Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

...Ve hiç kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar çeşitli olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur..

..Sözlerimi dikkatle dinle. Çünkü garip, alışılmamış şeyler söylüyorum. Ben kıskanç
biriyim; hem açıklamak isterim, hem de gizlemek isterim...

Ruhul Kuds'den
İbn-i Arabi Hazretleri (k.s.)

***

Euzubillahimineşşeytanirracim..

***

...Ve hiç kimsede Allah’tan bir şey yoktur. Ve herbir kimsede, suretler ne kadar çeşitli olursa olsun, kendi nefsinden gelenden başka bir şey yoktur...

Şit Kelimesindeki Hikmeti Nefesiyye
İbn-i Arabi Hazretleri (k.s.)

***

(Sana gelen her iyilik, Allah'ın [bir ihsanı olarak] gelmekte, her kötülük de [günahlarına karşılık olarak] kendinden gelmektedir )

[Nisa 79]

***

:)

***

Ya Allah! Dediğim zaman , niçin çağırıyorsun dedi.
Şayet çağırmasam, bu sefer, çağırsana, diyor.

İbn-i Arabi hazretleri(Allah'ın selamı üzerine olsun)

Tam Hürriyet Kulluktur

"Tam hürriyet kulluktur, hakiki kullukta da tam hürriyet vardır."

Ahmed Bin Hadraveyh (k.s.)

Muhyiddin İbn Arabi k.s.

..Sözlerimi dikkatle dinle. Çünkü garip, alışılmamış şeyler söylüyorum. Ben kıskanç
biriyim; hem açıklamak isterim, hem de gizlemek isterim...

Ruhul Kuds'den
İbn-i Arabi Hazretleri (k.s.)

Algıda seçicilik ne ki acep

Beyin çağrışı çağrışı duru..Algıda seçicilik ne ki acep.. Bak bu işlere de gör o ruhunun gözlerini... Kalbine kabul ettin bu okumayı; ruhun hür..hata yapan nefsin ardına düşme..ancak o ruhun hatadan hür...nefsin olma; içine çökersin... Ancak o ruhun hür... her harfi yediyüzbin sevap olan bir kitabın o toplayıcı kavramları ne sevaplardır kim bilir..

Mevlana Hazretleri ve Felsefe

Dinin felsefesi;dinin ilkelerinin özünü, anlamanı temellendirmeyi,ilmi yönden izaha çalışan bir felsefe bölümü olabilir.Fakat Hakka akıl ile ,mantıkla,bilgi ile değil de,gönül yolu ile,sevgi ile varılacağına inanan bir sufinin felsefesi olur mu ?

(Divan-ı Kebir ,c.I,s.187)

''Felsefi düşünceleri gönlümden sürdüm,çıkardım,gönlümü tertemiz bir hale getirdim.Gözümde de Yusuf'a ait güzelliklere yer verdim..''

(Mesnevi, c.II,s.3201-3203)

''Sende bulunan haydutluğun,mutsuzluğun azalmasını istiyorsan,çalış.Sendeki hikmet yani felsefe azalsın.
Tabiatten ve hayalden doğan felsefe ,Allah'ın nurunu feyzinden nasibini alamamış bir hikmettir.
Dünya hikmeti yani felsefe zannı,şüpheyi artırır.Dinin hikmeti ise,insanı göklerin üstüne yükseltir''...

Bu beyitlerde geçen hikmet kelimesi üzerinde biraz durmamız,düşünmemiz gerekiyor.Fransızların sagesse,İngilizlerin wisdom ,yeni Türkçemizde bilgelik diye adlandırılan hikmet kelimesinin çeşitli anlamları var.Bu anlamlar arasında :ilahi sırlar,bizi Hakka ulaştıran ilahi bilgiler anlamına geldiği gibi;akıl,hayal ve zan üzerine kurulan felsefe ilmi manasına da gelmektedir.Nitekim Cami Hazrtleri şu beytinde filozofların hikmeti ile,iman ehlinin hikmetini ayırmıştır: ''Yunan filozoflarının hikmeti,nefsin ve hevanın verdiği vesvesedir.Allaha inanların hikmeti ,Hazreti Peygamberin buyurduklarıdır..
(Mesnevi,c.VI,S.2370-2374)
''Filozoflar şerlerinden kurtulmak için,Cennetliklerin çoğu ahmak kişilerdir.Sen de kendini luzumsuz düşüncelerden,bilgi gururundan,kendini beğenmekten kurtar.Fazla şeyleri üstünden at da, her an sana Haktan ilahi rahmetler yağsın.Akıllılık kendini birşey zannetmek ,alçak gönüllü ve kırık kalpli olmanın zıttıdır.Anlayışlı olmayı bırak,ahmaklığı kendini huy edin.Akıllı ve zeki olmayı hırs ve tama tuzağı bil.Temiz kişi ne diye şeytan gibi zeki olmayı dilesin?Akıllı ve zeki kişiler bir sanatla iktifa etmişler,yetinmişler,halbuki Hak aşkıyla ahmaklaşan kişiler,gördükleri sanatta kalmamışlar,sanattan sanatı yaradana yol bulmuşalrdır)
(Mesnevi,c.I,s.3283-3288)
''Felsefeci şeytanı inkar eder.Fakat inkar ettiği anda bile,şeytanın maskarası olur.
Ey filizof,eğer şeytanı görmedinse kendine bak,kendini gör.Şeytan çarpmasaydı,sende şeytani bir delilik olmasaydı,alnın böyle göğerir mi idi?Alnında imansızlığın ve şüphenin izleri görülü rmü idi?
Her kimin gönlünde şüphe varsa,vesvese varsa ,o kimse gizli felsefecidir.Yani imansizdır.Kendini felsefeye kaptırmış kişi ,bazan dine inanır mümin görünür,bazende filizofluk damarı tutar,imansızlık yüzünü karartır.
Ey Allah'a inananlar,aklınızı başınıza alınız.O filozofluk damarı ,o felsefeye inanış sizde de vardır.Sizde daha bilmediğiniz nice sonsuz alemler vardır.
Dünyada görülen yetmiş iki din,yetmiş iki fırka,bunların hepsi sende gizlidir.Bir gün bu sapık inançlardan birisi elini kaldırır ,açığa çıkarsa ,vay haline......'''

Yukaradaki MESNEVİ beyitlerinin son beyitinde geçen ,yetmiş iki fıkra ile peygamber efendimizin şu mealdeki hadislerine işaret vardır.(Müslümanlar yetmişüç fırkaya ayrılcaklar,bunların yetmiş ikisi sapıklık içinde kalacak yalnız bir fırka Muhammedi yolda olan gerçek müslümanlar kurtulacaklardır) diye buyurmuşlardır.
Bu sepeple Hazretİ M evlana felsefeye kapılmamamızı,Muhammedi yoldan,Kur'an yolundan ayrılmamamızı bizi tavsiye ediyor.Mevlana filozof olsaydı,felsefeden sakının der miydi?

MEVLANA (Hayatı,Şahsiyeti ve Fikirleri) Yazan=Şefik CAN ( ÖTÜKEN YAYIN)

Abdulkadir Geylani Hazretleri/ Saidi Nursi hz.

Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylanî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vehhabî’nin müfrit kısmı dahi, Hazret-i Şeyh’i inkâr edemiyorlar. Evliya onun derece-i celaletine yetişmediği, bütün ehl-i tarîkatça teslim edilmiştir.

Saidi Nursi hz.

Kötü sözleri söyleyen O değil..

Kötülüğü yapan O değil.. Kötülüğe bırakan O olur ki, sende bir asillik var; ortaya çıksın.. Yoksa sen saklanıp dururdun, dünyadan bi haber olurdun.. O çocuklar gibi...

Abdulkadir Geylani Hazretleri *İlahi Armağan*

O büyükler, uykuyu yenmek için uyurlar. Nefse karşı çarpış­mak için yerler. Zaruret olmadan konuşmazlar. Onlara âdet, sus­maktır. Ancak Rabb’lerinin kaderi onları konuşturur. İlâhî fiiller onları konuşturur; onlar bunun farkına varmazlar. Benlikleri ölmüş­tür. Yarın kıyamet olduğunda duyular nasıl konuşursa, burada on­lar öyle konuşur. Onları Allah konuşturur, Allah herkesi konuştur­maya güçlüdür. Sebepler yaratılır; onlar da konuşurlar. Herhangi bir iş için onların kullanılması gerekince, sebepler hazır olur.

Allah'ın dileği üstündür. Arzu ettiği şeyi yapar. O büyüklerin bu şekilde konuşmaları bir hikmete dayanır. Peygamberlerin vefatı sonunda, yerlerini bu büyükler aldı. Bir hüccet olarak konuşurlar. Her konuşmaları bir hükme dayanır. Yarın kıyamet günü olunca, halkın özrü kalmaz. Çünkü müjde ve çekinme mevzuunda, her sö­zü bu büyükler beyan etmiştir.

Peygamberlerden sonra halk, yararını onlardan öğrenecektir. Peygamberimiz:

“Bilginler, Peygamberlere vâristir.” buyuruyor.

Asıl veraset, yukarıda anlattığımız ve daha anlatacağımız huy­ları benimsedikten sonra başlar.



* * *



Ey cemaat! Allah'ın nimetlerine şükredin. Sizde bulunan nimet­leri O'ndan görün. Çünkü yaratanımız buyurdu:

“Sizde bir nimet varsa, o Allah'tandır.” (en-Nahl, 16/53)

Hani O'nun nimetlerine şükrünüz? Hâlbuki O'nun iyilikleri si­zi sarmıştır. Nimetleri içinde dönüp duruyorsunuz.

Hâlin nicedir, iyiliği başkasından gören çaresiz! Bir taraftan iyiliği Allah'tan başkasına mal edersin, beri yana döner, nimeti az bulursun! Size gerekmeyeni, yaramazı neden beklersiniz? Allah'ın verdiği kuvvet ve kudreti O'na isyanda harcamanıza sebep ne?



* * *



Ey evlat! Yalnız kaldığın zaman, seni kötü işten koruyacak duyguya muhtaçsın. Ayak kaymasını önleyecek tedbirin olmalı. Hak­k’ın her an seni kontrol ettiğini içinden sezmelisin. Bu düşünceler varlığını sarmalı. Anlattıklarımıza şiddetle ihtiyacın vardır. Benliği­ni bu öğütlerle donattıktan sonra nefisle cenge çıkman kabil olur.

Halk arasında büyük olarak tanınan kimseleri ufak bir hata yıkabilir; zahidleri şehvetler perişan eder. Ebdâlleri, maddî varlı­ğını manevî varlığa katmak isteyenleri, yersiz düşünce süründürür. Bilhassa yalnızlık hâllerinde, kötü fikirlerden kendilerini korumala­rı gerektir.

Doğruların yıkılışı bir an işidir. Çünkü bunlar şahın kapısın­da beklerler. Tek tek halkı Hakk'a çağırmaya memur edilmişlerdir. Onlar, mahlûkata şöyle hitap ederler:

“Ey kalpler! Ey Ruhlar! Ey insanlar ve cinler! Hak yolunu isti­yorsanız bana gelin! Gelişiniz kalp adımı ile olsun. Takva ve vera' caddesinden aşın, gelin. Dünyayı bırakın. Âhireti bir yana atın. Mevlâ’nızdan başkasını düşünmeyin. Bana bu duygularla dolarak gelin!

İşte, bize uyanlar böyle olur. Gayretleri sayesinde yerle gök arasındaki boşluk dolar.

Abdulkadir Geylani Hazretleri
*İlahi Armağan*

http://www.darulkitap.com/oku/tasavvuf/v3/ilahiarmagan/



Artık yaşadığımız zaman, son demlerini geçirmektedir. Ortalığı yalan, nifak tohumlan kapladı. İçi dışına uymayan kimselere ya­naşmayın. Yalancı ve insanları doğru yoldan saptıran kişilerden uzak durun. Onların kılığı deccal kılığıdır. Tipleri şeytana benzer. Bu vasfı onların, yalnız dış cephelerinde aramayın. İçlerini biraz se­zecek olursanız, onların fenalığını hemen anlarsınız. Kendi iç bün­yende de bulabilirsin. Nefsin de şeytan kılığına girip seni azdırabilir. Onun da bir vasfı, deccal'dır. Onları da ıslaha çalış. Kötü arzu­larını da yenmeye gayret et. Nefsin fenalığını düşünmeden başka­sını kötülersen, “sana yazıklar olsun!”, derim. Varlığında her cins kö­tülük saklı; münafıklık, aldatıcılık, daha birçok fenalık onda var­ken başkasına sataşman ne gerek? O ayrıca Allah'a şirk de koşu­yor; bunu bildiğin hâlde neden göz yumuyorsun?

Nefsine muhalif ol. Ona uyma. Onu kuvvetle bağla, çözme. Onu hapset. Yalnız hakkı kadar ver. Fazla verme, sonra azar, baş ede­mezsin. Her zaman onunla mücadele et ve onu yenmeye çabala.

Şahsî arzularına bin. Onlar sana yük olmasınlar; işte buna meydan verme. Tabiî hevâyı yık, yeniden yap. Onun aklı yoktur. Küçücük çocuğa benzer. Gözleri de kördür. Gideceği yolu sen göster. Ondan bir şey de öğrenmen mümkün değildir; kendi bildikle­rinden ona belki öğretebilirsin. Öğrenmek istemez, ama hissen iyiye yanaşabilir. Aksi hâlde ondan kabul edeceğin her hareket, senin ebedî yıkılıp gitmene sebep olur.

Şeytana nasıl yakın oluyorsun? O, senin düşmanındır. Aranı­za bir kan davası girmiştir. Babanı öldürdü. Anneni kandırdı. Âdem Baba ile Havva Ana'ya neler etti. Bilirsin, ama yine ondan ayrı ol­muyorsun. Kork, sonra onlara yaptığını, sana da yapar.

Elindeki silah takva ve tevhid olsun. Yalnız hâlinde şüpheli iş tutma. Allah'tan yardım dile. Doğru olmak ve yardım dilemek, se­nin askerlerindir, işte silâh, işte asker, kumanda edebilirsen ne âlâ; yoksa yanarsın. Bunlar sana yeter. Gayret et, şeytanı da, nef­si de, kötü duyguları da yenebilirsin. Hak’tan yardım diledikçe, O seninledir. Bu olduktan sonra nasıl başarı elde edemezsin ki?



* * *



Ey evlat! Bir eline dünyayı, öbür eline de âhireti al. İkisini yan yana getir. Bir yere yerleştir. Aralarından çık. Mevlâ’na yönel. Tek olarak Hakk’a yönel. Kalbin çıplak olsun; onda ne dünya; ne de âhiret bulunsun. Hiç biri olmamalı.

Mevlâ’ya yöneldiğinde, sivâdan -Hak’tan gayrı işlerden- so­yun. Yaratan ile yaratılmışları karıştırma. Hâlık'ı bırakıp halk ile olma. Bütün sebeplerden kesil. Yaratıcılık iddia edenleri yere vur. Bunları yap, sonra dünya ile âhireti bıraktığın yere git; dün­yayı nefsine ver. Âhireti kalbine koy, Mevlâ’yı da sırrında sakla.



* * *



Ey evlat! Nefisle olma. Kötü arzuyla olma. Dünya ile olma. Âhireti de bırak. Hakk'ın gayrı bildiğin her şeyden silkin. Bunları yapabildiğin an, tükenmez hazineye erersin, sonsuz hazine dedikle­ri budur. Hidayet bu yolda olur; oraya erersen ölmek senin için muhal sayılır.

Günahtan dön. Koşar adımla efendine git. Tevbe edeceğin za­man dışını ve içini temizle. Tevbe ilk defa kalple olur.

Tam ve pürüzsüz dönüşle Mevlâ'na sarıl; günah libasından çık. Mecazî mânada değil, hakikî mânada Allah'tan utan. Bunlar kalp işidir; olması için kalbin temiz olması şarttır. Peygamber’in göster­miş olduğu yola girmek gerekir.

Kalıbın kendine has işi vardır. Kalbe de has olan bazı işler bu­lunur. Sebep kisvesinden soyunmak, kullara dayanmamak, kalbin yapması gereken şeydir. Kalp, tevekkül denizinde yüzer. Allah bilgi­sini varlığına sindirir. O’nun sonsuz ilim denizine dalar. Sebebi bıra­kır. Sebebin asıl sahibini arar. Bu durumda vasat hâlde bulununca­ya kadar zahmet çeker. Sonra içine döner ve şöyle der:

“Bizi yaratan, doğru yolu gösterir.” (eş-Şuârâ, 26/78)

Sonra yoluna devam eder. Yerleri aşar. Sahilleri dolaşır. Sonra... Sonra, doğruyu bulur. Yolunu aydınlık kaplar. Allah'a hakiki mânasıyla inanır. Yolunu kesen engeller yok olur.

Hakk'ı arayanın kalbi, mesafeleri aşar. Her adımda görüşü ötelere geçer. Yürüdüğü yolda korkulu bir şey gelse, îman kalkanı onu sak­lar; ona şecaat duygusu verir. Korku buharı kalmaz, ateş korları yok olur, emniyet nuru gelir; yakınlık sevgisini benliğinde bulur.



* * *

Zat/Sıfat/Fiil/Tevhid/Tecelli/Tasavvuf/(Aslında bir ağrı,sızı dahi O'nun kudret sıfatının bir fiillenmesidir

Bismillahirrahmanirrahim.

Hiç bir şeye benzemez..

Yarattıklarından bağımsızdır..

Herşey Ona aittir..

Yaratması, kendi ruhundan olan ruhlarını derecelerle (o sıfatların gizlendiği sınırsız olan Zatından) perdelemiş olduğundan ötürü, O'nun, gördüğümüz görmediğimiz her türlü sıfatının bize göre açığa çıkması, yani fiillenmesi, demektir aslında... Mesela O'nun kudret sıfatının açığa çıkışı bize göre bir şeyin yükseltilmesi, kaldırılması, indirilmesi, alçaltılması veya herhangi gördüğümüz bir başka fiildir... Bunun aslında fiil, fakat bize göre yaratma oluşu, sadece gözlerimizle algıladığımız zannından (sınırlılığından) dolayıdır...
Bir görme engellinin bu fiilleri hissedişini tahayyül edince, aslında görülen her kımıldanışın, O'nun, sıfatlarının derecelenerek açığa çıkışı yani fiillenmesi olduğu idrak edilir.. Yani Rabbimizin sıfatları bize derecelenerek fiiller boyutunda zahir olmaktadır... Oysa O zatında Tek ve sınırsız olandır... Dolayısıyla sıfatları sonsuz derecededir...Yüce Allah'ın sıfatlarını derecelendirmesinin sebebi de sıfatlarının sınırsız, sonsuz şiddette oluşundandır.. Derecelendirir ki böylece biz mesela dünyanın dönüşünden ya da okyanusun büyüklüğünden, uzayın büyüklüğünden rahatsızlık duymayalım... Rahatsız olduğumuzda ise işte ancak asli itibariyle O'ndan korkmuş oluruz...Bi çokları bilmeseler de.. O Zatının sıfatlarını bu yüzden bize gizler. Örter (Settar). Zatı ise nasıl anlatılır.. Yokdan daha görünmez. Vardan daha var..

Musa, miykatımız’a (tayin ettiğimiz vakt’e, yer’e) geldiğinde ve Rabbi de ona konuşunca, (şöyle) dedi: “Rabbim rü’yet ettir/göster bana (kendini), nazar edeyim sana!”… (Rabbi) buyurdu: “Beni, asla göremeyeceksin!.. Fakat şu dağa (teşbih dağı) nazar et… Şayet o (dağ) mekanında istikrar eder ise, beni göreceksin!”… (Musa’nın) Rabbi dağa tecelli edince, onu darmadağın-dümdüz (yok) etti… Musa da baygın (şuursuz; varlıksız) olarak düştü… (Musa fena’dan sonra) ayılınca: “Subhansın sen (Seni tenzih ederim) !.. Sana tevbe (rücu’) ettim… Ve ben mü’minlerin ilkiyim” dedi. (A’raf 7/143)

Ve açığa çıkan mutlaka derecelendirilir... Böylece anlaşılmış olur ki herşey O'ndandır. Ve O şahdamarından yakındır.. O'nun dilemiş olduklarından dileyebiliriz biz ancak, ve bir şeyi dilediğimizde yine O'nun bize göre derecelendireceği sıfatlarından O yine bizim için fiillendirir takdir ettiğini.. Ruhumuz O'ndandır.. Yani O'nun bize üflediği ruh, zat, O'nun zatı olan ruhundan.. Her şey Onun kudretiyledir.. Kudretidir..Sevgisidir..Gazabıdır.. Yani o yüce Sıfatlarıdır.. Bütün kuvvet yalnızca O'na aittir.. Aslında bir ağrı,sızı dahi O'nun kudret sıfatının bir fiillenmesidir.. Aşk, O'nun Vedud (seven,sevilen) ismi sıfatının derecelenerek fiillenmesidir... Aslında Aşkı severiz ve seviliriz Aşk ile ya.. Ve işte aslen, dolayısıyla Zatıdır sevilen...Bir çokları bilmeseler de...

Cennet ve katları, bu gizlenmenin, Ahirette yine derecelenerek olması yanında, sınırsıza doğru kalkması demektir...Çünkü anlarsan "O" sıfatlarında sonsuz/sınırsız dır. Nasıl olur da O'nun bu sıfatlarında nihayete erilsin..Zatında Tektir..

Peygamberimizin (s.a.v.) miracını tahayyül etmek imkansızdır..Ahirette dahi..Fakat Allah bizim kalplerimizi bu dünyada ve ahirette tatmin eder...ki O'nun Zatı yeter.. Sıfatlarıyla tecelli etmese bile...Ölsek, hiç bizi var etmese bile, O'nun Zatı yine övülmeye layıktır.. Ki o halde bile, O bize, lütfedeceğine dair sözler vermiştir ve yapacaktır.. Çünkü Allah sözünden dönmez. Pek çokları bilmeseler de...

Biz hareketin sırf maddi olduğunu düşünürüz...Suretler bile fiildir oysa... Hareketsizliğin de bir hareket olması gibi.. Çünkü orda da aslında bir hareket etmeme hareketi vardır... Bir çokları bilmeselerde...

Bir çokları O Zatını ve sıfatlarını takdir edemiyor olsalar bile..O Alemlerden Ganidir...Yarattıklarından bağımsızdır... Hiç bir açığa çıkışına benzemez..O'nun gibisi zaten yoktur...Dilediğini hakkıyla yapandır... Aziz.. Hakimdir... İşte O Rab.. Sevendir..sevilendir...

Yabancılaşma...

Yabancılaşma mı? Hiç bir şeye benzememesi mi...

İbn-i Arabi KAFİR! Vahdet-i Vücud KÜFÜR! Diyen KARDEŞLERE!!!..

Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin onları Allah öldürdü, attığın vakıt da sen atmadın ve lâkin Allah attı, hem de mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek için, hakikat Allah semi'dir, alîmdir

Enfal 17

Vahdet-i vücud'u bırak canım kardeşim!
Sen bu ayeti okuyunca içinden geçeni söyle açıkça!

-Hayır Allah'ım sen atmadın efendimiz attı

mı diyorsun!...Ne diyorsun!
Ya da buna benzer herhangi bir şey diyorsan!

NİYE DİYORSUN ? NİYE ?

...Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin onları Allah öldürdü, attığın vakıt da sen atmadın ve lâkin Allah attı...

Bırak vahdet-i vücudu bırak İbn-i Arabi'ye iftira atmayı; "SEN" ne diyorsun!

- Hayır! Orada onu Allah atmadı peygamber efendimiz attı!

mı diyorsun! Ne diyorsun?

...hem de mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek için...

İmtihanda olduğunun farkında mısın ?

Bırak vahdet-i vücudu bırak İbn-i Arabi'ye iftira atmayı;

"SEN" ne diyeceksin Allah'a !!!

Mealen - Bütün kötülükler nefsinizden bütün iyilikler Allahtandır!

NE DİYORSUN ? NE DİYECEKSİN !

Yoksa - Hayır bütün iyilikler BENden! Bütün kötülükler de benden DEĞİL!

mi diyorsun! mi diyeceksin?

Sen eğer müslümansan kimin dediğine iman ediyorsun?

Ayet; Allah öyle derken sen ne düşünüyorsun!!!

Bırak vahdet-i vücudu bırak İbn-i Arabi'yi!

BU SENİN İMTİHANIN !

Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin onları Allah öldürdü, attığın vakıt da sen atmadın ve lâkin Allah attı, hem de mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek için, hakikat Allah semi'dir, alîmdir

Enfal 17

NE DİYORSUN ? HAYIR RABBİM SEN ÖLDÜRMEDİN ! SEN ATMADIN! MI DİYORSUN ?

NE DİYORSUN ! NE DİYECEKSİN ONDAN BAŞKA İLAH OLMAYAN ALLAH'A !!!

Bırak vahdet-i vücudu bırak İbn-i Arabi'yi ! İMTİHANDAN KAÇMA !

O BÜYÜKLER BİR YERE KADAR SENİN İFTİRALARINI ÜSTLENECEK !

Allahtan başkası sana notunu vermeyecek !

Sen de Allah'tan başkasına hiçbir şekilde ne iyi ne kötü sığınamayacaksın !

Allah kafire açmaz yaptığını ! Açmaz kendini ki o kendi yaptı zanneder yaptığını!

DİNLE ! DİNLE ! KULAK VER ! KALP VER !

ALLAH'ıN YAPTIĞINI BİLEN ANCAK SAKINIR GÜNAH İŞLEMEKTEN !
ÇÜNKÜ RABBİNİN İSTEDİĞİ GİBİ İMAN ETMİŞTİR O!
BU BİR İMTİHANDIR !
İSTEMEZ RABBİ ONA KÖTÜLÜK YAZSIN !
ÇÜNKÜ BİLİR RABBİ ONA KÖTÜLÜK ETMEK İSTEMEZ !
BU YÜZDEN SAKINIR GÜNAHTAN !
İŞLEYEMEZ BİLE BİLE GÜNAHI !
ÇÜNKÜ BİLİR EĞER KÖTÜLÜK EDERSE BU ONA ALLAH'IN CEZASIDIR!
NE İYİLİK YAPTI GÖRDÜYSE DE BU ALLAH'IN LÜTFUDUR ONA !
KAFİR BİLMEZ ALLAH'IN NELER YAPTIĞINI !
NE YAPIYORSA KENDİ YAPTI SANIR !
BU YÜZDEN HERŞEY BAŞINA KALACAKTIR !
HERŞEYİ RABBİNİN YAPTIĞINI BİLEN İSE SAKINACAKTIR GÜNAHTAN !
ÇÜNKÜ BİLECEKTİR O YAPTIĞI MUTLAKA NEFSİNDEN SORULACAK !
O MÜMİN İŞTE BUNU BİLİR DE SALMAZ KENDİNİ GÜNAHLARA !
ÇÜNKÜ BİLİR YARATILAN GÜNAHLAR O'NA YAZILACAK !

Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin onları Allah öldürdü, attığın vakıt da sen atmadın ve lâkin Allah attı, hem de mü'minlere güzel bir imtihan geçirtmek için, hakikat Allah semi'dir, alîmdir

Enfal 17

NE DİYORSUN ? HAYIR RABBİM SEN ÖLDÜRMEDİN !
SEN ATMADIN! MI DİYORSUN ?

...

Telaş...

sen bir şey istiyorsun/ eğer istediğin şeyi sen vereceksen ver, hiç bekletme/ yok eğer istediğini anladıysan; o halde, bi dur da/ verilsin

Zihninin Göğünü Tespihle Doldur..

Allah'ın ismini zihninden tespih olarak geçir ki nefsine uymamış ol.. Eğer Allah'ın bu tespihinin ipini, uzun, yani gevşek bırakırsan, nefs, düşüncelerle o aralardan çıkıp zihnini işgal eder.. Tespih taneleri dağılınca toplamak, ve tekrar Allah'ın ipine dizmek boş bir zahmettir.. Nefsine zulmetme ki, o da o şekilde ruhuna zulmetmesin...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Tesiri sen halketmediğine göre; göklere tırmanmayada zorlama kendini..Sonuçta, yer de, gökler de ve ikisi arasında bulunanlar de ancak Allah'a aittir... Düşünceler gibi, duygulanmayı beklemeden, hemen bir karşılığa bir sonuca göz koymadan, sadece bilgi olarak, zihnine diz tespihini...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Meydanı boş bırakma...Bırakma ki, şimdi çok esneyen nefs, sonra çok daralmasın... Nefsine zulmetme ki, o da o şekilde ruhuna zulmetmesin...

Allah'ın ismini zihninden tespih olarak geçir ki nefsine uymamış ol.. Eğer Allah'ın bu tespihinin ipini, uzun, yani gevşek bırakırsan, nefs, düşüncelerle o aralardan çıkıp zihnini işgal eder.. Tespih taneleri dağılınca toplamak, ve tekrar Allah'ın ipine dizmek boş bir zahmettir.. Nefsine zulmetme ki, o da o şekilde ruhuna zulmetmesin... Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Tesiri sen halketmediğine göre; göklere tırmanmayada zorlama kendini.. Sonuçta, yer de, gökler de ve ikisi arasında bulunanlar de ancak Allah'a aittir... Düşünceler gibi, duygulanmayı beklemeden, hemen bir karşılığa bir sonuca göz koymadan, sadece bilgi olarak, zihnine diz tespihini... Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Vedud Allah...Meydanı boş bırakma...Bırakma ki, şimdi çok esneyen nefs, sonra çok daralmasın... Nefsine zulmetme ki, o da o şekilde ruhuna zulmetmesin...

O boş, batıl düşüncelerle, zihnini işgal edecek nefsin yeri aşağıdadır.. Tespihi gevşek bırakma, göklere ihtiyaç duyduğun zaman, "sana yer kalmadı, ey ruh" hitabını duyarsın... Zihninin göğünü tespihle doldur..

Sonra orada Vedud Allah'tan başkalarının seslerini duymayasın...

Rasûlullah'ın huzuruna çıktığınızda

Yarın Rasûlullah'ın huzuruna çıktığınızda,"sana imanım dolayısıyla elimden gelen her seyi yaptım"diyebilecek yüzümüz var mı?

Ahmed Hulûsi

Selametle...

Nasıl olduğunu gördü diye herşeyi sıradan karşılayan kaybetmiş bilim adamına..Aklı sadece kendi başında kabul eden zavallı felsefeciye..Güzellikleri teraziye eksik koyup en büyük kötülüğü kendine eden sabırsıza...Zekatı kabul etmeyen hümanist'e..... Namazı kendine yakıştıramayan egocu'ya..Tanrısını seven deist'e...

Selametle..

http://www.youtube.com/watch?v=iY4APDrl66s

Zat-ı İlahi..

MİSÂL: İnsanda gülme ve ağlama gibi bir çok şe’nler (fiiller) vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı vakitler, bu şe’nler (fiiller) bi’l-kuvve (kuvvet, potansiyel olarak) mevcûd ve bi’l-fiil (fiil olarak) ma’dûmdur (yoktur).Ağlaması ve gülmesi, fiilen zuhûr ettiği (meydana çıktığı) vakit bu zuhûrât (meydana çıkışlar) , irâdesi ve ca’li (yaratması) ve te’sîri ile vâki olmaz (gerçekleşmez) , belki iktizâ-yı zâtîsi (zatının gereği) olarak bilâ-meşiyyet (istememeksizin) ve bilâ-ca’l (etki yapmamaksızın) ve te’sîr (etki) vâki’ olur (gerçekleşir) . Ya’nî insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama şe’niyyet (fiiller) i’tibâriyle ma’nâ-yı insânîde (insanın manâsında) müttehid (birleşmiş) iseler de, zuhûrda (açığa çıkışlarında) yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılırlar. Çünki gülme, ağlamanın aynı değildir. İmdi bunlar, insanın şahsında mevcûd ve bi’l-fiil ma’dûm (fiil olarak yok) iken, bu ma’dûm (yok) olan şe’nlerin (fiillerin) şahs-ı mevcûd (mevcût olan şahıs) üzerinde te’sîrleri görülür. Binâenaleyh (nitekim), şahs-ı mevcûd (var olan şahıs) bunların te’sîri (etkisi) ile zâhir oldukda, (meydana çıktıkça) ya’nî güldükde ve ağladıkda, bu şe’nler (işler) dahi, fiilen mevcûd olurlar ve onların mevcûdiyetleri şahs-ı mevcûda muzâfen (şahsa bağlı olarak) vâki’ (var) olur. Ve mâdemki şahs-ı insânî mevcûddur, elbette bu şe’nler (fiiller) dahi onunla berâber bi’l-kuvve (potansiyel olarak) mevcûddurlar ve bir sebeb tahtında (bir sebep altında) da iktizâ-yı zâtî (zatının gereği) olarak, bilâ-meşiyyet (istemeksizin) ve bilâ ca’l (yapmamaksızın) ve te’sîr (etki olmamaksızın) fiilen zâhir olurlar (fiil olarak görülürler) . İşte bunun gibi mevcûd-i hakîkî (tek gerçek vücût) olan Zât-ı Ulûhiyyet’te fiilen ma’dûm (yok) olan şuûnâtın (fiillerin) te’sîri ile, Zâtullah (Allah’ın Zât’ı) bu şuûnâtı (fiilleri) hasebiyle tecelli eder (oluşur) . Zîrâ a’yân-ı sâbite (esma terkipleri) zuhûrun (açığa çıkmanın) illeti (sebebi) ve Zâtullah (Allah’ın Zâtı) ise, onların ma’lûlüdür (sebebi kabûl eden, isteğini yerine getirendir) . Ve illetin (sebebin) ma’lûl (sebebi kabûl eden) üzerinde te’sîri (etkisi) gayr-ı kabil-i (imkânsız) red ve cerhdir (çürüktür) .>>Kendi Notum: Yani insan kasıtsız olarak üzerinde fiiller olarak açığa çıkan sıfatları ile kasıtlı olarak varlığa çıkarmak istediği fiillerinin sıfatlarını, mutlaka özü olan, isteklerini kabul edici ayrı bir varlıktan almaktadır..Yani burada özü olmasına rağmen ayrılık getiren nokta, insanın kendi özündeki varlığından, bazı şeyler kasıtsız geldiği halde bazı gelmeyen şeyleri, diretmesiyle kasıtlı (inat) olarak o özündeki varlıktan istemesindendir..Dolayısıyla özü olan istenilen O varlıktan ayrı olduğu çok açık olduğu gibi, kastetmesiyle, niyet olarak da ayrı düşmüş olur<< Nitekim iliyyet (sebep olmak) ve ma’lûliyyet (sebebi kabûl etmek) mes’elesi, misâl-i kevnî îrâdı ile (misalde açıklandığı gibi) bâlâda (yukarıda) zikrolundu. Bu te’sîr (tesir) ve teessür (tesirden etkilenme) ve illiyyet (var olma sebebi) ve ma’lûliyyet (bu sebebi kabûl etmek) mes’eleleri, Vücûd-ı Vâhid-i Hakk’ın (tek vücûd sahibi olan Hakk’ın) niseb-i Zâtiyyesinden (Zât’ının sıfatlarından) ibâret olup meydanda bir gayr (başka) olmadığından, şân-ı ulûhiyyette yakışmayacak bir hüküm (emir) kabîlinde (türünde) telâkkî (kabûl) olunamaz.

Bir Fusus ül-Hikem Şerhi alıntısı >>ve ara notum<<

Allah kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi? (Devam)

Sen olsan Aynı bir Sen mi isterdin yoksa farklı bir Sen mi...

Aynı Sen, zaten Sen olursun...Farklı olmanın adaletsizlik olduğuna hükmettiysen başka...

İşi olmayan, işi olana neden hased etsin? İşi olan, işi olmayanı neden aşağılasın?...İşi yer, gökler ve ikisi arası olan kimdir?...Biri diğerine neden kötü olur?...Düşman değiller ise biri diğerine niye dost olmasın...
Eli olan eli olmayana el verse neleri eksik kalır ki; eli olan eli olmayana niye düşman olsun?...

O, kendisinin yine kendisi olacağını bildiğinden.. Farklı istedi..

Yeri gökleri ve ikisi arasındakileri kavrayan ellerinden el verdi o o'suna...

O'da O'nun gibi güzel yapsın diye...

Fakat farklı eller verdiği bir başka O'su.. bu farklı O'suna verdiği ellere hased edince..

Ve ikisi de bu saçmalığa göz koyunca...

Yer, gökler ve ikisi arasında bulunanlar ateşe verildi...

Kimi O'su için aşk .. Kimi o'su için cehennem ateşi olur...


http://jonasclean.blogspot.com/2009/05/o-kadir-i-mutlak-mdr-ve-baska-bir-o.html

Felsefe ve Tasavvuf/ İbn-i Arabi (k.s)....

Şeyh bu gibi kimseler hakkında şöyle der (IV:94): - "Akılcılardan bir topluluk, görüşlerini şekillendirirken şeriatı tamamen devre dışı bırakırlar (…) Şeriattan sadece görüşlerine uyanı alırlar ve bunun dışındaki hükümleri ya bir kenara atarlar veya genele yönelik hitaplar olarak değerlendirirler (…) Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" (Bakara, 85) Şeyh, bu görüşlere sahip bazı kimselerle bir araya gelmiş, onlarla tartışmış ve neticede tevbe etmişler. Görüş sahiplerinin fikri miracı ile Resule tabi olanların ruhi miracını karşılaştırdığı 167. babda (II:284) gerçek ilmin Resulün getirdiklerine iman etmek, gerçek cehalet ve ebedi bedbahtlığın da Resulden yüz çevirip kişisel fikri takip 152 etmek, böylece Allah'ın vahyinden yüz çevirmek olduğunu vurgular, sonra şöyle der: - " Bu mesele ile ilgili olarak acayip bir olay yaşadım. Felsefe âlimlerinden biri benim bu sözlerimi işitmiş. Belki de kafasında değişikliğe uğratmış ya da kendi kendine benim aklımın ne kadar zayıf olduğunu düşünmüş. Derken yüce Allah, kendisinin şüphe etmeyeceği bir keşfe onu muttali kılmış ki, meselenin bizim söylediğimiz gibi olduğunu anlamış. Nefsine uymaktan ve aşırı fikirlerinden pişmanlık duymuş bir halde yanıma geldi. Kendisiyle zaman zaman sohbet ederdik. Olayı bana anlattı, pişman olduğunu belirtti. Geçmiş hatalarından dolayı tevbe etti ve iman getirdi. Bana dedi ki: En çok hasret çektiğim şey, şu ayetin benim hakkımda tahakkuk etmiş olmasıdır: "Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim." (Hud, 46)…" Şeyh, bir başka filozofla da karşılaşır ve sonunda bu filozof da, Nebilerin mucizelerini inkâr etmekten vazgeçerek tevbe eder. Bu konuda şunları söyler (II:371): - "586 yılında bir yerde toplanmıştık. Toplantıda filozof bir kişi de vardı. Bu adam. Müslümanların inandığı şekliyle nübüvveti inkâr ediyordu. Nebilerin gösterdikleri mucizeleri kabul etmiyor ve hakikatler değişmez diyordu. Mevsim kıştı. Ortada yanar vaziyette bir mangal duruyordu. Nübüvveti inkar edip yalanlayan bu adam dedi ki: Avam diyor ki, İbrahim (a.s) ateşe atılmış ve ateş onu yakmamış. Oysa ateş doğası gereği yanma özelliğine sahip cisimleri yakar. İbrahim Halil'in (a.s) kıssasında sözü edilen ateşten maksat, Nemrut'un ona yönelik öfkesi ve kinidir. Yani öfke ateşi kast edilmiştir. İbrahim'in (a.s) ateşe atılması ise, Nemrut'un öfkesinin onun üzerinde olması anlamındadır. Bu ateşin onu yakmaması da, zorbanın öfkesinin ona etki etmemesi demektir. Çünkü İbrahim (a.s) gösterdiği delillerle onu bir şey yapamaz hale getirmişti. Işık saçan gök cisimlerinin bat- 153 masını göstererek, eğer ilah olsalardı batmazlardı, demiş ve bunu bir delil olarak onun önüne koymuştu… Adam sözlerini tamamlayınca mecliste bulunanlardan ve makama (Şari'nin doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla delil göstermek dışında, keramet göstermeyi terk etme makamına) sahip olan biri dedi ki: Eğer sana Allah'ın söylediğinin doğruluğunu göstersem, ateşin aslında İbrahim'i yakacağını, Allah'ın “serin ve selametli ol” diye emretmesi üzerine onu yakmadığını ispat etsem, hemen şimdi burada kendime ait bir keramet göstermek için değil, ama İbrahim'i savunmak için bu olayı kanıtlasam, ne dersin? İnkârcı adam dedi ki: Böyle bir şey olamaz. Dedi ki: Şu yakıcı ateş değil mi? Evet, dedi. Dedi ki: Bu ateşin yakmayacağını kendi üzerinde göreceksin. Sonra mangaldan bir parça ateş alarak inkârcının kucağına attı. Ateş elbisesinin üzerinde bir süre durdu, adam eliyle çevirip duruyordu. Ateşin yakmadığını görünce hayretten dona kaldı. Sonra öbürü ateşi mangala attı ve dedi ki: Elini yaklaştır ateşe. Elini uzatınca, ateş elini yaktı. Ona dedi ki: İşte o olayda böyle olmuştur. Ateş memurdur, emir üzerine yakar, emir üzerine yakmaz. Allah dilediğini yapar… Bunun üzerine bu inkârcı filozof Müslüman oldu ve hatasını kabul etti." Şeyh, kerametlerden söz ederken özetle şunları söylüyor (II:369): - "Hak keramet iki kısma ayrılır: Maddi ve manevi. Avam tabakası, sadece maddi kerametleri algılar, olağanüstü hadiseler gibi. Manevi kerametleri ise, sadece Allah'ın has kulları bilir. Bu ise, şeriatın adabını muhafaza etmek, güzel ahlak, mutlak olarak farzları vakitlerinde eda etmek, hayırlara koşmak, göğsünde insanlara karşı kin ve nefreti, kıskançlık ve suizannı söküp atmak, kalbi her türlü kötü sıfattan temizlemek, kalbi nefesleri murakabe etmek, kendisinde ve eşyada Allah'ın hukukunu gözetmek gibi özellik- 154 lerle süslemek, kalbinde rabbinin izlerini araştırmak. Nefes alış verişini denetlemek, nefesi edeple alıp, ilahi huzuru hissederek vermekten ibarettir. İşte bu, hile ve istidracın karışmadığı keramettir. Bunda sadece yakınlaştırılmış meleklerin ve Allah'ın seçkin kullarının katkısı vardır. Bunlar kendilerinde genel-maddi bir keramet zahir olduğunu fark ettikleri anda, ondan kaçınıp Allah'a sığınırlar. Allah'tan bu kerameti normal adetlerle örtmesini dilerler. Ki halkın genelinden, kendilerini ayrıcalıklı kılan bir farklılıkla belirginleşmesinler. İlim hariç. Çünkü ilimle temayüz etmek istenen bir şeydir. İlimle temayüz etmek insanlık için yararlıdır. İlim kerametlerin en yücesidir." Üçüncü sınıf: Bunlar, Resullere saygı gösteren, ilahi şeriatlara iman eden, onların zahiriyle ve batınıyla amel eden hikmet ve felsefe ehli kimselerdir. Şeyh'e göre bunlar, her türlü saygıyı ve hüsnü kabulü hak eden kimselerdir. Futuhat'ın 66. babında (I:324-325) onların hallerini, üzerinde bulundukları hikmet esaslı siyaseti ele almıştır. Babın sonunda şunları söylüyor: - "…Akıl erbabı derken, günümüzde hikmet hakkında konuşanları kast etmiyorum. Bilakis akıl erbabı derken, kendi nefsiyle meşgul olmak, riyazet, cehd, halvet, kalplerini arındırdıktan sonra semavattan vahyedilen ulvi ilimlere hazırlanmak şeklinde onların yollarını izleyen kimseleri kast ediyorum. Akıl erbabı derken bunları kast ediyorum. Çünkü vakitlerini laklaka, kelam ve cedel ile geçiren, fikirlerini, ilk kuşaklardan sadır olan lafızların maddeleriyle uğraşarak harcayan, ama onların bu lafızları aldıkları kaynaktan habersiz olan kimseler, gerçek anlamda akıl erbabı olamazlar. Bu gün gördüğümüz kimselerin gibileri ise, hiçbir akıl sahibi kişi yanında bir değer ifade etmezler. Çünkü bunlar Din’le alay ediyorlar, Allah'ın kullarını küçümsüyorlar, sadece kendi- 155 leriyle beraber olan, kendilerinin yolunu izleyen kimselere saygı gösterirler. Bunların kalplerini dünya sevgisi, makam ve riyaset arzusu bürümüştür. Böyle olunca da sultanlar ve valiler onları aşağılarlar. Böyle kimselerin sözlerine itibar edilmez. Çünkü Allah onların kalplerini mühürlemiştir, onları sağırlaştırmış, kör etmiştir. Buna karşın her tarafta tafra satarak, kendi zanlarınca insanların en üstünleri olduklarını iddia etmekten de geri durmazlar. Bu yüzden, takva sahibi olmadığı halde Allah'ın dini hakkında fetva veren fakih bile, her bakımdan bunlardan daha iyi bir durumdadır. Çünkü iman sahibi, bu imanını taklidi olarak elde etmiş olsa da, kendilerine akıl erbabı diyen bu kimselerden daha iyidir. Aslında akıl sahibi birini, böyle bir duruma düşmekten tenzih etmek gerekir. Gerçek anlamda akıl erbabı olan, bir ölçüde onların hali üzere olan bazı kişilerle karşılaştık. Bunlar insanlar içinde Resullerin değerini en iyi bilenlerdi. Hz. Resulullah'ın (s.a.v) sünnetine en fazla tabi olan, onları en çok muhafaza eden kimselerdi. Hakkın celaline yakışan saygıyı biliyorlardı. Allah'ın, Nebî kullarına ve onların bağlıları velilere verdiği hususiyetlerin, ilâhi, harici ve özel feyiz yoluyla, ders ve içtihat gibi geleneksel yolların dışında bahşedilen meziyetlerin farkındaydılar. Ki akıl düşünce melekesi itibariyle bu ilâhi feyiz ve bağışlara ulaşamaz. Bir gün bunların büyüklerinden birini dinlemiştim. Benim, talep etmeksizin, araştırma ve okuma yoluyla değil, Allah ile halvetim sonucu bana bahşedilen ilâhi fetihleri görmüştü ve şöyle demişti: "Allah'ın katından bir rahmet verdiği, ilmi ledünnünden bahşettiği birini görebildiğim bir zamanda yaşadığım için Allah'a hamdolsun. Allah dilediğini rahmetine has kılar, Allah büyük lütuf sahibidir." Akıl ve fazilet erbabının ileri gelenlerinden olan bu adam İbn Rüşd'dür. Şeyh, onunla karşılaşmasını Futuhat'ın 15. babında anlatır. Burada "Yaraları tedavi eden"in (veya İdris 156 (a.s)in) kendisine ilka ettiği hutbeyi zikreder. Şöyle denmektedir bu hutbede: - "Cennet ve dünya, süt ve bina içermek bakımından ortaktırlar. Ama biri çamur ve samandan, öbürü ise altın ve gümüşten meydana gelmiştir. Bu, oğluna yaptığı vasiyetin bir bölümüdür. Kuşkusuz bu büyük bir meseledir ki remz yoluyla anlatıp gitmiştir. Bunu anlayan rahat etmiştir." Burada, ahiretteki yeniden diriliş ve hesabın hissi, manevi, maddi ve ruhani olduğuna işaret edilmektedir, tıpkı dünyadaki hayat gibi. Ama bu başka bir alemde gerçekleşecek bir hayattır. Bu ise, ahirette maddi cezanın gerçekleşmesini kabul etmeyen bir çok felsefecinin inkar ettiği bir şeydir. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Tehfatu'l felasife, Gazali, tah:Süleyman dünya-daru'l maarif, mısır, s. 16-21-280-289/risaletu emri'l mead, ibn sina, s. 55-56-57, daru'l fikri'l Arabi, 1949/ el-yevakit ve'l cevahir, eş-şa'rani, bab:66) Bedenlerin maddi olarak ahirette tekrar dirileceği, haşredileceği meselesi, kitaplarından anlaşıldığı kadarıyla İbn Rüşd'ün kabul etmekte zorlandığı bir husustur. Çünkü masum şari'nin açık nassları ile sadece ruhani haşri kabul eden filozofların mesnetsiz görüşleri arasında tereddüt ettiğini yansıtan bir düşünceye sahipti. Şeyh, hem cennet ehlinin, hem cehennem ehlinin, şeri nasslarda açıkça belirtildiği gibi, ahirette amellerinin karşılıklarını maddi olarak alacaklarını sık sık vurgular. Resule tabi olan velinin miracı ile hekim filozofun miracının karşılaştırdığı Futuhat'ın 167. babında (II:283), filozofun nasıl sonunda tutumundan vazgeçtiğini, Resule tabi olduğunu, Resulün bildirdiklerinin tümüne tevilsiz iman ettiğini açıklar ve sözlerini şöyle tamamlar: "Bedenlerin, hüküm ve devir farklılığıyla beraber tavırdan tavıra geçmek suretiyle haşredildiklerini gördü."Şu halde ruhlar, bedenlerin tedbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Dünyada maddi ve unsuri 157 bedenleri yönetip tedbir ederken, berzahta, uyuyan kimsenin gördüğü rüya gibi berzahi bedenleri tedbir etmektedir. Ahiret ateşinde ise, tabii, unsuri, maddi ve zülmani bedenleri, cennette de tabii, maddi, latif ve nurani bedenleri tedbir etmektedir. İşte ileri yaşlardaki Ebu'l Velid İbn Rüşd ile henüz küçük bir çocuk olan, ama fetihlere nail olan Muhyiddin b. Arabî arasındaki konuşmanın konusu budur. Şeyh, bu buluşmayı şöyle anlatır (I:152-153): - "Bir gün Kurtuba'da şehrin kadısı Ebu'l Velid İbn Rüşd'ün yanına gittim. Halvet halimde Allah'ın bana fetih yoluyla ulaştırdığı hakikatleri duyduğu için beni görmek istemişti. Çünkü duyduğu şeyler karşısında hayrete düşmüştü. Babam, önceden hazırladığı bir plan gereği beni bir ihtiyacı için ona gönderdi. Maksadı, onunla buluşmamı sağlamaktı. İbn Rüşd babamın arkadaşıydı. Ben o sırada henüz çocuktum. Sakallarım çıkmamış, bıyıklarım terlememişti. Yanına girdiğim zaman, sevgi ve saygısının bir ifadesi olarak ayağa kalktı. Beni kucakladı ve bana " Evet" dedi. Ben de "Evet" diye karşılık verdim. Ne demek istediğini anladığım için sevinci daha da arttı. Sonra ben, bu cevabım karşısında sevindiğini fark edince, "Hayır" dedim. Hemen kasıldı, yüzünün rengi değişti ve içine bir kuşku düştü. Ardından şöyle dedi: Keşif ve ilahi feyizle hakikatleri nasıl aldınız? Bize verilen düşünce gibi mi? Dedim ki: Evet, hayır… Bu evet ile hayır arasında ruhların maddelerin ayrılıp uçtukları, boyunların bedenlerinden koptukları kadar uzun bir mesafe vardır. Hemen rengi sarardı, titremeye ve "la havle…" demeye başladı. Ne demek istediğimi anlamıştı. Bu, imam, kutup "Yaraları tedavi eden"in (İdris'in), sözünü ettiği meselenin aynısıydı. Bundan sonra yanındaki bilgileri bize anlatmak için babamdan buluşmayı istedi. Bildiklerinin benim ulaştığım hakikatlere uyup uymadığını öğrenmek istiyordu. Çünkü fikir ve akli nazar ehliydi. Allah ile 158 halvete cahil olarak girip, ders almadan, araştırma yapmadan, mütalaa etmeden ve okumadan bu şekilde hakikatlere vakıf olarak çıkan birini gördüğü bir zamanda yaşadığı için Allah'a şükretti. Dedi ki: Bu, akıl erbabı olarak ispat ettiğimiz, ama somut olarak bir kimse üzerinde gözlemleyemediğimiz bur durumdur. Allah'a hamdolsun ki ben, kapalı kapıların üzerine açıldığı birini gördüğüm bir zamanda yaşıyorum. Beni böyle birini görmeye has kılan Allah'a hamdolsun. Sonra onunla bir kez daha buluşmak istedim. Bir rüyada (Allah rahmet etsin) bana göründü. Benimle onun arasında ince bir perde vardı. Ben onu görüyordum, ama o beni ve yerimi göremiyordu. Nefsi onu benden alıkoymuştu. Dedim ki: Üzerinde bulunduğumuz hal itibariyle bu istenen bir şey değildir. 595 senesinde Marakeş şehrinde vefat edinceye kadar bir daha onunla görüşmedim. Oradan Kurtuba'ya nakledildi. Mezarı Kurtuba'dadır. İçinde bulunduğu tabut hayvanın sırtına konulduğu zaman, telif ettiği eserler yükün öbür tarafına konularak yükün dengesi sağlandı. Ben de orada durmuştum. Yanımda da seyyid Ebu Said'in katibi edip fakih Ebu'l Hüseyin Muhammed b. Cübeyr ile arkadaşım Ebu'l Hakem Amr b. Serrac en-Nasih vardı. Ebu'l Hakem bize döndü ve şöyle dedi: İmam Rüşd'ü yükte neyin dengelediğini görüyor musunuz? Bu imamdır, bunlar da onun amelleri. Teliflerini kast ediyordu. İbn Cübeyr ona dedi ki: Evet, oğlum, gördüğün şey, ağzının kırıntısı değildir. Hemen bu sözü bir öğüt ve uyarı olarak kaydettim. Allah hepsine rahmet etsin. Bu topluluktan benden başka hayatta kalan kimse yok. Bununla ilgili olarak şu beyitleri söylemiştik: İşte imam ve işte amelleri Ne olurdu bileydim, emellerini gerçekleştirdi mi?

Ateşin yanmadığı gibi../Allah'ın Zatı/Sıfatları/Tasavvuf/Yok/Hiç.

Ateşin yanmadığı gibi..
Yok' a ne kadar yok desen de Yok olmayacak.
Ve şu Yok' lar, senin iradenle Var olmazlar..
Ve Hiç bir Yok da kendi iradesiyle Var olmaz.
Ki Hiç olsunlar !...
Dostum bil!
O değerli Aklın kıyısı ve yücesi, peygamberlerin imanına
İman ise kusurları örten O kusursuz Tek İlah'a...

Allah'ı hatıra getirmeden çok konuşmak..

Allah'ı anmanın dışında fazla konuşmayın. Çünkü Allah'ı hatıra getirmeden çok konuşmak kalbi katılaştırır. Allah'ın rahmetinden en uzak insan ise kalbi katı insandır.

s.a.v.

...o bana hamd eder ben ona hamd ederim...İbn-i Arabi k.s...

...o bana hamd eder ben ona hamd ederim... ---(Devamında İbadetin manası...)--

İbn-i Arabi k.s.

***

De ki: "Hamd Allah'a! Bir de selam ıstıfa buyurduğu kullarına!" Allah mı hayırlı, yoksa müşriklerin şirk koştukları mı?

Neml suresi 59

Fusûsu'l-Hikem-İdris Fassından

"....Her ikisi de bir-olan-ayn’dandır. Belki de, tersine
(hakikat itibarıyla) bir ayn’dır ve (taayyün ve zuhur itibarıyla) çoğul aynlardır. Neyi görüyor olduğuna bak!"

Fusûsu'l-Hikem-İdris Fassından

***

Hakikaten çok güzel bir bölüm...Her "1" (Örnek şu harfler) HALK (=yaratılmış) olarak ayrı ayrı 1 ve BİR ler olduğu halde.. HALİK(=Esma-Yaratan İsmi)ismini müşahede (bilerek bilmeyerek) ederken hem suret olarak "BİR"..hem İlmi suret olarak "BİR"..hem hiç bize kalmadan 1 ve BİR ve Bir ler olarak algılanıyorlar...Asla da ayrı olmalarına rağmen ayrı olmuyorlar...Fakat mutlaka ayrı oldukları halde asla ayrı değiller...Ve tümden toptan görünen de 1 ve BİR...

***

“Hikmetleri kelimelerin kalplerine indiren Allah’a hamd olsun.''

Muhyiddin İbn-i Arabi k.s.

Tek/Vahdet-i Vücud/Varlığın Birliği/Tevhid/Tasavvuf....

Yansıma ne enteresan bir şeydir..Her bir varlık mutlaka başka bir varlıkta ya ayna gibi, ya suyun yansımasındaki gibi ya da karşısında etten kemikten hakiki bir suret olarak başka bir candan kendi varlığını seyredebilir..Bu yansıtma sırf ilim olarak da mevcut..mesela başka bir varlıktan kendi varlığını düşünmek gibi..Ki ne hoş ilim de bir suret demek ki..Ve insan kendi varlığını asla yansıma olmadan göremiyor ne hayret edilecek şey..Ben der ben der ama o ruhu kendi varlığını bir kere bile kendi varlığı dediği gözleriyle tümden görmedi..Hem şu göz nedir ki görsün..Her bir varlık tek tek ancak başka bir varlığa bakarak kendi varlıkları dediklerini görebiliyorlar..Her bir varlık..tek tek..ancak başka bir varlığa bakarak..kendi varlıkları dediklerini..görebiliyorlar..(Yansıma-Suret-İlmi Suret-Kendilerini Göremiyorlar Sırrı)...

VARLIK kelimesi de ne acayip..Benim varlığım bu ellerim gözlerim vücudum ve göremesem de yine ruhum..O ruhu da ancak yine başka bir varlık haber verdi bana..Öyle bir varlık ki Tekti..hala da Tek..Bilinmek istedi..Ve kendisini bilecek bir varlık yarattı..Kendi varlığından şüphesiz..Başka bir varlık yoktu..Olan da O'nun varından.. Başka yaratıcı olan yoktu..Yok ki.. Denildiği gibi o Tektir..Bir dir..Ve bilinmek istedi..Ruhundan üfledi...O'nu bilecek bir ruh...Hala da O tanınmak istenenin varlığından başka bir varlıktan alamaz o başka bir varlık kendi varlığım dediğini...Her varlık ancak O'na ait..O'ndan...Ne varsa Tek sahip..Tek yaratıcı...Bilinmek istedi..Tek olan ruhundan üfledi.. Varından var etti...'Ol!' dedi...oldu...

Allah'ı idrak, O'nun idrak edilemeyeceğini idraktir...
Hz Ebubekir Sıdk r.a.

***

De ki: " Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır."

enam 162

Cemal/Vech/Cemalullah/Dost Yüzü Bakmasa/Dost Yüzü Olmasa

Dostun yüzü bakmasa et neye yarar. Dostun yüzü olmasa niye ölmeyeyim.

Şeytan o Ali hakkında dedi ki: Ah! Bir Elinden Kurtulsam!

Alim ismini bilirsen fısıltılarının sıkıntılarını nefsinin kendisinden olduğunu bilirsin
Nefsi düşman yarattı Allah bu hakikati bilirsen es-Sabr ismine erersin
Veya savaşırsın o nefsle de Allah'ın zikrini bulursun
Nefsine Alim olmazsan ne derse eksik olduğunu farketmezsin
Ne ki yanlış dese sanki doğruyu bilmezmişsin gibi sıkıntıya düşersin
Her sözü sana kamçı olur zehir olur
Bilirsen Bilalin göğsündeki taş olur!
Ne derse inanırsın da sanki irkilirsin
Sabrı bilirsen mükafatı bilirsin, Muhsinlerden olursun
İlim bilirsen her fısıltının yanlışlığını bir bekçi gibi ruhunun kapısından tek tek doğrulara çevirirsin
Bir Alim gibi!
Allah doğrularla beraberdir
Sabredenlerin mükafatı sınırsızdır
Onun katında en değerli Ondan en çok korkandır
Alimler Ondan en çok korkanlardır
Bilirsen nefsin ve şeytanlar usanır senden
Bu sefer sen onlardan usanmazsın
Allah için bilirsen işte onların yakalarını bırakmazsın
Düşman değil mi ya elbet uyur mu
Sen de az uyursun!
Bilirsen Allah için!
İki tatlı seslenişine kanıp başını uzatmazsan Allahtan ey Ruh!
Seni göremez ki o kör nefsin!
Allahı bırakıp da o tatlı sözlere nasıl itibar edersin
Bu devleti kime verirler
Sabredenlere verirler
Bilenlere verirler
Niyaz sahiplerine verirler
Bunları bilmediysen bir şey bildim deme!
Ruhuna er de nefsini ve şeytanları perde arkasından bir seyret ibret al
Nasıl da çalışıyorlar;
Bilmeseler de!
Allah için!
Rahat yok mu deme de hemen
gör bak bu isteği sen seslendirmeden içine fısıldayan nedir!
Niçin diyor! Nedir!
Rahat var da o rahat nefsinin bildiği üç günlük geçici dünya değil!
OKU da bil ey ruh o sonsuz rahatlık nedir!

İbn-i Arabî hazretlerinin Fahreddin Râzî’ye yazmış olduğu mektup..

Bismillâhirrahmânirrahîm…
Her şeye yeten Allâh’a hamd olsun!
Salât ve selâm, onun seçtiği bütün peygamberlerin üzerine olsun!
Benim Allâh yolundaki dostum Fahreddin Muhammed Râzî’ye de selâm olsun ve Allâh onun himmetini yüceltsin!

Bundan sonra:
Senin için biz, kendinden başka tanrı olmayan Allâh’a övgüde bulunuruz (seni Allâh’a medhederiz).
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Biriniz kardeşini severse, bunu ona bildirsin: «Ben seni seviyorum.» desin!”
Zâten yüce Allâh da:
“Birbirinize hakkı/gerçeği tavsiye ediniz” (el-Asr, 3) buyurmaktadır.
Ben, senin bazı telif eserlerine ve (bu eserlerde) yüce Allâh’ın, seni tahayyül kudreti ve mükemmel düşünce bakımından desteklediğine vâkıf oldum.
Nefs, ne zaman sadece bedeninin taleplerinden lezzet ve haz almaya başlarsa ilâhî cömertlik ve mevhibenin (ilâhî bağışların) tadını alamaz. Böylece yalnız ayakları altından beslenen gâfil kimselerden olur. Fakat esaslı bir adam, üstten beslenendir. Allâh Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
“Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur’ân’ı lâyıkıyla tatbik etselerdi, her yönden (hem ayakları altındakinden/yeryüzünden hem de yukarıdan/göklerden) nimete ermiş olurlardı…” (el-Mâide, 66)

Allâh’ın, onu muvaffak etmesini istediğim benim dostum bilsin ki, (Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e) kâmil mânâda vârislik, sadece bir vecihle değil, bütün yönleriyle olandır. Zaten: “Âlimler, peygamberlerin (her yönüyle) vârisleridir.” Bu itibarla akıllı olana gereken, bütün yönleriyle (Hazret-i Peygamber’e) vâris olmaya çalışmak ve bu hususta gayret noksanlığına düşmemektir.

Allâh’tan, onu muvaffak kılmasını temennî ettiğim değerli dostum bilir ki; insan tabiatının güzelliği, ancak ilâhî bilgilerle donatılmasının semeresidir ve çirkinliği de o ilâhî bilgilerden mahrumiyet neticesidir. Yüksek ve yüce himmetli kimse için gerekli olan, ömrünü, sonradan meydana gelmiş boş şeylerle ve onların boş ayrıntılarıyla geçirmemektir. Eğer buna dikkat etmezse, Allah’tan gelecek olan ilâhî ve ebedî nasip ve hazlardan mahrum kalır. Yine bu kimse için gerekli olan, kendi fikrinin delîlinden gönlünü iç huzûra erdirmesidir. Şüphesiz ki (kendine ait) fikrin doğuş sebebi bellidir; istenilen hak ise böyle değildir. Çünkü Allâh’ı tanımak, onu varlığı sebebiyle tanımanın tersidir. Çünkü akıllar, Allâh’ı, delil vesilesiyle değil inkâr açısından var olması (inkâr edilememesi) sebebiyle tanır. Bu ise akılcı geçinenlerle kelâmcıların hilâfınadır. Bu meselede onların görüşlerine katılmayan Seyyidimiz İmam Gazâlî de, bizimle aynı görüştedir.
(Demek istiyorum ki) akıl, sübhan olan (her türlü noksan sıfatlardan ve beşerî îzahlardan münezzeh ve her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan) Allah’ı, kendi düşünce ve görüşü kapasitesince bilir. Öyleyse müşâhede yoluyla Allâh’ı tanımak isteyen akıllı kimseye gerekli olan, kalbini (kendisine ait her türlü) fikirden boşaltmasıdır.

Yâni yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan, görüntü dünyâsında aklî düşünceye bağlı kalmamasıdır. Çünkü görüntüler âlemi, arkasındaki mânâya delâlet eden cisme bürünmüş nurlardır. Çünkü görüntüler âlemi, yâni hayâl, aklî mânâları hissî kalıplara indirir. İlmi süt şeklinde, Kur’ân’ı (ilâhî) ip sûretinde, dînî de kayıt sûretinde sergiler.

Yine yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan, öğreticisinin, küllî nefisten almaya bağlanmış bir kişi olmamasıdır. Tıpkı, kişinin, aslâ bir fakirden almaya muhtaç kalmaması gerektiği gibi… Fakir, başkası olmadan kemâl sahibi olamayandır.

Azîz ve Celîl olan Allâh’ın dışındaki her varlığın hâli böyledir, (hepsi fakirdir). Bu itibarla sen, ilmi, ancak sübhân olan Allâh’tan keşif yoluyla almak hususunda gayret ve himmetini artır! Muhakkıklar (Hakk’a ve hakîkate ulaşmış olanlar) bilirler ki, Allâh’tan başka fâil yoktur. Dolayısıyla onlar, ilmi, Allah’tan başkasından almazlar. Allah’tan alışları da, akıl yoluyla değil, keşifledir. Çünkü ehl-i himmet, ancak ilme’l-yakîni aşmak ve ayne’l-yakîne ulaşmak sûretiyle kurtulmuşlardır.

Bil ki, mütefekkirler, herhangi bir konuda fikrî gâyelerine göre en zirveye ulaştıkları zaman, elde ettikleri düşünceler, kendilerini azimli bir taklitçi konumuna getirir. Mesele ise fikrin o noktada duraklamasından daha büyüktür. Fikir var olduğu müddetçe, onun bir meselede emîn olması ve orada çakılıp kalması mümkün değildir. Fikrî sahada akılların güç bakımından durduğu bir sınır vardır. Bir de akıllar, kabul sıfatına sahiptir ki, bu da, yüce Allâh’ın bir hibesidir. Öyleyse akıllı kişi için gerekli olan husus, kendisini ilâhî esintilere açması, şahsî görüşü ve kendi kazancının dar kalıplı esiri olmamasıdır. Çünkü kişi, sırf şahsî fikirleriyle vardığı noktada şüpheyle karşı karşıyadır. Bana dostlarından ve senin hakkında güzel ve iyi düşüncesi olan, aynı zamanda benim de güvendiğim bir şahsın anlattığına göre; bir gün sen ağlıyordun. O şahıs ve senin etrafındakiler ağlama sebebini sordular. Sen de: “Otuz sene önce düşündüğüm bir mesele sebebiyle ağlıyorum. Çünkü şu an o mesele hakkında yeni bir delile ulaştım ve işin özünün önceki fikrimden tamamen farklı olduğunu anladım ve (yapmış olduğum hatâ dolayısıyla) ağladım.”

(O hâlde değerli dostum!) Bu itibarla diyorum ki, bugün ulaşmış olduğun delil de belki bir müddet sonra ilk meseledeki gibi olacaktır. Çünkü fikir ve ifade sana aittir.
Akıl ve fikir mertebesinde ârif olan kişiye, fikirde konaklama ve huzur bulma mümkün değildir. Bu husus, özellikle yüce Allâh’ı tanıma ve bilmede daha geçerlidir. Kulun, yüce Allâh’ın mâhiyetini, kendi bakış açısıyla bilmesi mümkün değildir.

Sana ne oluyor? Kardeşim, hâlâ niye bu vartada kalakalıyorsun da Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in başlattığı nefsî - kalbî eğitim ve Allâh ile halvet yoluna girmiyorsun. Fakat o yola girsen, Sübhân olan yüce Allâh’ın:
“Kullarımızdan bir kul… Ona katımızdan bir rahmet bağışladık. Nezdimizde bulunan özel bir ilimden bilgiler verdik…” (el-Kehf, 65) diye buyurduğu insanların erdiği lutfa mazhar olursun.
Senin gibi bir kimseye yakışan, bu şerefli lutuf dolu yola, yüce ve büyük mertebeye yönelmektir.
Dostum bilsin ki, her mevcut (var edilmiş olan), sebep yanında o sebebin kendisi gibi muhdestir/sonradan yaratılmıştır. Mevcudun iki yönü vardır. Biri, kendi sebebine dönüktür. Diğeri de, mûcidine/kendisini var edene bakar. Var eden de yüce Allâh’tır. Fakat bütün insanlar, kendi sebeplerinin yönüne bakarlar. Hikmet erbâbı olanlar, filozoflar ve onlar gibi akıl meydanında dolaşanların tamamı da böyle yaparlar. Ancak peygamberler, velîler ve melekler gibi Allâh ehli olan muhakkıklar/hakîkate erenler müstesnâdırlar. Onlar, bir taraftan sebep vâsıtasıyla bilgileriyle beraberken diğer taraftan da mûcidlerine / yaratan Allâh’a nazar ederler.
Onlardan bazıları, Rablarına, kendi yönüyle değil, kendi sebebi yönüyle bakmış ve şöyle demiştir: “Kalbim, bana Rabbimi anlattı.” Kâmil bir kimse de şöyle dedi: “Rabbim bana konuştu.”

Bu görüşe de ârif dostumuz (Bâyezîd-i Bistâmî) şöyle diyerek işâret eder: “Siz ilminizi resimlerden (harflerden) ve ölülerden ölü olarak aldınız. Bizse, ilmimizi, hayat kaynağı olan ve hiç ölmeyecek olandan, yâni Allâh’tan aldık!”
Kendi varlığı, başkasından istifade ile var olanın hükmü, bizce, hiçbir şeydir. Ârif kişi için Allâh’tan başka dayanak kesinlikle yoktur.

Bundan sonra dostum bilsin ki, Hak, her ne kadar bir taneyse de onun, bize yönelen çeşitli ve birçok yönü vardır. Dolayısıyla ilâhî ilhamlar ve onların tecellîleri, bu yönler kanalıyla olursa onlardan sakın (kesrete aldanma)! Sana göre, Hakk’ın Rab olması, onun Müheymin (hükümranlığını her tarafa yayıcı) olması hükmü gibi değildir. Yine onun Rahîm, yâni ebedî rahmet kaynağı olması hükmü de, onun Muntakim (intikam alıcı) hükmü gibi değildir. Allâh’ın diğer isimleri de böyle değerlendirilmelidir.

Bil ki, bütün sıfatları kendisinde toplayan zât olarak; Rab, Kadîr, Şekûr ve diğerleri gibi bütün isimleri câmî bir isim mâhiyetiyle Allâh lafzı, ilâhî vecheyi ifâde eder. Yâni Allâh ismi, bütün isimleri kendisinde toplar. Onu müşâhede ânında sen (Allah ismini) hâfızanda bulursun. Ancak mutlak sûrette onu aslâ müşâhede edemezsin. Cenâb-ı Hak, bütün isimleri kendisinde toplayan Allâh ismi ile sana bir dâvette bulunursa, seni neye çağırdığına dikkat et! Bu dâvet ve müşâhedenin yönelttiği makâma iyi bak! Ve ilâhî isimlerden Allâh’ın nazarının tecellî ettiği isme nazar kıl; çünkü sana hitap eden ve senin de müşâhede ettiğin isim odur. O da, ifadede dönüşümlü tecellîlerle tâbir edilir. Tıpkı suda boğulan kişinin: «Yâ Gayyâs (Ey kurtarıcı)» yahut: «Yâ Müncî (Ey ferahlatıcı)» yahut da: «Yâ Munkız (Ey dardan kurtaran)» mânâsında sadece «Yâ Allâh!» demesi gibi… Acı çeken bir hasta da: «Yâ Allâh!» dediği zaman, bu: «Yâ Şâfî (Ey şifa veren)» yahut: «Yâ Muâfî (Ey âfiyet veren)» mânâsınadır. Diğer ilâhî isimlerle Allâh lafzının münâsebeti de buna benzer. Sana benim dönüşümlü dediğim ifade, İmâm Müslim’in Sahîh’inde bahsettiği şu hadistir: “Yaratıcı tecellî eder, fakat inkâr edilir ve ondan kaçınılır. Bunun üzerine tecellîsini, Allâh, inkâr eden ve kaçınanlar için kendisini tanıdıkları bir sûrete dönüştürür. Böylece insanlar, önce inkâr ettiklerini sonra ikrâr ederler.” İşte burada Rabbânî hitaplar, dâvetler ve müşâhedenin mânâsı budur.

Akıllı kişi; ilimlerden, ancak kendisini tamamlayacak ve her hâlükârda kendisiyle (öbür dünyâya da) intikâl edecek ilimleri talep etmelidir. Bu da ancak yüce Allâh’ı, vehb ile, yâni onun insana ihsan ettiği özel lutuflarla ve müşâhede yoluyla bilmek ve tanımakla olur. Meselâ sendeki tıp ilmine hiç şüphesiz ki ancak çeşitli hastalıklar dünyâsında ihtiyaç duyulur. Fakat sen hiçbir hastalığın bulunmadığı bir dünyâya intikâl ettiğin vakit orada tıp ilmiyle kimi tedâvî edeceksin? Onun için akıllı kişi, bu dünyâda kalacak olan bilgileri, peygamberlerin tıp bilgisi(1) gibi vehbî yolla, yâni Allah vergisi yoluyla olsa bile elde etmek husûsunda özel bir çaba göstermez. Sen de onlara takılı kalma. Aklın ve gönlün öncelikle Allah ilmini istesin.

Mühendislik bilgisi de böyledir. Ona, ancak ölçüm alanında ihtiyaç duyulur. Sen öbür dünyâya intikâl ettiğinde bu ilmi dünyâda bırakırsın. Her nefis, basit bir şekilde, yâni yanında bu dünyâya âit hiçbir şey olmaksızın göçüp gider. O hâlde nefsin, âhiret âlemine göçüş esnasında burada terk ettiği ilimlerle uğraşmayı böyle değerlendir.

Akıllı kişi, ilimden, ancak kendisinin zarûrî olarak ihtiyaç duyduğu bilgileri almalıdır. Bu istikamette o, kendisinin taşınacağı âleme taşınacak olanı tahsîl etmeye özellikle gayret etsin! Bu da yalnızca iki ilimden ibarettir:
1. Allâh ilmi
2. Âhiret yolculuğundaki durakların ilmi. Ki bu ilmi; âhiret merhaleleri, âdetâ evinde yürür gibi hiçbir şeyi inkâr etmeyecek ve oradaki hiçbir şey kendisine yabancı gelmeyecek şekilde bilmeyi gerektirir.

Şüphesiz bu iki ilmi bilen kişi, inkâr ehlinden değil irfan ehlinden olur.
O yerler (âhiret merhaleleri), imtizac (kötüyle iyinin karıştığı) yerler değil, temyiz (doğru ile yanlışı birbirinden ayırma) yerleridir. Bu yerler, (insana) galatı da doğruyu da gösterirler. Bu da, bu makamda bir topluluk hakkında temyiz meselesi ortaya çıktığında netleşir. O topluluk ki, Rableri kendilerine tecellî ettiğinde: «Senden Allâh’a sığınırız. Sen Rabbimiz değilsin. Bizler, Rabbimiz bize gelinceye kadar bekleyeceğiz.» derler. Rableri onlara, ancak onların bildikleri şekilde tecellî ettiğinde onu ikrar ederler. Böyle bir durum ne kadar esef vericidir!
Akıllı kimseye, bu iki ilimden (Allâh ve âhiret ilminden) tarîkatteki usul üzere riyâzet, mücâhede ve halvet yoluyla keşifler gerekir.

Ben sana halveti ve onun şartlarını ve halvet esnasında tertibine göre adım adım neler tecellî edeceğini anlatırdım. Ancak içinde bulunduğumuz şu zaman beni bundan menediyor. Zamanla kastettiğim de, bilmediği ve anlamadığı konularda inkâr yolunu tercih eden kötü âlimlerdir. Onları, Hakk’ı iz’andan ve ona teslim olmaktan çelmeyen, şâyet ona îmân değil ise; taassup, görüntü sevgisi ve riyâset sevdâsıdır.
Doğruları en iyi bilen Allâh’tır. Dönüş de O’nadır.