Şems bana bunu öğretti...

Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)

Teşbihte Tenzih..Tenzhite Teşbih...

Teşbihte hata olmasın..Annenin cenine müzik dinletmesi misali diyelim..Anne müzisyen değildir..Ve hep Anne kalır..Çocuğuna bir fayda olsun diye dinletir..Çocuk da hep o Annenin çocuğu kalır..

Teşbihte Tenzih..Tenzihte Teşbih...

Biraz daha açarsak..

Teşbihte hata olmasın..Annenin cenine müzik dinletmesi misali..Anne müzik değildir..Ve hep Anne kalır..Cenin onu müzik zannedebilir..Anne çocuğuna bir fayda olsun diye dinletir..Cenin oradan başka bir aleme doğup büyüyüp ileride müzisyen olsa bile..Hep o Annenin çocuğudur...Müziğin değil..

Tenzihte Teşbih...Teşbihte Tenzih..

Nerede..

Bu bedenler, resimler, vidyolar ;suretlerde mi bu duygular neredeler...Nerene değiyorlar ki duygulanır bu hoşça salınan suretler...Kainatın büyüklüğünden hissettiğin duygu nerede.. Dağlarda mı.. Göklerde mi..Şu et parçasında mı bu ses, düşünceler, harfler... Nerene değiyorlar ki duygulanır salınan bu suretler..Hayaller..O şahdamarından yakın nerede...

Ey Güzeller Güzeli Allah'ım...

Mümkün etseydin..Tek bir nazarında...Senden gelen tek bir hediyende..Sonsuza dek kalmak isterdim...Şüphesiz Senden başka İlah...Senden başka Rab yok...Sen iyiliklerin de.. kötülüklerin de yaratıcısısı.. Tek Hayra sevkedensin... Ömrümü, ömrümüzü Hayr eyle...

İnsanları, bilmedikleri şeyi öğrenmekten alıkoyarsanız...

Dininiz dört şeyle gider:
İyi işler yapmaya bakın; işleriniz düzelebilir. Sözünüzle yaptığınız ayrı ayrı olmasın; bir olsun. Söylediğinizi yapın. Halka öğüt verip kendi yan çizenler gibi olmayınız. Öğüdü işitip iş tutmayanlara benzemeyiniz.

Dininiz dört şeyle gider:

Söylediğiniz, işinizi tutmazsa

Bilmediğiniz işlere karışırsanız

Bilmediğinizi öğrenmez, dolayısıyla cahil kalırsanız

İnsanları, bilmedikleri şeyi öğrenmekten alıkoyarsanız.

Yukarıda sayılan dört şey bir cemiyeti ayakta tutan umdelerdir.
Müspet yol tutulursa kurtuluş olur. Menfi yol ise felaketin içine atar. Bilhassa dördüncüsü her cemiyetin muhtaç olduğudur. Ona mani olunduğu zaman yıkılış mukadder olur.

Abdulkadir Geylani (k.s.)

Korku ilmin ta kendisidir...

Ev evlat! Ben, sana bir aynayım; böyle gör. Beni kalbine bir ayna olarak koy, sinene yerleştir. İşleri karşıma getir. Bana yaklaş ve bak. O zaman çok şeyler göreceksin. Benden uzak kaldığın zaman göremediğin çok sefaları o kez göreceksin.
Din işlerini düzeltmek istersen, bana gel. Bunu ancak bende bulabilirsin. Başkasında bulamazsın. Ben, seni Allah yolunda seviyorum ve öyle yetiştirmek istiyorum. Seni Allah yoluna döndürecek kuvvet bende vardır. Seni sert bir elle yola getiriyorum. Münafık dili ile değil.
Dünyayı evinde bırak, bana öyle gel. Ben öbür âlemin yöneticisiyim. Dünya sana kalsın. Seni oraya almak istiyorum. Yüce âlemlerin sultanı yapmak istiyorum, bu fani diyarın bekçisi değil! Yanımda otur; sözlerimi işitmeye bak. Ne dersem onunla iş tut. Ölmeden önce böyle yap. Yakında ölür gidersen perişan olursun. Eli boş, yüzü kara gitmeyi sana ayıp sayıyorum; çünkü iman sahibisin.
Dünyanın dönüşü ve her şeyin hareketi bir disiplin ve korkunun eseridir. Eğer bir şeyden korkmuyorsan onu bilmiyorsun demektir. Korku ilmin ta kendisidir. Korkmayan bilgi sahibi değildir. Korkan, korktuğu şeyin âlimidir. Allah korkusu olmayan için ne burada, ne de ötede selamet vardır. İnsan, Allah'ı bildikçe korkar. Bilmemişse neden korkar? Bunu bizlere anlatmak için, Allah Teâlâ şöyle ferman buyurdu:
“Allah'tan ancak, bilgi sahibi kulları korkar.” (el-Fâtır, 35/28)
Allah'tan korkanlar bilgi sahibidir. Ve bildiklerini tatbik sahasına koyanlardır. Bilirler; bildikleri ile amel ederler; ayrıca bilmeyenlere de öğretirler. Bunlar, yaptıklarına bir karşılık da istemezler; yalnız Allah'ı ve O'nun yakınlığını talep ederler. O'nun sevgisini isterler. O'ndan uzak kalmayı ve aralarına kara perdenin girmesini arzu etmezler. Onlar, ne dünyayı ister, ne de öbür âlemi; hiç bir kapının da üzerlerine kapanmasını talep etmezler. İsterler ki, kendileri için olsun; dünya ve âhiret kendilerine kalsın.
Dünya onlaradır. Âhiret onlaradır. Azîz ve Celîl olan Hak da onlara kalmıştır.
Onlar iman sahibidir. O'nu iyi bilir ve çok çekinirler. Hak uğruna mahzundurlar.
İnsan vardır ki, dış göze göre görünmeyen, kalp gözüne göre hazır ve nazır olandan korkar. Nasıl korkmazlar ki, O diriltir ve öldürür. Aziz eder, zelil eder. O, her an bir şan alır. İsterse kabul eder; dilerse reddeder. Yakın eden O'dur. Uzak eden yine O'dur.
“Yaptığından O'na kimse soru soramaz. Ama O'ndan gayri olanlar hep sorguya tabi tutulacaklardır.” (el-Enbiyâ, 21/23)
Allah'ım, bize yakınlığını ver. “Dünya ve âhirette güzellik ihsan buyur. Bizleri ateşe atmaktan sakla!” (el-Bakara, 2/201) Âmin!

Abdulkadir Geylani (k.s.)

Hak Teâlâ'ya ve kullarına karşı edebinizi takınınız!

Hak Teâlâ'ya ve kullarına karşı edebinizi takınınız! İşinize ya­ramayan lafları bir yana atınız. Lüzumsuz şeylere karışmayı bir zât şöyle tarif eder: “Geziyordum, bir genç gördüm; sıkı bir şekilde yer kazıyordu. Ona kendimce şöyle dedim: ‘Bu ağır işi bırak; hafif işlere bak.’ Bu sözümün cezasını çok ağır ödedim. Altı ay gece namazına kalkama­dım. Bu benim için çok ağır bir ceza oldu.”

Abdulkadir Geylani
(k.s.)

ZAHİR ismi...

O elbette yarattıklarından ziyade "ZAHİR"dir..

Müşahede...

Tur

Rahman Rahim Allah adına

Em lehum ilâhun gayrullâh(gayrullâhi), subhânallâhi ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).

Yoksa onların Allah'tan başka bir ilahları mı var? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir (Subhandır).

Ve in yerev kisfen mines semâi sâkıtan yekûlû sehâbun merkûm(merkûmun).

Gökten bir parçanın düştüğünü görseler, «Üst üste yığılmış bulutlardır.» derler.

Fe zerhum hattâ yulâkû yevmehumullezî fîhî yus’akûne.

Artık çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar onları (kendi hallerine) bırak.

Yevme lâ yugnî anhum keyduhum şey’en ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).

O gün hiçbir tedbirlerinin kendilerine zerre kadar faydası olmayacak ve hiçbir şekilde yardım da görmeyeceklerdir.

Ve inne lillezîne zalemû azâben dûne zâlike ve lâkinne ekserehum lâ ya’lemûn(ya’lemûne).

Şüphesiz o zulmedenlere ondan başka da azab vardır. Fakat çokları bilmezler.

Vasbir li hukmi rabbike fe inneke bi a’yuninâ, ve sebbih bi hamdi rabbike hîne tekûmu.

Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen bizim gözetimimiz altındasın, kalktığında Rabbini hamd ile tesbih et.

***

>>kalktığında<< >>Rabbini>> hamd ile<< >>tesbih>> et.

*Zattan. fiil.. Üzerinde duyumsanan kadarı sıfatla fiili müşahede...

***

Enbiya

Ve kâlûttehazer rahmânu veleden subhâneh(subhânehu), bel ıbâdun mukremûn(mukremûne).

Böyle iken dediler ki: «Rahman çocuk edindi.» Allah bundan münezzehtir. Doğrusu (o çocuk dedikleri) sadece ikram edilmiş şerefli bir takım kullardır;

Lâ yesbikûnehu bil kavli ve hum bi emrihî ya’melûn(ya’melûne).

Onlar Allah'ın sözünün önüne geçmezler, hep O'nun emriyle hareket ederler.

Ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yeşfeûne illâ li menirtedâ ve hum min haşyetihî muşfikûn(muşfikûne).

Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar, Allah'ın hoşnud olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler. Hepsi de O'nun korkusundan titrerler.

Ve men yekul minhum innî ilâhun min dûnihî fe zâlike neczîhi cehennem(cehenneme), kezâlike neczîz zâlimîn(zâlimîne).

İçlerinden kim: «Ben, >>O'ndan başka<< /O'nun dışında bir >>ilâhım<<» derse, biz ona cehennemi ceza olarak veririz. Zalimleri biz böyle cezalandırırız.

Ateizm...

- selam tasavvufla ilgilisiniz sanırım büyük bir boşluktaydım tasavvufla ilgilenmemi önerdiler ben allaha inanmıyorum yardımcı olur musunuz?

***

- Şimdi örneğin ben sana desem ki ben çok çok affedici biriyim..Sen buna hakiki manada şahit olabilir de inanabilir misin ?

Hayır..Ama inanabilirsin..

Çünkü aramızda bir muhabbet dostluk ilişkisi fiilen gerçekleşmemiş..Beni tanımıyorsun.

Ama sözüme inanabilirsin..Ve bu inancından beni tanımadığın için bir şey kaybetmiş olmazsın..Aksine sana çok affedici çok merhametli olduğunu söyleyen birisi sırf söylemesiyle bile bir iyilik bir güzellik yani bir güzel tesir kazandırır..

Bu manada eğer sen peygamberlerin ilettiği mesaja yani onun muhteviyatında olan o hayırlı yasaklara ve hayırlı emirlere inanmazsan bu senin için bir kayıptır...

Çünkü o hayırlı emirler ve hayırlı yasaklar sadece peygamber tarafından getirilmiş ve uygulamaya konmuştur..Mesela içki yasağınına insanlar uysa muhakkak ki şu ana kadar içkiden doğacak bütün kötülükler engellenmiş olurdu...İşte bu emirler yasaklar sadece o peygamberler tarafından getirilmiş ve uygulansa böyle bir büyük hayır getireceği açık olmuşsa bunun Allahtan geldiğine inanmamak büyük bir kayıptır..Ne kadar uygulayamadıın hayırlı emirler yasaklar olsa da bunların açıkça ancak Allahtan geldiği bellidir...Çünkü hem bu emirler sadece peygamberler tarafından uygulanmıştır hem de Allah ismi verilecek bir varlığa delil olacak derecede üstün hayırlı disiplinlerdir..

İşte bu çok açık sebepler deliliyle bi kere Ona şahit olmasan da inanmamak kendi üzerinden insanlık adına sadece ve sadece açıkça bir kayıp olucaktır ..ve ayıp olacaktır...

İlk önce sırf bu sebeblerden ötürü ona dil ve kalbinle iman et..

“ Muhakkak ki bütün hamdler Allah’adır.O’na hamd eder, O’ndan yardım ister ve mağfiret taleb ederiz. Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden de O’na sığınırız .
Allah kime hidayet ederse onu hiç kimse sapıttıramaz,kimi de sapıttırırsa ona hiç kimse hidayet veremez .

Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve şeriksiz olarak birdir. Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür.”

“ Ey iman edenler ! Allah’tan sakınılması gerektiği şekilde sakının ve ancak Müslü-manlar olarak ölün. “

Sonra O'na tümüyle şahitte olabilirsin fakat o yine Allah'ın kabul etmesiyle ve eğer şimdi bişeyler anladıysan yine böyle olucaktır.. Allahın kitabını oku, iman edenler gibi iman üzere istikamette ol.. Allah seni iki cihanda muzaffer kılsın

Allah hepimize hidayet nasib etsin

Allah'a emanet ol

***

- şimdi sanırım ben size sorunumu tam olarak anlatamadım inandığınız bir allah var fakat adil değil? üremek insanın doğasında var doğasını inancınıza göre belirleyen allah neden cinselliği haram kılmış ?

- Sende akılda bi problem olabilir mi.. Cinsellik haram olsa insan doğar mı ?

Unutma ki zina ile cinsellik ayrı şeylerdir

Ve zina yapan iki kişi bebeği cami önüne koyarlar bunu da unutma..

Akıllı değilsen de şunu bil ki eğer senin inanmadığın benim inandığım Allah olmasaydı VAR değildin..Var yoktan elbette iyidir..ne olursa olsun

He sen inanmasan da aidsliler var o da ayrı bi kafa çalışması işi...Kafan çalışmıyorsa bunlarla senin sen olduğunu da reddedemezsin dikkatli ol ! O yüzden sen yukarıda yazdıklarımı bi daha oku..gereğini yap..

ya da yapma...hesap ortadadır..ya inanırsın ya da bu kafayla inanmaman hiç bi fayda sağlamaz emin ol hesap günü...Hesap ortadadır.. günü de gelecektir..

Sabır

Sabır, öfkeden, endişeden ve şüpheden, elbette daha kıymetlidir.

Allah Gökte midir ? Arşa istiva etti / Sema/ Gök/ Arş/ İstiva

Semâ, yükseklik anlamını taşır. Araplar tavana, atın sırtına hatta yerden yükselen ota bile semâ derler. (Mekâyisü'l-Luğa)

"Allah'ın Zatı '7. kat' semaya istiva etti" denmediğine göre, Ebu Bekr hazretlerinin (selam olsun) işaret parmağıyla göğe işaret etmesi, bir mekana işaret etmek değil, Allah'ın Zatının yüceliğine ve yüceliğiyle yine O'nun yaratmış olduğu Sema ile tümüyle yüksekten alçaktan heryerden kuşatmış olduğuna işaret olmaktadır..Ki yine O'nun yaratmış olduğu ve yaratmada devam ettiği ellerimiz ayaklarımız herşeyimizle de tümden bizi, ruhumuzu kuşatmış olur...

"Allah'ı idrak O'nu idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmektir"

Hz Ebu Bekr (r.a.)

Ve böylece de anlaşılmış olur ki Allah'a yücelik manasında gökte diyen bir insan mümindir fakat eğer bunu O'nun bir mekanda olduğunu kastederek söylüyorsa bilmeden de olsa O'na noksan bir sıfat yüklemiş olucaktır ki bu manada bilerek ısrar etmesi asla kabul görebilecek bir yorum olmaz..

"Allah'ı idrak O'nu idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmektir"

Hz Ebu Bekr (r.a.)

«Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim»

Enam 79

http://jonasclean.blogspot.com/2009/01/gokler-gozunun-gordugu-yerden.html

Efendimizin (s.a.v.) dizi dibinde..

4117 - Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: "Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgarın önünde saçın. Allah'a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir!"

Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz'a emrederek:

"Sende ondan ne varsa bana toplayıver!" dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. "Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?" diye Rabb Teâla sordu.

"Senden korktuğum için ey Rabbim!" cevabını verdi. Allah Teâla Hazretleri bu cevap üzerine onu affetti."

Buhari, Tevhid 35, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 25, (2756); Muvatta, Cenaiz 51, (1, 240); Nesai, Cenaiz 117, (4, 113).

***

4230 - Hz. Bera radıyallahu anh anlatıyor: "(Hendek kazarken) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ı gördüm, bizimle birlikte omuzunda O da toprak taşıyordu. Karnının beyazlığını toprak bürümüştü. (Bu esnada, ashabı şevke getirmek için zaman zaman) şöyle terennüm ediyordu:

"Vallahi Allah olmasaydı hidayeti bulamazdık,

Ne sadaka verir ne namaz kılardık.

Üzerimize sekinet indir Allahım!

Ayaklarımıza sebat ver Allahım!

Müşrikler bize karşı azdılar,

Fitne çıkarmak dilerler ama yandılar"

Resülullah bunları söylerken sesini yükseltiyordu."

Buhari, Megazi 29, Cihad 34, 161, Kader 16, Temenni 7; Müslim, Cihad 125, (1803).

***

4236 - Urve İbnu Zübeyr, Misver İbnu Mahreme ve Mervan'dan almış. Misver ve Mervan her ikisi de birbirlerinin sözünü tasdik etmişlerdir. Derler ki:

"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Hudeybiye senesinde Medine'den çıktı. Yolda bir yerlere ulaşınca Aleyhissalatu vesselam:

"Halid İbnu'l-Velid, Kureyş'e ait gözcülük yapan bir grup atlının başında olarak el-Gamim'dedir, siz sağ tarafı takib edin!" dedi. Vallahi, Halid müslümanların varlığını sezemedi. Ne zaman ki müslüman askerlerin kaldırdığı toz bulutunu görünce, (müslümanların geldiğini) Kureyş'e haber vermek üzere hayvanını koşturarak gitti.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm yoluna devam etti. Seniyye nam mevkiye gelindi. Oradan (devam edildiği takdirde) Kureyşlilerin bulunduğu yere inmek mümkündü. Ama devesi orada ıhıverdi. Halk:

"Kalk, kalk, yürü, yürü!" dedi ise, de deve kalkmamakta ısrar etti. Halk bu sefer:

"(Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın devesi) Kasva çöküp kaldı. Kasva çöküp kaldı!" dediler. Bunun üzerine Aleyhissalatu vesselam:

"Hayır! Kasvâ çöküp kalmadı. Onun böyle bir huyu da yok. Ancak onu, "Fil'i (Mekke'ye girmekten alıkoyan) Zat" dourdurmuştur!" buyurdu. Sonra ilave etti:

"Nefsimi kudret eliyle tutan o Zat'a yemin olsun. (Kureyş, Mekke'de) Allah'ın haram kıldığı şeyleri tazim sadedinde her ne taviz isterlerse onlara vereceğim!" Sonra deveyi zorladı, deve sıçrayıp kalktı. Ravi dedi ki: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Kureyş tarafından saptı, suyu az olan Semed Kuyusunun yanına indi. Burası Hudeybiye mevkiinin en uç noktasında idi. (Mezkur kuyunun suyu azdı. Öyle ki) insanlar ondan suyu avuç avuç toplarlardı. Çok geçmeden suyu kurudu. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a susuzluktan şikayette bulundular. Aleyhissalatu vesselam sadağından bir ok çıkardı, onu kuyuya koymalarını söyledi. Allah'a yemin olsun çok geçmeden, su coşmaya başladı ve ashab oradan ayrılıncaya kadar onlara yetecek kadar akmaya devam etti.

Onlar bu halde iken Büdeyl İbnu Verka' el-Kuza'i, Huza'a kabilesinden bir grupla çıkageldi. Huza'alılar (Mekke civarında tavattun etmiş bulunan) Tihâme kabileleri arasında Resulullah'ın sırdaşı ve dostu olagelmişlerdi. Dedi ki:

"Ben (Mekke'nin) Ka'b İbnu Lüeyy ve Amir İbnu Lüeyy kabilelerini birçok Hudeybiye sularının başına, beraberlerinde sütlü ve yavrulu develeri olduğu halde konaklıyorlar gördüm. Onlar seninle savaşacak. Beytullah'ı ziyaretine mani olacak olmasınlar!

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm dedi ki:

"Biz kimseyle savaşa gelmedik. Biz sadece umre yapmaya geldik! Mamafih Harb Kureyş'in (iliğine işlemiş). Halbuki çok da zarar gördüler. Eğer onlar dilerse ben (onlarla sulh yapar) kendilerine müddet tanırım, onlar da benimle diğer insanların arasından çekilirler. Eğer ben öbürlerine galebe çalarsam, Kureyşliler de dilerlerse onlarla yapacağım sulha (kendi rızalarıyla) girerler. Şayet ben galebe çalamazsam (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şurası da var ki, eğer Kureyşliler bu teklifime itiraz ederlerse, ruhumu elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, bu davam için, ölünceye kadar onlarla savaşacağım. O zaman Allah, (bana olan emrini (gerçekleştirme hususundaki vaadini mutlaka) yerine getirecektir."

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın bu sözü üzerine Büdeyl:

"Senin bu sözlerini Kureyş'e mutlaka duyuracağım!" dedi ve gitti. Kurayşlilere gelince:

"Ben, size şu adamın yanından geliyorum. Onun bazı sözlerini işittik. Eğer dilerseniz size söyleriz" dedi. Onların serseri takımı:

"Ondan herhangi bir haber söylemene ihtiyacımız yok!" dedi ise de aklı başında olanlar:

"Hele şu işittiğini söyle!" dediler. Büdeyl:

"Ben Muhammed'in şöyle şöyle söylediğini işittim!" diyerek Aleyhissalatu vesselam'ın söylediklerini bir bir nakletti. Bunun üzerine Urve İbnu Mes'ud kalkıp:

"Ey kavm! Siz benim babam değil misiniz?" dedi. Hepsi:

"Evet!" dediler.

"Benim hakkımda bir (itimatsızlığınız), ithamınız var mı?" dedi.

"Hayır!" dediler.

"Biliyorsunuz ki ben Ukaz halkını toptan sizin yardımınıza çağırmış, onlar yanaşmayınca ailem, çocuklarım ve bana itaat edenlerle kendim gelmiştim değil mi?" diye sordu.

(Kureyşliler, hep bir ağızdan buna da "evet!" deyince Urve (bu tasdikleri aldıktan sonra):

"Bu adam size uygun bir şey teklif ediyor. Onu kabul edin ve benim ona (anlaşmak üzere) gitmeme izin verin!" dedi. Kureyşliler:

"Pekala git!" dediler. Urve, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldi, Onunla konuştu. Aleyhissalâtu vesselâm Budeyl'e söylediklerine yakın şeyler söyledi. Urve bu esnada:

"Ey Muhammed! Kavminin kökünü kazıdığını farzedelim, (eline ne geçecek). Senden önce, Araplardan kavmini toptan helak eden birini işittin mi? Durum aksi olursa (başınıza geleceği, Kureyş'in size neler yapacağını tahmin edebilirsin. Üstelik bu daha kavi bir ihtimal) zira ben, aranızda ileri gelenlerden bazı kimseler görüyorum, halktan toplanmış, seni terkedip kaçmaya mütemayil kimseler de görüyorum" dedi. Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh (onun bu sözüne dayanamayıp):

"(Halt etmişsin, git!) Lât putunun fercini yala! Demek biz Resûlullah'ı terkedip yalnız bırakacakmışız ha!" (diye şiddetle çıkıştı). Urve:

"Bu da kim?" dedi. Kendisine onun Ebu Bekr olduğu söylendi. -Urve: "Nesfimi elinde tutan Zâta yemin olsun! Eğer senin bende, henüz ödeyemediğim bir yardımın bulunmamış olsaydı ben sana (layık olduğun) cevabı verirdim" dedi. Ravi der ki: "Urve, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'la konuşmaya devam etti. Her konuşmasında (cahiliye adeti üzere) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın sakalından tutuyordu. Bu sırada Muğire İbnu Şu'be, üzerinde miğfer, elinde kılıç Aleyhissalatu vesselam'ın yanında ayakta (muhafız gibi) bekliyordu. Urve, tutmak üzere, elini Resûlullah'ın sakalına her uzatışında, kılıncın demiriyle eline vuruyor:

"Elini Resûlullah'ın sakalından çek!" diyordu. Urve, (bir ara) başını kaldırıp ona baktı.

"Bu da kim?" dedi. Kendisine:

"Bu Muğire İbnu Şube'dir!" dendi. Bunun üzerine Urve:

"Ey zalim! Ben hala senin (geçmişteki) gadr ve ihanetini ödemekle meşgul değil miyim?" dedi. (Onu bu söze sevkeden şey şu idi:) "Cahiliyede Muğire İbnu Şu'be bir grup kimse ile yolculuk yapmış, yolda arkadaşlarını öldürüp mallarını almıştı. Sonra gelip müslüman olmuş. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm da: "Müslüman olmanı kabul ediyorum, ancak malları kabul etmiyorum, (bu ihânet malıdır)" demişti.

Urve bu esneda göz ucuyla Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın Ashabını tedkikten geçiriyordu. (Bilahare gördüklerini şöyle anlatacaktır:)

"Vallahi (öylesine hürmet hiç görmedim). Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm yere bir kerecik tükürmeye görsün, mutlaka onlardan bir adamın eline düşüyordu. Onu alıp yüzlerine, derilerine (teberrüken, bir tiyb gibi) sürüyorlardı. Bir şey söyleyecek olsa emrine hepsi birden koşuşuyordu. Abdest alacak olsa, abdest suyundan kapabilmek için nerdeyse (itişip-kakışıp) kavga ediyorlardı. Konuşsalar onun yanında seslerini kısıyorlardı. Saygıları sebebiyle O'na dikkatle bakamıyorlardı bile."

Urve arkadaşlarının yanına dönünce dedi ki:

"Ey kavm dinleyin! Vallahi ben muhtelif kıralların huzuruna çıktım. Kisra'nin, Kayser'in, Necaşi'nin yanlarına girdim. Vallahi, Muhammed'in ashabının, Muhammed'e gösterdiği saygıya, hiç bir kralın ashabında rastlamadım. Vallahi tükürecek olsa mutlaka onlardan birinin eline düşüyor, bunu alıp yüzlerine bedenlerine sürüyorlar. Bir şey emretse hepsi birden koşuşuyorlar. Abdest alsa, abdest suyu(ndan kapmak) için nerdeyse kavga ediyorlar. Konuşsalar onun yanında seslerini kısıyorlar. Ona hürmeten dikkatle yüzüne bakmıyorlar. Bu adam size makul bir teklifte bulunuyor, onu kabul edin!"

Urve'nin bu açıklaması üzerine, Beni Kinane'den bir adam:

"Beni bırakın, ona bir de ben gideyim!" dedi. Ona da müsaade ettiler, "git!" dediler. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve ashabına yaklaşınca, Aleyhissalatu vesselam:

"İşte falan! Bu, hacc ve umre için ayrılan kurbanlık develere saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!" buyurdu. Ashab o zatı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı görünce:

"Sübhanallah!" Bu kimselere Beytullah'ın yolunu kapamak münasip düşmez!" dedi. Arkedaşlarının yanına dönünce:

"Ben kurbanlık develer gördüm, takıları boyunlarına takılmış, gerekli işaretler vurulmuş, onlara Beytullah'ı yasaklamayı uygun görmüyorum!" dedi. Onun kavminden Mikrez İbnu Hafs denen bir zat kalkıp:

"Bırakın, bir de ben gideyim!" dedi. Ona da müsaade edip "git!" dediler.

Müslümanlara yaklaşınca, Aleyhissalatu vesselam:

"Bu gelen Mikrez'dir, fâcir birisidir" dedi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'la konuşmaya başladı. Onlar konuşurken Süheyl İbnu Amr çıkageldi, Aleyhissalatu vesselam:

"İşiniz artık size kolaylaştırıldı, size Süheyl İbnu Amr geldi."

Resûlullah'a:

"Gel! seninle aramızda bir antlaşma (metni) yazalım!" dedi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm kâtibini çağırdı ve emretti:

"Yaz: Bismillahirrahmanirrahim."

Süheyl itiraz etti:

"Rahmân ne demek? Vallahi onun ne olduğunu bilmiyorum. Fakat: Bismikallahümme yaz, vaktiyle senin de yazdığın gibi" dedi.

Müslümanlar da ona itiraz ettiler:

"Biz onu değil, bismillahirrahmanirrahim'i yazarız!" dediler.

Ama Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm emreder:

"Bismikallahümme yaz! ve devam et: "Bu Allah Resulü ve Süheyl'in üzerinde mutabık kaldıkları hususlardır..."

Süheyl yine itiraz eder:

"Vallahi, eğer bilsek ki sen Allah'ın Resulüsün, sana Beytullah'ı kapamazdık, seninle savaşmazdık da. Şöyle yaz: Muhammed İbnu Abdillah."

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

"Vallahi siz beni tekzib etseniz de ben kesinlikle Allah'ın Resûlüyüm. Bununla beraber, Muhammed İbnu Abdillah yaz!" buyurur ve devam eder:

"Bizimle Beytullah arasında çekilmeniz ve onu tavaf etmemiz şartıyla."

Süheyl itiraz eder:

"Vallahi hayır, (Biz size bu yıl tavafa izin versek), Araplar "bizim âniden emrivakiye geldiğimiz" hususunda dedikodu yapar. Ancak ziyareti gelecek yıl yapacaksınız" der. Böyle yazılır. Süheyl ilâve eder:

"Senin dinine de girse, bizden hiç bir erkeğin sana gelmemesi, gelirse iâde etmen şartıyla."

Müslümanlar bu şarta itiraz ederek:

"Sübhanallah! Bize iltica eden bir müslüman, müşriklere nasıl iade edilir?" derler. Bu halde iken Ebu Cendel İbnu Süheyl İbni Amr zincirleri arasında seke seke geldi. Mekke'nin aşağısındaki hapsedildiği yerden kaçmış, kendini müslümanların arasına atmıştı.

Süheyl:

"Ey Muhammed, bu, seninle üzerine anlaştığımız maddelerin ilk uygulaması olacak, bunu bana iade edeceksin!" dedi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

"Biz henüz anlaşmayı yazıp bitirmedik" buyurdu. Süheyl:

"Öyleyse, vallahi ben seninle hiç bir madde üzerine sulh yapamam!" dedi. Aleyhissalatu vesselam:

"Öyleyse şu Ebu Cendel'i bana bağışla da imza et!" buyurdu. Fakat Süheyl:

"Asla ben bunu sana bağışlamam" diye direndi. Aleyhissalatu vesselam:

"Hayır, hatırım için yap!" ricasında bulundu. Süheyl direndi:

"Asla yapmam!"

Mikrez İbnu Hafs atılıp:

"Biz onu sana müsaade ettik!" dedi. (Ancak imza yetkisine sahip olmadığı için Süheyl onu dinlemedi. Ebu Cendel teslim edilecekti.) Ebu Cendel radıyallahu anh:

"Ey müslümanlar, (nasıl olur?) Ben size müslüman olarak sığınmışım. Beni müşriklere teslim mi ediyorsunuz? Bana yaptıklarını görmüyor musunuz?" dedi. Ebu Cendel'e Allah yolunda çok işkenceler yapılmıştı.

Ömer İbnu'l-Hattab der ki: "(O gün, bu cereyan eden hadiseleri çok alçaltıcı bularak) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a gelip:

"Sen Allah'ın hak peygamberi değil misin?" dedim.

"Evet!" dedi.

"Biz hak üzere düşmanlarımızda batıl üzere değiller mi?" dedim.

"Evet" dedi.

"Öyleyse biz niye dinimiz uğrunda alçaklığı kabul ediyoruz" dedim.

"Ben Resûlullah'ım; (bu anlaşmayı imzalamakla) Allah'a asi olmuş da değilim. Allah yardımcımızdır!" dedi.

"Sen, bize (Medine'den çıkarken) Beytullaha gideceğiz, onu tavaf edeceğiz demedin mi?" dedim.

"Pek tabii, ama, sana bu yıl gideceksin dedim mi?" dedi.

"Hayır!" dedim.

"Sen mutlaka onu tavaf etmeye geleceksin!" buyurdu. Ben Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh'a geldim. "Ey Ebu Bekr! Bu adam Allah'ın hak peygamberi değil mi?" dedim.

"Elbette hak peygamberi!" dedi.

"Biz hak, düşmanlarımız da batıl üzere değiller mi?" dedim.

"Elbette (onlar batıl, biz haz üzereyiz)" dedi.

"Öyleyse, niye dinimiz için alçaklığı kabul ediyoruz?" dedim.

"Be adam! O Allah'ın Resûlüdür. (Bunu kabul etmekle) Rabbine isyan etmiş olmayacak da. Allah onun yardımcısıdır. Şu halde sen O'nun emrine sarıl. Allah'a yemin ederim o hak üzeredir!" dedi.

"O bize: "Ka'be'ye gideceğiz, onu tavaf edeceğiz" demiyor muydu?" dedim.

"Evet ama, sana bu yıl gideceksin dedi mi?" dedi.

"Hayır!" dedim.

"Sen ona gidecek, onu tavaf edeceksin!" dedi.

(Hedisi rivayet eden Zühri) der ki: "Hz. Ömer radıyallahu anh dedi ki:

"(O günki nezaketsiz çıkışımın günahını affettirmek için nice amellerde bulundum."

Anlaşmayı yazma işinden çıkınca, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ashabına:

"Kalkın kurbanlarınızı kesin, sonra da traş olun!" buyurdu. Ancak (müşriklerle yapılan bu antlaşmadan hiç kimse memnun değildi. Bu sebeple) kimse kalkmadı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, emrini üç kere tekrar etti. Yine kalkan olmayınca Ümmü Seleme radıyallahu anha'nın çadırına girdi. Ona halktan maruz kaldığı bu hali anlattı. O, kendisine:

"Ey Allah'ın Resulü! Bunu (yani halkın kurbanını kesip, traşını olmasını) istiyor musun? Öyleyse çık, Ashab'tan hiçbiriyle konuşma, deveni kes, berberini çağır, seni traş etsin!" dedi. Aleyhissalatu vesselam kalktı, hiç kimse ile konuşmadan bunların hepsini yaptı: Devesini kesti, berberini çağırdı, traş oldu.

Ashab bunları görünce kalktılar, kurbanlarını kestiler, birbirlerini traş ettiler. Ancak, bu sırada gam ve kederden birbirlerini öldüreyazdılar. Sonra bazı mü'mine kadınlar (Mekkelilerden kaçarak) geldiler. Allah Teâla Hazretleri, (onların geri verilmemesi için) şu ayeti indirdi: "Ey İman edenler, (kendi ifadelerince) mü'mine kadınlar muhacir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını iyi bilendir ya, fakat siz de mü'mine kadınlar olduklarına kail olursanız onları kafirlere geri vermeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. (Kafir zevcelerinin bu kadınlara) sarfettikleri (mehri) onlara (kafirlere) verin. sizin onları nikâhla almanızda, mehirlerini verdiğiniz takdirde, üzerinize bir günah yoktur..." (Mümtehine 10).

Hz. Ömer, ayet üzerine o gün cahiliye devrinde evlendiği iki hanımını boşadı. Birini Hz. Muaviye İbnu Ebu Süfyan nikahladı, diğerini de Safvan İbnu Ümeyye.

Sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Medine'ye döndü. Kureyş'ten Ebu Basir müslüman olarak Medine'ye iltica etti. Mekkeliler onu almak üzere arkasından iki adam gönderdiler.

"(Antlaşmada) bize verdiğin söz var, onu teslim et!" dediler. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm derhal onu onlara teslim etti. Bunlar Ebu Basir'i alıp gittiler. Yolda Zülhuleyfe nam mevkie gelince, (azıkları olan) hurmadan yemek üzere konakladılar. Ebu Basir onlardan birine:

"Vallahi şu kılıncı çok güzel görüyorum!" dedi. O, hemen kınından sıyırıp;

-Doğru! Vallahi pek harika! Onunla ne tecrübelerim var! dedi. Ebu Basir:

"Hele bir göster, daha yakından bakayım!" deyip kaptığıyla adama vurup öldürdü. Öbürü kaçıp Medine'ye geldi, koşarak Mescid'e girdi.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm onu görünce (yanındakilere):

"Bu adam her halde bir korku geçirmiş" dedi. Adam Aleyhissalatu vesselam'a gelince:

"Vallahi arkadaşım öldürüldü! Beni de öldürecek!" did. Ebu Basir radıyallahu anh da geldi.

"Ey Allah'ın Resûlü! Allah senin zimmetini (taahhüdünü) yerine getirdi, beni onlara iade ettin. Allah beni onlardan tekrar kurtardı" dedi. Aleyhissalatu vesselam:

"Harbi kızıştıranın anası ağlar. Keşke ona bir kişi daha olsa!" cevabını verir. Ebu Basir bu sözü işitince anlar ki, Aleyhissalatu vesselam onu yine iade edecek. Hemen oradan çıkıp deniz kenarına gelir (İs denen bir yere yerleşir).

Mekkelilerin elinden Ebu Cendel İbnu Suheyl de kurtulup Ebi Basir'e iltihak eder. Derken Kureyş'ten müslüman olan herkes Ebu Basir'e katılmaya başlar. Kısa zamanda orada bir grup teşekkül eder. Allah'a yemin olsun, Kureyş'ten Şam'a gitmek üzere bir kervanın haberini aldılar mı, ona saldırıp adamları öldürüyor, mallarına el koyuyorlardı.

Kureyş Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a elçi gönderip, allah'ın adını ve aralarındaki akrabalık bağlarını hatırlatarak, Mekke'den geleceklerin emniyette olacağını, yeter ki Ebu Basir ve arkadaşlarının yaptığı baskınların önlenmesini rica ettiler. (Bazı rivayette, bunu temin için Medine'ye çağırdı. bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "O size Mekke'nin karnında (hududu içinde), onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, onların ellerini sözden, sizin ellerinizi onlardan çekendi. Allah ne yaparsanız hakkıyla görücüdür. Onlar, küfreden, sizi Mescid-i Haram'dan ve alıkonulmuş hediyelerin mahalline ulaşmasından men edenlerdir. Eğer (Mekke'de) kendilerini henüz tanımadığınız mü'min erkeklerle mü'min kadınları bilmeyerek çiğneyip de o yüzden size bir vebal isabet edecek olmasaydı (Allah size fetih için elbette izin verirdi). (Bunu) kimi dilerse, onu rahmetine kavuşturmak için (yaptı). Eğer onlar seçilip ayrılmış olsalardı biz onlardan küfredenleri muhakkak elem verici bir azaba giriptar etmiştik bile. O küfredenler kalplerine o taassubu, o cahillik taassubunu yerleştirdiği sırada idi ki hemen Allah, Resûlünün ve mü'minlerin üzerine kuvve-i maneviyesini indirdi, onları takva sözü üzerinde durdurdu. Onlar da buna çok layık ve buna ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (Feth 24-26).

Buhari, Şurüt 15, 1, Hacc 106, Muhsar 3, Megazi 35, Tefsir, Mümtahine 2; Ebu Davud, Cihad 168, (2765, 2766), Sünnet 9, (4655).

***

3225 - Yine Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Bir adam boş bir arazide giderken bulut içinden gelen bir ses işitti: "Falancanın bahçesini sula!" diyordu. O bulut uzaklaşarak suyunu bir ketire (kayalığa) boşalttı. Derken oradaki sel yollarından biri bu suların tamamını akıtmaya başladı. Adam da suyun istikametini takiben yürüdü. Bir müddet sonra, suyu bahçesine çevirmek üzere elinde bir kürek, çalışan bir adam gördü. Ona:

"Ey Allah'ın kulu ismin ne?" diye sordu.

"Falan!" dedi. Bu isim, adamın buluttan işittiği isimdi. Bu sefer o sordu:

"Ey Allah'ın kulu, peki sen benim adımı niye sordun?"

"Ben sana şu suyu getiren buluttan bir ses işitmiştim, senin ismini söyleyerek "Falanın bahçesini sula!" diyordu. Sen bahçede ne yapıyorsun?"

"Madem ki sordun söyleyeyim. Ben bu bahçeden çıkan mahsule nezaret ederim. Ondan çıkan mahsulün üçte birini tasadduk ederim. Üçte birini ben ve ailem yeriz, üçte birini de bahçeye iade ederim" dedi."

Müslim, Zühd 45, (2984).

***

4214 - Bir başka rivayette şöyle der: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm yahudi Ebu Rafi'e, Ensar'dan bir grup adam gönderip, başlarına da Abdullah İbnu Atik'i koydu.

Ebu Rafi', Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a eza veriyor ve aleyhinde çalışmalar yapıyordu. Ebu Râfi', Hicaz bölgesindeki kendine has bir kalede oturuyordu. Kaleye yaklaştıkları zaman güneş batmıştı. Halk artık sürüleriyle dönüyordu.

Abdullah arkadaşlarına: "Siz burada oturun ve yerinizden ayrılmayın. Ben gidip, kapıcılara biraz iltifat edip, içeri girme imkanı arayacağım" dedi ve ilerledi. Kapıya kadar geldi. Kaza-yı hacet yapıyormuş gibi elbisesini toparladı. İnsanlar içeri girmişti. Kapıcı seslendi:

"Ey Allah'ın kulu, girmek istiyorsan gir. Kapıyı kapatacağım (çabuk ola)" dedi.

Ben de girdim ve (bir köşeye) gizlendim. Halk tamamen girince kapıyı kapattı. Sonra da anahtarları bir kazığa taktı.

Ben (müsait bir anda) kalkıp anahtarları alıp kapıyı açtım. Ebu Rafi evinde gece sohbeti yapıyordu. Ve hususi bir köşkte idi.

Sohbet arkadaşları dağılınca, yanına çıktım. Her bir kapıyı açıp girdikçe içeriden üzerime kapadım. "Eğer halkın haberi olur da beni öldürmeye azmederlerse, ben Ebu Rafi'i öldürmeden ona ulaşamasınlar" diye böyle yaptım. Sonunda yanına kadar geldim. Köşkün ortasında yer alan karanlık bir odadaydı. Ancak, odanın neresinde olduğunu bilemiyordum.

"Ebu Râfi" diye seslendim.

"Kim o?" dedi. Sese doğru yöneldim. Heyecan içerisinde bir kılıç darbesi indirdim, ama boşa gitti. Adam bir çığlık attı. Hemen odadan çıktım. Azıcık bekleyip tekrar girdim. (Sesimi değiştirip, yardıma gelmiş gibi:)

"O ses de ne? ey Ebu Râfi" dedim.

"Kahrolası, odada biri var, az önce bana kılıç vurdu" dedi.

(Yerini iyice keşfetmiştim), bir darbe daha indirdim. Yaraladım, fakat öldüremedim. Sonra kılıcın ucunu karnına sapladım, sırtına kadar dayandı. Öldürdüğümü anladım. Geri dönüp, kapıları teker teker açmaya başladım. Merdivene kadar geldim. Ayağımı bastım. Yere kadar ulaştığımı zannettim. Ay ışığıyla aydınlık bir gecede düştüm. Bacağım kırıldı. Sarığımla sardım. Sonra gidip kapının önüne oturdum. Onu gerçekten öldürdüm mü, öğreninceye kadar bu gece kaleden dışarı çıkmayacağım" dedim.

Horozlar ötünce, surların üzerinden ölüm ilan edildi. Ölüm habercisi:

"Hicaz ahalisinin tüccarı Ebu Rafi'nin ölümünü duyuruyorum!" diye bağırıyordu. Ben hemen arkadaşlarımın yanına gittim.

"Zafer! dedim, Allah Ebu Rafi'in canını aldı!"

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldim, olup biteni anlattım. Bana:

"Uzat ayağını!" buyurdular. Ben de ayağımı uzattım. Meshediverdi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi hiçbir rahatsızlık kalmadı."

Buhari, Megazi 16, Cihad 155).

***

4251 - Sa'd İbnu Ebi Vakkas radıyallahu anh anlatıyor. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Fetih günü dört erkek iki kadın dışında, herkese (hayatını bağışladı ve) eman tanıdı. Bu dörtler arasında İbnu Ebi Sarh da vardı. Hz. Osman'ın yanında saklandı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm halkı, kendisine biat etmeye çağırınca, Hz. Osman radıyallahu anh onu da getirip Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında durdurdu ve:

"Ey Allah'ın Resûlü! Abdullah'tan biat al!" dedi. Aleyhissalatu vesselam, (hiç ses çıkarmadan) üç sefer başını kaldırıp ona baktı. Her seferinde bey'at'tan imtina ediyordu.

Üç seferden sonra, onunla da biat etti. Sonra ashabına yönelip:

"İçinizde, elimi bey'at için vermekten imtina ettiğimi görünce kalkıp öldürecek aklı başında bir adam yok muydu?" buyurdular. Ashab:

"İçinizden geçeni nasıl bilelim. Keşke bize gözünüzle bir imada bulunsaydınız!" dediler. Bunun üzerine:

"bir peygambere hain gözlü olmak yaraşmaz!" buyurdular.!"

Ebu Davud der ki: "Abdullah, Hz. Osman'ın süt kardeşiydi."

Ebu Davud, Cihad 127, (2683); Nesai, Tahrimu'd-Dem 14, (7, 105, 106).

***

4959 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz. İsa İbnu Meryem aleyhima's-selam, Cüreyc'in arkadaşı.

Cüreyc, kendini ibâdete vermiş âbid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibadetle meşguldü. Derken bir gün annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu.

"Ey Cüreyc! (Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim)" diye seslendi. Cüreyc:

"Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?" diye düşündü). Namazına devama karar verdi.

Annesi çağırmasını (her defasında üç kere olmak üzere) üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda:

"Allahım, kötü kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Beni İsrail, aralarında Cüreyc ve onun ibadetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zâniye bir kadın vardı.

"Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi.

Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(nın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zina yaptı ve hâmile kaldı. Çocuğu doğurunca:

"Bu çocuk Cüreyc'ten!" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, (hakaretler ettiler), kendisini de dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara:

"Derdiniz ne?" diye sordu.

"Şu fahişe ile zina yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc:

"Çocuk nerede, (getirin bana?)" dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc:

"Bırakın beni, namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve:

"Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise:

"Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar.

(Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın:

"Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve:

"Allahım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı."

Ebu Hureyre der ki: "Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ı, şehadet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim."

(Resulullah anlatmaya devam etti:)

"(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir câriye vardı. Onu dövüyorlar ve:

"(Seni zâni seni!) Zina yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Câriye ise:

"Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi:

"Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, câriyeye baktı ve:

"Allahım beni bunun gibi yap!" dedi. İşte burada anne-evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: (Anne dedi ki:

"Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap" dedim. sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan cariyeyi döverek, zina ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma" dedim. sen ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedin).

Oğlu şu cevabı verdi:

"Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanımızdan bu câriyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zina ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma!" dedin. Ben ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım:) O atlı adam cebbâr zalimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!" dedim. "Zina ettin, hırsızlık ettin!" dedikleri şu zavallı cariye ise ne zina yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Allahım beni bunun gibi yap!" dedim."

Buhari, Enbuya 50, Amil fi's-Salât 7; Müslim, Birr 7, 8, (2550). Metin Müslim'den alınmadır.

***

4958 - Hz. Süheyb radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca Kral'a: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder de sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti. Artık sihirbaza gittikçe, râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu.

(Bir gün) delikanlıyo sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu râhibe şikayet etti. Rahip ona:

"Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu.

O bu halde (devam eder) iken, insanlara mani olmuş bulunan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine:)

"Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, rahip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve:

"Allahım! Eğer râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür de insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı râhibe gelip durumu anlattı. Rahib ona:

"Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertdebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu kralın gözlyeri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da:

"Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.

Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral:

"Gözünü sana kim iade etti?" diye sordu.

"Rabbim!" dedi. Kral:

"Senin benden başka bir Rabbin mi var?" dedi. Adam:

"Benim de senin de Rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona:

"Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan:

"Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!" dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine râhip getirildi. Ona:

"Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da:

"Dininden dön!" denildi. O da imtina etti. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti.

"Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan:

"Allahım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi.

"Allah, onlara karşı bana kifayet etti" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve:

"Bunu bir gemiye götürün. denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada:

"Allahım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifayet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral:

"Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan.

"Allah onlara karşı bana kifayet etti" dedi. Sonra Kral'a:

"benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan:

"İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra:

"Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk:

"Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve:

"Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlannın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral:

"Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "sen at!" diye emir verildi.

İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu:

"Anneciğim sabret. zira sen hak üzeresin!" dedi."

Müslim, Zühd 73, (3005); Tirmizi, Tefsir, Bürûc, (3337).

***

4957 - İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Hz. İbrahim beraberinde Hz. İsmail aleyhimasselam ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu halde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. Hz. İbrahim, kadını Beyt'in yanında, Devha denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Mescid'in yukarı tarafında ve Zemzem'in tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke'de kimse yaşamıyordu, orada hiç su da yoktu. İşte Hz. İbrahim anne ve çocuğunu buraya koydu, yanlarına, içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tuluk bıraktı.

Hz. İbrahim aleyhisselam bundan sonra(emr-i ilahi ile) arkasını dönüp (Şam'a gitmek üzere) oradan uzaklaştı. İsmâil'in annesi, İbrahim'in peşine düştu (ve ona Kedâ'da yetişti).

"Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?" diye seslendi. bu sözünü birkaç kere tekrarladı. Hz. İbrahim, (emir gereği) ona dönüp bakmadı bile. Anne, tekrar (üçüncü kere) seslendi:

"Böyle yapmanı sana Allah mı emretti?" dedi. Hz. İbrahim bunun üzerine: "Evet!" buyurdu. Kadın:

"Öyleyse (Rabbimiz hafizimizdir), bizi burada perişan etmez!" dedi, sonra geri döndü. Hz. İbrahim de yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesine) gelince Beyt'e yöneldi, ellerrini kaldırdı ve şu duaları yaptı: "Ey Rabbimiz! Ailemden bir kısmınnı, senin hürmetli Beyti'inin yanında, ekinsiz bir vâdide yerleştirdim -namazlarını Beyt'inin huzurunda dosdoğru kılsınlar diye-. Ey Rabbimiz! Sen de insanlardan mü'min olanlarrın gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerle rızıklandır ki, onlar da nimetlerinin kadrini bilip şükretsinler" (İbrahim 37).

İsmail'in annesi, çocuğu emziriyor, yanlarındaki sudan içiyordu. Kaptaki su bitince susadı, (sütü de kesildi), çocuğu da susadı (İsmail bu esnada iki yaşında idi). Kadıncağız (susuzluktan) kıvranıp ızdırap çeken çocuğa bakıyordu. onu bu halde seyretmenin acısına dayanamayarak oradan kalktı, kendisine en yakın bulduğu Safa tepesine gitti. Üzerine çıktı, birilerini görebilirmiyim diye (o gün derin olan) vadiye yönelip etrafa baktı, ama kimseyi göremedi. safa'dan indi, vadiye ulaştı, entarisinin eteğini topladı. Ciddi bir işi olan bin insanın koşusuyla koşmaya başladı. Vadiyi geçti. Merve tepesine geldi, üzerine çıktı, oradan etrafa baktı, bir kimse görmeye çalıştı. Ama kimseyi göremedi. bu gidip-gelişi yedi kere yaptı. İşte (hacc esnasında) iki tepe arasında hacıların koşması buradan gelir.

Anne, (bu sefer) Merve'ye yaklaşınca bir ses işitti. Kendi kendine: "Sus" dedi ve sese kulağını verdi. O sesi yine işitti. Bunun üzerine:

"(Ey ses sahibi!) sen sesini işittirdin, bir yardımın varsa (gecikme)!" dedi. Derken Zemzem'in yanında bir melek (tecelli etti). Bu Cebrail'di. Cebrail kadına seslendi: "Sen kimsin?" Kadın: "Ben Hâcer'im, İbrahim'in oğlunun annesi..."

"İbrahim sizi kime tevkil etti?"

"Allah Teâla'ya."

"her ihtiyacınızı görecek Zât'a tevkil etmiş."

Ayağının ökçesi -veya kanadıyla- yeri eşeliyordu. Nihayet su çıkmaya başladı. Kadın (boşa akmaması için) suyu eliyle havuzluyordu. Bir taraftan da sudan kabına doldurdu. Su ise, kadın aldıkça dipten kaynıyordu."

İbnu Abbas radıyallahu anhüma dedi ki: "Allah İsmail'in annesine rahmetini bol kılsın, keşke zemzemi olduğu gibi akar bıraksaydı da avuçlamasaydı. Bu takdirde (zemzem, kuyu değil) akar su olacaktı."

Kadın sudan içti, çocuğunu da emzirdi.

Melek, kadına:

"Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zira, Allah Teâla Hazretleri'nin burada bir Beyt'i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah Teâla Hazretleri o işin sahiplerini zayi etmez!" dedi. Beyt yerden yüksekti, tıpkı bir tepe gibi. Gelen seller sağını solunu aşındırmıştı.

Kadın bu şekilde yaşayıp giderken, oraya Cürhüm'den bir kâfile uğradı. Oraya Kedâ yolundan gelmişlerdi. Mekke'nin aşağısına konakladılar. Derken orada bir kuşun gelip gittiğini gördüler.

"Bu kuş su üzerine dönüyor olmalı, (burada su var). Halbuki biz bu vadide su olmadığını biliyoruz!" dediler. Durumu tahkik için, yine de bir veya iki atik adam gönderdiler. Onlar suyu görünce geri dönüp haber verdiler. Cürhümlüler oraya gelip, suyun başında İsmail'in annesini buldular.

"Senin yanında konaklamamıza izin verir misin?" dediler. Kadın:

"Evet! Ama suda hakkınız olmadığını bilin!" dedi. Onlar da:

"Pekala!" dediler. Aleyhissalâtu vesselam der ki:

"Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif İsmail'in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler. Sonra geride kalan adamlarına haber saldılar. Onlar da gelip burada konakladılar. Zamanla orada çoğaldılar. Çocuk da büyüdü. Onlardan Arapça'yı öğrendi. Büyüdüğü zaman onlar tarafından en çok sevilen, hoşlanılan bir genç oldu. Büluğa erince, kendilerinden bir kadınla evlendirdiler. Bu sırada İsmail'in annesi vefat etti.

Derken Hz. İbrahim aleyhisselam, İsmail'in evlenmesinden sonra oraya gelip, bıraktığı (hanımını ve oğlunu) aradı. İsmail'i bulamadı. Hanımından İsmail'i sordu. Kadın:

"Rızkımızı tedarik etmek üzere (avlanmaya) gitti" dedi. Hz. İbrahim, bu sefer geçimlerini, hallerini sordu. Kadın:

"Halimiz fena, darlık ve sıkıntı içindeyiz!" diyerek şikayetvari konuştu. Hz. İbrahim:

"Kocan gelince, ona benden selam etve "kapısının eşiğini değiştirmesini" söyle!" dedi. İsmail geldiği zaman, sanki bir şey sezmiş gibiydi:

"Eve herhangi bir kimse geldi mi?" diye sordu. Kadın:

"Evet şu şu evsafta bir ihtiyar geldi. senden sordu, ben de haberini verdim, yaşayışımızdan sordu, ben de sıkıntı ve darlık içinde olduğumuzu söyledim" dedi. İsmail:

"sana bir tavsiyede bulundu mu?" dedi. Kadın:

"Evet! sana selam söylememi emretti ve kapının eşiğini değiştirmeni söyledi!" dedi. İsmail:

"Bu babamdı. seninle ayrılmamı bana emretmiş. Haydi artık ailene git!" dedi ve hanımını boşadı. Cürhümlülerden bir başka kadınla evlendi.

Hz. İbrahim onlardan yine uzun müddet ayrı kaldı. Bilahare bir kere daha görmeye geldi. Yine İsmail'i evde bulamadı. Hanımının yanına gelip, İsmail'i sordu. Kadın:

"Maişetimizi kazanmaya gitti!" dedi. Hz. İbrahim:

"Haliniz nasıldır?" dedi, geçimlerinden, durumlarından sordu. Kadın:

"İyiyiz, hayır üzereyiz, bolluk içindeyiz" diye Allah'a hamd ve senada bulundu.

"Ne yiyorsunuz?" diye sordu. Kadın:

"Et yiyoruz!" dedi.

"Ne içiyorsunuz?" diye sorunca da:

"Su!" dedi. Hz. İbrahim:

"Allahım, et ve suyu haklarında mübarek kıl!" diye dua ediverdi." Aleyhissalatu vesselam der ki:

"O gün onların hububatı yoktu. Eğer olsaydı Hz. İbrahim, hububatları için de dua ediverirdi."

İbnu Abbas der ki: "Bu iki şey (et ve su) Mekke'den başka hiçbir yerde Mekke'deki kadar sıhhata muvafık düşmez (karın sancısı yaparlar). (Bu, Hz. İbrahim'in duasının bir bereketi ve neticesidir).

(Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Hz. İbrahim'den anlatmaya devam etti:)

"İbrahim (İsmail'in hanımına) dedi ki:

"Kocan geldiği zaman, benden ona selam söyle ve kapısının eşiğini sabit tutmasını emret!" (Çünkü eşik, evin dirliğidir).

"Hz. İsmail gelince (evde babasının kokusunu buldu ve) "yanınıza bir uğrayan oldu mu?" diye sordu. Kadın:

"Evet, bize yaşlı bir adam geldi, kılık kıyafeti düzgündü!" dedi ve (ihtiyar hakkında) bir kısım övgülerden sonra:

"Benden seni sordu. Ben de haber verdim. Yaşayışımızın nasıl olduğunu sordu, ben de hayır üzere olduğumuzu söyledim!" dedi. İsmail:

"Sana bir tavsiyede bulundu mu?" diye sordu. Kadın:

"Evet sana selam ediyor, kapının eşiğini sabit tutmanı emrediyor" dedi. Hz. İsmail:

"Bu babamdı. Eşik de sensin, seni tutmamı, evliliğimizin devamını emrediyor! (Sen yanımda değerli idin, kıymetin şimdi daha da arttı" der ve kadın İsmail'e on erkek evlad doğurur.)

Sonra, Hz. İbrahim Allah'ın dilediği bir müddet onlardan ayrı kaldı. Derken bir müddet sonra yanlarına geldi. Bu sırada Hz. İsmail Zemzem'in yanındaki Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp karşılamaya koştu. Baba-oğul karşılaşınca yaptıklarını yaptılar (kucaklaştılar, el, yüz, göz öpüldü).

Sonra Hz. İbrahim:

"Ey İsmail! Allah Teâla Hazretleri bana ciddi bir iş emretti" dedi. İsmail de:

"Rabbinin emrettiği şeyi yap!" dedi. Hz. İbrahim:

"Bu işte bana sen yardım edecek misin?" diye sordu. O da:

"Evet sana yardım edeceğim!" diye cevap verdi. Bunnun üzerine Hz. İbrahim:

"Allah-Teâla Hazretleri, bana burada bir Beyt yapmamı emretti!" diyerek etrafına nazaran yüksekçe bir tepeyi gösterdi."

(İbnu Abbas) dedi ki: "İsmail'le İbrahim işte orada Ka'be'nin (daha önceki) temellerini yükselttiler. Hz. İsmail taş getiriyor, Hz. İbrahim de duvarları örüyordu. Bina yükselince, Hz. İsmail, babası için (bugün Makam olarak bilinen) şu taşı getirdi. Yükselen duvarı örerken, Hz. İbrahim (iskele olarak) onun üstüne çıkıyordu. İsmail de ona (aşağıdan) taş veriyordu. Bu esnada onlar:

"Ey Rabbimiz! (Bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" diyorlardı."

İbnu Abbas der ki: "Hz. İsmail ve Hz. İbrahim binayı yaparken (zaman zaman) etrafında dolaşarak: "Ey Rabbimiz (bu hizmetimizi) bizden kabul buyur! Sen gören ve bilensin!" (Bakara 127) diye dua ediyorlardı."

Buhari, Enbiya 8.

Vahdet-i Vücud / Varlığın Birliği Ne Demektir...

Bütün bu incelikleri ancak; Allah ve Rasûlü'nün yolunda ittibâ
edenler Allah ve Rasûlü'nün bildirdiklerine çelişmeyecek tarzda
anlatanlar idrâk edebilir.

Allah Celle ve Alâ; «Ben, kâinatı, arşı, insanı ve bütün varlıkları
yarattım» diyor. Hayır efendim, "âlemde hiçbir şey yoktur, yalnızca ALLAH
mevcuttur..." veya "Allah âlem'in bâtınında ve zahirinde görünmektedir.."
denilebilir mi?.. Tâbi ki Hayır!. Ancak, >>varlık Allah'ın sıfatlarının
gölgesidir<<.. >>Dolayısıyla<<, âlemde Allah'ın "El- Bâtın" isminin tecellisi batini ve "Ez-Zâhir" isminin tecellisi zahiri olmak yönüyle, âlem'in batini ve zahiri özellikleri >>o isimlerin hakikâtlarinde<< >>sabit olan<< hakikâtlarıdır. ----------*** Araya girerek bir noktayı belirtmek isterim kardeşlerim : Yani Rabbimiz alem ismi altında kendi sıfatlarını derecelemiş ve kendi Zatında ise elbette sınırsızdır..Ve bu derecelendirmesine göre O'nun üflemesi olan bizim Zatımız (ruhumuz) aleme dahil olan nefsimiz mertebesinde bu tecellilerden nasiblenmekte yükselmekte veya celal yönlü isimlerinden örneğin zarar verici (ed-dar) isminden nasiplenmektedir. Nasiplenmek dedim çünkü ed-dar ismi her ismin tecellisinde olduğu gibi bizi (iman edenleri) ancak yine O'na yöneltir. Bir müslüman kardeşi düşünelim ki ed-dar isminden bir insan tokadı derecesinde nasiplendi. Bu onda ancak kendi nefsinin mertebesinde yani ilminde olarak Allah'a yaklaştırır. Fakat ed-dar isminin gölgesi koyulaşırsa artık o kişi için tokadın nereden geldiği aşikar olacağı için Allah'a yakınlaşması da o derece yüksek olacaktır..Ve belki işte tokadı tokat olarak deil de Allah'ın cezası olarak bilecek; bu da elbette onda farklı bir hal meydana getirecek nefsini sorgulamaya dönüşecektir. Nefsini sorgulayan, Allah'ın lütfu gereği sınırsız cemalinden sınırsıza doğru nasiplenecektir. Ve yükseldikçe herşeyin Ondan ve asli itibariyle de varlığın Ondan başkasına ait olmadığını kendi mertebesince idrak edecektir. Bu örneği Cemal ismi yönünden düşünürsek Efendimizin s.a.v. miracını hiç aklımızdan çikarmamak gerek. Düşünelim.. Öyle bir tecelli ki artık sıfatlar Zattan ayrı bir tecelligahta olmaz. Ve idrak artık sıfatlarda değil kesin bir iman ve ilim neticesinde Zat'a bağlanır... Bunu şimdiden >>bilir<< ve >>bağlantıları doğru idrak eder isek<< bizim için bu Allah'a yakınlığın ilk ve yeterli son adımı olacaktır... Ve bu adım O'nun kendi zatından üflemesiyle var olmuş zatımızda yani ruhumuzda sabitlensin. Nefsimizde gidip gelmesin perdelenmesin .. Nefsinden arınan O'nun ruhuna, ruhuyla sessiz ve çıplak erer.. O'nun nefsine ermek nasıl olsun? O'nun nefsi sınırsızdır.. Kendi zatımızda Allah hepimize sıfatlarını Zatından görebilme idrakini sağlayacak tecrübeler yaşatsın.. Ki o sınırsız ilim sahibidir.. Amin. ***------------- Ayrıyetten şunu da belirtmekte fâide vardır. Zira Esmalar Uluhiyet Makamında her birisi diğerinin aynıdır. İşte bu cihetle "Vahdet-i Vücûd" denmektedir. ------------*** Burada "Vahdet-i Vücûd" bir teori ve dillerde söylenen bilinmişliğiyle değil varlığın birliği anlamında söyleniyor. ***------------ Yani, Esma ve Sıfatlar, >>Zât-i İlâhinin varlığında<< her biri bir >>diğerinin aynıdır.<< Orada isimlerde taaddüt yoktur. Ve Zâtta bütün Esmalar birbirinin aynıdır. Âlemde ki tecellilere gelince, bu varlıkların istidadına göre açığa çıkmaktadır. Öyle ise, varlıkta açığa çıkan isim ve Sıfatların özellikleri Hak'kın isim ve Sıfatlarının aynı değildir. Meselâ; insanda açığa çıkan ilim Hakkın İlim Sıfatının tecellisidir, fakat Hak'kın ilmi, diğer bütün Sıfatların aynı olduğu gibi Ezelî ve Ebedi'dir, >>fikir yoluyla elde edilmiş değildir.<< Bizim ilmimiz ise, sonradan olma olduğundan Ezelî ve Ebedî değildir. Ayrıca bizde açığa çıkan ilim, bizim diğer sıfatların aynı da değildir. Şayet, "bizden açığa çıkan sıfatlar ve özellikler Hakkın Sıfat ve özellikleridir" dersek Hakkı kayıt altına sokmuş oluruz.. Bu da apaçık olarak Tevhîd'e aykırıdır. Zât-ı İlâhî'yi kayıt altına aldıktan sonra tenzîh'in ne anlamı kalır...???!!! Yıldızların Mevki Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) ******************************************************************************** http://jonasclean.blogspot.com/2010/01/tasavvuftekbirvahdet-i-vucud-varlgn.html http://jonasclean.blogspot.com/2010/02/yalnzdk-hep-huzurunda.html http://jonasclean.blogspot.com/2009/08/tekvahdet-i-vucudvarlgn.html http://jonasclean.blogspot.com/2008/06/vahdet-i-vcud-ve-tasavvuf-bykleri.html (şimdilik blog içinden seçebildiklerim bu kadar. Daha pek çok var fakat toparlayıp bir araya getiremedim şimdi. Madem ilgilisin, o halde zaten bir olanı birlemen zor olmayacaktır.) ******************************************************************************** -siz şimdi kainatın tamamı ALLAHIN bir parçasımı diyorsunuz bunu söyle- DİYORSUN! Bunu cehaletinden soruyorsun..Bunun böyle olmadığını sen de gayet madem iyi biliyorsun, madem imanın var, sorma! Eğer vahdet-i vücud nedir öğrenmek istiyorsan kimseyi itham etmeden sor..Herşeyi bilseydi her iman eden, Allah "ilimde derinleşenler" die bir ayrı kelam etmezdi Şimdi kardeşini iyi dinle Nefsini bi kenara koy dikkatli dinle. Allah mekandan münezzehtir... Mekandan münezzeh demek, mekanın dışında demek derken, O'nun bir cismi var da mekandan bağımsız hareket ediyor demek değildir.. Çünkü eğer öyle olsaydı cinler de bizim bulunduğumuz mekandan münezzehtirler.. Allah hiçbir şeye benzemez ! Fakat bildiğin üzere cinler bizim mekanımıza geçebiliyorlar.. Hz Süleyman'la ilgiliayetlerden veya diğer aktarılanlardan bilirsin.. Ya da melekler örneğin kendi vücudları bulunduğu halde bizim mekanımıza insan bedeniyle veya bizim bilmediğimiz biçimde de olsa gelebiliyorlar ve yanımızdalar..Mekan bitişik..Ki mekanları ayrıdır..Algılarımızın acziyeti itibariyle.. Allah hiçbir şeye benzemez ! Birde mekan kavramı senin vücuduna da işaret eder..Çünkü ruhun vücud mekanının içinde..Yani senin birincil mekanın vücudundur.. Dikkat et Allah hiçbir şeye benzemez ! Eğer doğru şekilde iman ediyorsan ki ediyorsun..O halde bi kere Allah'ın hiçbişekilde herhangi bir anlamda mekanla sınırlı olmadığını idrak et ! Nefsine uymadan dikkatli dinle ! "Kıyamet günü, insanların Allah'a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, âdil imamdır. Kıyamet günü, insanların Allah'a en menfuru O'ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim sultandır." Tirmizî, Ahkâm 4, (1329). Dikkat et iyi anla ! Cennet mekandır! Cehennem mekan! Biliyoruz ki Allah mekandan münezzehtir..O halde nasıl olur da O şahdamarından yakın olduğu halde mekan olarak cehennem O'na uzak ve Cennette O'na yakın olur insan ? Ve dünyada O mekandan münezzehken biz O'na nasıl yakın oluyoruz bir mekandayken... Şimdi deniyor ki burda Vahdet-i Vücudun zıttı bir şeymiş gibi Allah Zatıyla mekandan münezzeh sıfatlarıyla bizimledir..İlmiyle Merhametiyle Kudretiyle örneğin.. Peki O yüceler yücesi tüm sıfatlarıyla Alemde hükümranken nasıl olur da Zatına mekan engel olur ! O'nun bir cismi mi vardır ki O bize verdiği ölçülerle hesaba gelsin şurada burada olsun! Belki yine anlamayacaksın ama ben Allah rızası için anlatıyorum ! Allah ne zatıyla ne de sıfatlarıyla bize uzak değildir ! Ve O bize mekan yarattığı vücudumuza kendi söylediği gibi Ruhundan üflemiştir ! Allahın onu çevreleyen bir vücudumu var -ki bu acziyet olur, Allah -herşeye- gücü yetendir- Ruhu haşa o vücudun içinde olsun da dünyaya insin çıksın! Demek O iman eden ve bildirilenler için! ENGELSİZ SINIRSIZ ! bilmeyenler için HAŞA sınırlı ! ve uzak ! Senin ruhun Ondan bir nefes ! Dikat et ! O seni yaratışına göre değil, kendi Allahlığıyla Allahtır ! Senin ruhun Onun üflediği ruhtur ! O halde biliyorsan, Allah'a Zati olarak nasıl uzak nasıl ayrı olursun ! Tekrar soruyorum O bir mekanla sınırlı olabilir mi ! İlimde derinleşesin diye soruyorum ! Allah'a herhangi bir şey engel olabilir mi ! Yok olabilir dersen bu nasıl Tenzihtir ! Allah hiçbişeye benzemez ! O ruhundan üfledi de sen sonra oldun ! ALLAH BİR CİSİM Mİ Kİ SANA ÜFLEDİĞİ RUHU CİSİM OLSUN ! YA DA O'NUN RUHU SENİN GİBİ BİR HÜKME Mİ BAĞLI Kİ BİR CİSİMDE SIKIŞSIN! HÜKÜMRAN KİM ! ÜFLEMEK BİR MİSAL, ORTAYA ÇIKARDIĞI VARLIĞI KENDİNE YAKIN KILIŞINA BİR SEMBOLİK KIYAS ! Onu tanımazsan ! İSİMLERİNİ BİLMEZSEN ! Elbette O'nu bilemezsin ! Elbette O sana mekan olarak uzak olur ! Şu cisim sandığın şey de sırf O'nun yaratmasıdır ! Başka değil ! Zaten ancak O diler de oluyorsa bir şey bu hesap neyin hesabı ! Allah nasıl zatıyla yarattığından uzak olsun ! Sen bilmezsen uzak ! Bilirsen yakın ! BİLDİRİRSE YAKINSIN ! DİKKAT ET ! İMAN ETİĞİN KURANDA BİLDİRDİKLERİ AÇIKTIR! BİL ! ALLAH HİÇBİR ŞEYE BENZEMEZ ! HİÇBİŞEYDEN DE UZAK OLMAZ ! O'NA NE ENGEL OLABİLİR VÜCUDUN MU ! O'NA NASIL UZAK OLASIN ! O MAZHAR KILDIĞI CİSME RUHUNDAN ÜFLEDİ DE SENİ VAR KILMADI MI ! DİLERSE UZAK OLURSUN DİLERSE YAKIN ! O'NA NE ENGEL OLABİLİR! TA Kİ SEN BİLMİŞ OL ! İŞTE VARLIĞIN >BİR< LİĞİ BUDUR !

Cennet ve cehennemi yaratmamış olsa bile,..

Cennet ve cehennemi yaratmamış olsa bile,İzzet ve Celâl sahibi Allah, korkulmaya ve ümit beslenmeye lâyıktır.

Sırf zatını ve rızasını taleb ederek O’na itaat ediniz.

Üzerinizde ne O’nun lütuf ve ihsanının düşüncesi bulunsun, ne de azabınınendişesi.

O’na kulluk; emirlerine boyun eğmek, yasaklarından kaçınmak ve takdirlerine karşı sabırlı olmakla mümkündür.

O’na dönünüz.

Abdulkadir Geylani (r.a.)

Dış kabuğunuzu bir yana atar, özünüze bakarım.

Ben özle olurum,dış kabukla işim yoktur. Şu dış kalıp kabuktur,öz onun
içindedir.Dış cepheniz beni pek ilgilendirmez, onun gelişmesine
bakmam. Benim için önemli olan öz varlığınızdır. Dış kabuğunuzu bir yana
atar, özünüze bakarım. Peygamber kaynağına lâyık oluncaya kadar sizi
bırakmam.

İLAHİ ARMAĞAN/
HZ.PÎR Abdulkadir Geylani

Nasıl Ruhun Hayalde; bedenin yok olur.

Nasıl Ruhun Hayalde; bedenin yok olur. Aldanma..Dünyada da öyle Aziz Ruhun kardeşim..

Boşuna Diklenme Bir Şey Değilim Diyerek...

Boşuna diklenme bir şey değilim diyerek..Sen zaten şey değilsin...

Uslandır tenezzül eyle

Nerden çıktın karşıma?
Uçurdun uzaklara
Baharda yazda kış olunca
Uçtum uçtum uç oldum
Bir topacık suç oldum
Ben ben oldum bizler oldum
Bizden de geçtim hiç oldum
Öldürmedim bak kendimi
Uslandır tenezzül eyle
İnanmayanlar elendiler
Ben hep seni düşündüm
Baharda yazda kış olunca
Uçtum uçtum uç oldum
Bir topacık suç oldum
Sevmeyenler elendiler
Ben hep seni düşündüm
Baharda yazda kışta
Düşün düşün düş oldum
Seni gördüm aşık oldum

O, Batın olmasa..Settar olmasa..

senin halin ya nice olur..

Settar /Batın /Zahir...

Allahtan istediğin, yaptığındır.
Allah'ın senin için ne yaptığına bak.
Böyle yaptığında O'nu zikretmiş oldun..
O Settardır..
Senin için yapacağı en güzel şey de
sana kendisini zikrettirmektir.
O Batın...
Hangi mertebede olursan ol
O sana Settar..
ve Batın.
ve Zahir olandır...

İlim Sabit, Hal Gidicidir..

Allah ilmi sadece sevdiğine, hali sevdiğine ve sevmediğine verir. Çünkü ilim sabit, hal gidicidir.

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)

***
Makam sahibi hüküm vermek isterse, bu inişin makamına tesir edeceğini bilmezse hale iner. Çünkü hüküm vermek hallere aittir. Kişi gerçek bir şeyhten bu makam sahibinin (İlim ve marifet makamı) bütün makamların sahibi olduğunu işittiğinde, onun hali değil ilmi artar. Çünkü kamil kişi, makamda yükseldiğinde hali eksilir. Müşahede Haktan başka'yı görmekten alıkoyduğu gibi, makam da halleri giderir.

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)

***

(Mektubat-ı Rabbani'den bir mektuptur burdan aşağı kısmı)

487. Mektup

MEVZU: Yüce Sübhan Allah'ın ef'al tecellisi, sıfat tecellisi, zat tecellisinin beyanı.

(Bu mektup, bundan önceki mektubun devamı ve tamamlayıcısı gibidir)

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, bu Hakir Muhammed Haşim Kişemi'ye azmıştır.

***

Kardeşim Hace Muhammed Haşim Kişemi'nin malumu olsun ki,

Tecelli-i ef'al; Sübhan Hakkın, salike fiilinin zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların fiillerini, o fiilin zılâli görür. Yine o fiili, diğer fiillerin aslı olarak bulur. Yine itikad eder ki, o fiillerin kıyamı bu tek fiil iledir.

Üstte anlatılan tecellinin kemaline gelince, o zılâl salik nazarından tamamı ile gizlenip aslına katılmış olur. Bu fiillerin failini dahi, hissiz ve hareketsiz cemadat gibi görür.

Tevhid erbabının ayniyete kail olup:

-Hepsi odur dedikleri mana işte bu yerdedir. Şunun için ki: Kullardan sadir olan çeşitli fiilleri, şanı büyük Vahid Zat'tan görürler.

Burada, fiillerin yapanlara bağlanmasının gizlenip de; tek faile bağlanmasının ortaya çıkması; fiillerin kendi gizlenişi ve aslına katılışı değildir. İki mana arasında çok fark vardır. İsterse, bu gizleme durumu, bazılara gelir ' gibi olsun.

Gelelim sıfat tecellilierine:

Sıfat tecellisi, salike; Sübhan Hakkın sıfatlarının zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların sıfatlarını, yüce Sultan Vacib Zat'ın sıfatlarının zılâli olarak görür. Onların kıyamını dahi, asılları ile bulur.

Meselâ, mümkinin ilmini, Vacib Zat'ın ilminin zilli ve onunla kaim bulur. Aynı şekilde onun kudretini dahi, yüce Zat'ın kudret zilli ve onunla kaim bulur.

Bu tecellinin kemaline gelince, o sıfatların zılâliyeti, salikin nazarında gizlenmiştir. Hem de tamamı ile... Sonra da, asıllarına katılmasıdır. Salik dahi, bu sıfatlarla mevsuf olan nefsini, boş bulur... Tıpkı bir cemad gibi. Ne ilim vardır; ne de hayat. Kendi nefsinde, vücuddan yana bir eser bulamaz. Hatta, vücud kemalâtını ve tevabiini de bulamaz. O kadar ki, orada zikir, teveccüh, hazır ve şühud dahi olmaz.

Şayet asla iltihak ettikten sonra bir teveccüh olur ise o, nefsinden nefsine teveccüh etmektedir. Eğer huzur var ise, nefsini nefsi ile hazır etmektedir.

Bu makamdan salikin nasibi, fena hakikatinin husulüdür; izmihlaldir. Kendi zannınca nefsine bağladığı kemalâtın yok olmasıdır. Yalan ve töhmet olarak, kendi nefsinden zannettiği emaneti de sahibine verir.

-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri dahi zail olup gider. O şekilde ki; beka ile müşerref olsa dahi:

-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri olamaz. Kendisini anlatırken:

-Ene... (Ben...) tabiri ile anlatmaya güç yetiremez. Kendisini, aslının aynı bulsa dahi, yine de:

-Ene... (Ben...) lâfzını o asla ıtlak etme mecalini bulamaz. Onun aynı olduğunu söylemeye de gücü yetmez. Çünkü, enaniyet ondan zail olup gitmiştir.

-Enel-Hak... (Hak ben...) sözü, üstte anlatılan nisbetin husul bulmayışındandır.

-Sübhani manasının dile gelmesi, bu devlete vusul bulmayıştandır. Lâkin, şu mana yerinde olur ki; büyüklerden bu gibi lâfızların süduru, orta hallerine yorula... Onların kemali dahi, bu gibi sözlerin ötesinde biline...

Mahvin ve izmihlalin hakikati olan fena, her ne kadar sıfat tecellisinin müntehası olsa dahi, lâkin onun husulü, zat tecellisinin, şualarından sayılır. Zat tecellisi olmayınca, fena devleti müyesser olmaz. Hatta, sıfat tecellisi tam olmaz. Bulunmadıkça kurtuluş yoktur.

Zat tecellisi iledir ki, irfan sahibinin bakiyesi zail olur. Bu bakiye de, kendisini cemad gibi görmesidir. Yine bu bakiye odur ki, bütün mümkinatın aslı bulunmaktadır. Amma onun için, yüce mukaddes Hazret-i Vacib sıfatlarından bir in'ikâs husule gelmiştir. Böylece, bir imtiyaz bulup şahsiyet peyda etmiştir. Burada bir ayna olma durumu elde etmiştir ki, bununla diğer ademlerden mümtaz bir durum kazanmıştır.

Vakta ki, bu in'ikâs eden zılâl; aslına katılır; o ademler arasında bulunan imtiyaz da kalmaz olur. Böylelikle bu has adem dahi, mutlak ademe katılır. İşte o zaman o irfan sahibinden yana ne nam kalır; ne de nişan.

Bu manada, bir ayet-i kerime meali:

"Ne bırakın ne de vazgeçer..."(74/28)

Tıpkı vücud ve tevabiinin onu bırakıp gittiği gibi; bu adem dahi ondan ayrılır. Aslına katılıp rahata erer.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Bu ademin, diğer ademlerden ayn olarak imtiyaz bulması; -ki bu imtiyazı, sıfat zılâlinin kendisine husulü sebebi ile bulmuştur-, tevehhüm itibarı iledir. Hakikatta, asla onda bir zil yoktur. Yani diğer aynalar gibi... Zira, onlarda dahi, suretlerin husulü tevehhüm itibarı iledir. Şayet onlarda zılâl husulü var ise, tevehhüm itibarı iledir. Böylelikle onun imtiyazı dahi tevehhüm itiban iledir.

Mümkinin vücudu tevehhüm itibarı ile olduğu gibi; onun adamı dahi tevehhüm itibarı iledir. Onun için, vehim dairesi dışında bir basamak yeri verilmemiştir. Zira, vücud ve adem, kendi mutlak karafetleri üzeredirler. Ne onun için bir tenezzül arazı gelmiştir; ne de öbürü için terakki hasıl olmuştur.

Yüce Yaratıcının kudretinin kemalindendir ki, alemi şöyle veya böyle vehim mertebesinde yarattı. Sonra ona sağlamlık verdi. Ebedi muameleyi, sonsuz mücazatı dahi ona bağlı bıraktı. Bu manada, bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'a göre güç bir şey değildir."(14/20)

***

Yukarıda şöyle bir cümle kullanmıştım:

-Fena devletinin husulü, zat tecellisi nurlarından sayılır.

Bunun asıl manası şudur: Zat tecellisinin husulü, fena devletinin husulünden sonradır. Halis olmayan bulamaz.

Tecellinin şuaları ile, tecellinin kendisi arasındaki fark; sabaha doğru açılan aydınlıkla, güneşin doğusundaki aydınlık gibidir. Çünkü sabaha doğru açılan aydınlık, güneş tecellisinin şuaları ile, tecellinin kendisi arasındaki fark; sabaha doğru açılan aydınlıkla, güneşin doğusundaki aydınlık gibidir. Çünkü sabaha doğru açılan aydınlık, güneş tecellisinin şualarının zuhurudur. Güneş doğduktan sonra da, güneş tecellisinin kendisi vardır.

Bazıları, tecelli şualarına ermekle beraber; tecellinin kendisi ile müşerref olamazlar. Arız olan bazı şeyler sebebi ile o büyük devlete ulaşamazlar. Tıpkı semavi ve arzi bir arıza sebebi ile, sabaha yakın aydınlığa erildiği, fakat güneşin doğuşuna erilmediği gibi...

Sonra, sabah aydınlığının müşahedesinde; görme kuvvetinin kemal derecede olmasına hacet yoktur. Amma güneşin müşahedesi, görme kuvveti ve keskin nazar ister. Yarasa kurşunu görmez misin sabah aydınlığına idrak eder; amma gündüz güneşe bakmaya gücü yetmez. Bu hususta acizdir. Güneş görmek, bir başka göz elde etmeyi gerektirir.

Çok kere, salikte de, tecellinin şualarına istidad vardır; amma onda, tecellinin kendisine istidadı yoktur.

Yarasa kuşunda dahi, güneşin şunları tecellisine karşı istidad vardın amma güneşin kendi tecellisine karşı istidad yoktur.

İşte ben, üstün kelâm etmekteyim. Herhalde faydası yoktur.

Sıfat tecellilerinin kesilmesi, sıfat ve zat fenasının husulünden sonra; irfan sahibini bir tecelli karşılar ki, zat tecellisinin dehlizi gibidir. Sanki o te

celli, sıfat tecellisi ile, zat tecellisi arasında bir berzahtır. O kimse ki, bu tecelliden yükselin istidadı kadar zat tecellisinden nasibi vardır.

Fakir'in kanaatına göre, bu berzahi tecelli, o zati tecellinin aslıdır ki; Şeyh Muhyiddin b. Arabi -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- şu ibare ile anlatılmıştır:

-Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli olanın suretinden olur. Kendisine tecelli olan dahi, hakkın aynasında kendi suretinden başkasını görmemiştir. Hakkı göremez; görmesi de mümkün değildir.

Ayrıca, bu tecelli için:

-Tecellilerin müntehası demiş ve bunun üstünde bir makama kail olmamıştır. Sonra şöyle demiştir:

-Bu tecelliden sonra, sırf adem vardır. Tamaha kapılma ve onun üstüne yükselmek için kendini yorma. Zira, bu makamdan daha yüksek bir derece yoktur. Yani zati tecellide...

Şaşılacak şeydir ki, matlub-u hakikiye kavuşmak, bu tecellinin ötesindedir. Halbuki Şeyh (Muhyiddin b. Arabi k.s.), Allahu Taala'nın şu emrine göre, çekindirip sakındırmaktadır:

"Allah, sizi zatına karşı sakındırıyor."(3/28)

Ve tehdid ediyor. Şayet o, manada bir tamaha kapılmazsak, ondan biz, şaşırıp uzaklara düşmüş oluruz. Şayet onun husulü için yorulmazsak, başka ne yapabiliriz ki!.. O zaman teselliyi, nefis cevher yerine, saksı parçalarında buluruz.

Bu babda netice kelâm şu ki:

Her mertebenin nasibi, o mertebeye münasip şekilde olur. Keyfiyeti belli olmayandan müyesser olan nasip, keyfiyeti belli olmayan bir şekildedir. Keyfiyeti belli olan için keyfiyeti belli olmayana yol çıkmaz. O mertebeye taalluk eden marifet, keyfiyeti belli olana taalluk eden marifet gibi değildir. Zira, bu marifetin orada yeri yoktur.

Sübhan Allah'ın zatı hakkında bilgi, cehldir. Yani mümkinin bilgisine taalluku olan ilim cinsinden bir ilim değildir. Zira o, bu keyfiyeti belli cinstendir; halbuki orada keyfiyetin yeri yoktur.

Yüce Allah'ın zatı hakkında tefekkürden men etmeye gelince, sebebi şu ki: O, tefekkürün ve tahayyülün de ötesindedir. Yüce Allah'ı ancak kendisi ile bulmak mümkündür; hayalle ve tefekkürle değil...

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh şöyle deseydi, yerinde olurdu:

-Bu tecelliden sonra, sırf vücud vardır, katıksız nur vardır.

Onun:

-Bu tecelliden sonra, ancak adem vardır (yani yokluk) demesi de, ancak şu itibara göredir: Alem sıfatların zillidir; sıfatlardan terakki edip yükselmek ise, nefsi idam (yok) etme işinde çalışıp çabalamaktır.

Ne var ki, iş böyle değildir. Çünkü, irfan sahibi, kendi aslı olan sıfattan terakki etmedikçe, zati olan şuunu ve itibarları aşmadıktan sonra onun fiili ne olur ki!.. Gelişi ne şey için olur!..

Fena ve beka ki, her mertebede ona müyesser olmaktadır; aslının da yukarısına çekmeye bakarlar. Bundan sonra o, asıl beka ile, asıldan geçip aslın dahi aslına ulaşır.

Bir şiir:

Dokunursa biri ateşe yanan

O ki ateştir nesini yakar?..

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; şayet Şeyh (Muhyiddin b. Arabi), o zillin aslına ulaşmış olsaydı, daha yukarıya terakkiden korkmadığı gibi korkutmazdı da... Lâkin hüsn-ü zan iktiza eder ki, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile, bu Şeyh-i Muazzam bu makamdan terakki edip yükselmiştir; işin hakikatini da idrak etmiştir. Onun büyük halini, söyledikleri ile ölçmek yerinde olmaz. Herhalde o, bu dediklerini, ilk ve orta hallerinde söyleyip sonra nice merhale onları aşıp geçmiştir. Zira, şu mana açıktır:

"İki günü müsavi geçen ziyandadır."

Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***

Zati tecelli üzerine ne diyebilirim ki?.. Hem yazmaya nasıl gücüm yeter? Zira o, zevke dayalı bir şeydir. Her kim tadarsa bilir; tatmayan da bilmez.

Bir mısra:

Kalem oraya ulaştı; sonra kırıldı...

Ancak, izhar edilmesi mümkün olan şudur:

Zati tecelli, varmış olduğu fena hali daha önce anlatılan irfan sahibi hakkında daimidir. Başkaları hakkında şimşek gibi çakıp geçer; amma bu tecelli onun için devam edip gider. Hatta, şimşek gibi çakıp geçen tecelli (tecelli-i berki...) hakikatta zati tecelli dahi sayılmaz. Onun için:

-Zati tecellidir demişlerse de, değildir; belki de, zat şanlarından bir şandır. Çakması ile kapanması bir olur. Ne zaman ki, şuun ve itibarların mülahazası olmadan, zati tecelli hasıl olur; onun devamı lâzımdır, onda kapanma dahi tasavvur edilemez. Tecellilerin telvinatı, sıfatlardan ve şunaattan haber verir. Hazret-i Zat telvinattan münezzeh ve müberradır. Orada kapanma mecali de yoktur.

"Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir."

***

İmam Rabbani (k.s.)

Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız.

"Ey inananlar! Peygamberin evlerine, yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeyi yiyince dağılın. Sohbet etmek için de gidip oturmayın. Bu haliniz peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye çekiniyordu.>>Allah gerçeği söylemekten çekinmez.>>>>

Ahzab 53

***

Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız.

s.a.v.

HAYY ALLAH...Hayy İsmi..Hayy sıfatı..

"yaşam değil"... O'nun HAYat sahibi olduğunu "Biz" nasıl biliyoruz...

"Ondan geldiniz, O'na döneceksiniz"...

Dünyadan (Halktan) uzaklaşmak, sigarayı bırakmak kadar zordur.
Fazla değil..
Dumandan sıyrılınca yol berraklaşır.
Düşünceler nefsin dumanı..
Dumandan sıyrılınca, Ruhunadır istikamet.
Dönüş yoluydu gitmiş olduğun.
Nefs bineğini yumuşak sür.
Meleklerin sesini duy.

"Ondan geldiniz, O'na döneceksiniz"...

Dinle...

...Bunlar, cahillerin irşadından ne zaman ümidsizleştiler işi Allah'a havale
ettiler. Ve kendileri her şeyden yüz çevirdiler. Yalnız Allah'a yakîn olmaya
vesile olacak amellerle iştigal ettiler. Böylece şer'an cahillerden yüz
çevirdiler ve hakikaten de selâmeti buldular...

***


İşitme duygusunda tahkîk sahibi gerçek bir dinleyicinin alâmeti:
Dinlemek ile alâkalı varid olan ilâhi buyruk ve yasaklara kulak
verip ve o buyruk ve yasaklara riâyet etmektir. İlim, zikir, güzel vaiz,
güzel söz ve Allah'a yapılan güzel övgüleri dinlemek gibi..

Gerçek bir dinleyici, saydığımız bu hususlarla alâkalı buyruk ve
yasakları dinlemesi gereği, o güzel şeyleri can kulağıyla dinler. Ve onların
birer emrî ilâhi olmasından ötürü derhâl uygular.

Yazacağımız hususlara riâyet etmekte gerçek bir dinleyicinin
alâmetidir: Boş söz, gıybet, iftira, bühtan, cidal ve Allah ve Rasûlü'nün
dinlenmesini yasakladığı şeyleri dinlemeyi terk etmek.

Allah Celle ve A'lâ, yüce kitabında bu sıfatlarla vasıfladığı kimseleri
övmüştür. Tâki başkalarıda onlara uysunlar.

Biz de o niteliklerle vasıflananların yoluna girdiğimizde, Allah'ın yüce
kitabında onlara olan övgülerinde bizlerinde payı olduğunu bilelim.

Allah Subhânehû onları şöyle vasıflamaktadır:

«Bunlar yaramaz lâkırdı(lar) işittikleri zaman ondan yüzçevirdiler
ve "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aiddir. Size selâm
(olsun). Biz cahilleri aramayız." dediler.»
(Kasas Sûresi, Âyet: 55)

Bunlar, cahillerin irşadından ne zaman ümidsizleştiler işi Allah'a havale
ettiler. Ve kendileri her şeyden yüz çevirdiler. Yalnız Allah'a yakîn olmaya
vesile olacak amellerle iştigal ettiler. Böylece şer'an cahillerden yüz
çevirdiler ve hakikaten de selâmeti buldular.

Yine Allah Azze ve Celle gerçek dinleyicileri yüce kitabında şöyle yad
etmektedir.

«Rasûle indirilen (Kur'ân-ı Kerîm)i dinledikleri vakit de Hakkı
tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taşıdığını görürsün
onların, (şöyle) derler. "Ey Rabbimiz, imân ettik. Artık bizi (Hakka)
şâhid olanlarla beraber yaz.»
(Mâide Sûresi, Âyet:83)

Yıldızların Mevki
Muhyiddin Arabi Hazretleri (k.s.)