Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

Efendimiz s.a.v. ne güzel buyurdu..

Sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem'e atılırlar." buyurdu.

s.a.v.

Efendimiz ne güzel buyurdu.. Yoksa insan Allah'a nasıl isyan edebilir ki?
O'nun hükmünden dışarı nasıl adım atmış olabilir ki başka.
Ya da şirk nasıl hakikat olsun başka.
Sırf dildedir..

Ayna/Tasavvuf...

Aynaya bakıp çekidüzen verirsin kendine.. Yoksa aynadaki Sen değilsin... Aynasın.. Aynanın Sırrının sırrısın.

Endişelenme..

Çok şükür iyiyim ben; endişelenme. Gördüğün Özüm gölgesi, ben değilim.

Rabbimi Rabbim ile bildim

Azimetleri kaldırarak Rabbimi tanıdım! Hayır aslında rabbim Celle ve Ala sayesinde azimetleri kaldırmayı öğrendim. Zira Allah Subhanehu masivanın varlığının delilidir, masiva o'nun varlığının delili değil. Zira delil, delil ile bilinen şeyden daha aşikar olmak durumundadır. Allah Teala dan daha zahir ne olabilir ki? zira her şey O'nun sebebi ile ve O'ndan zahir olmuştur. O bizzat kendisine ve kendisi dışındakilere delildir. Öyleyse ''Rabbimi Rabbim ile bildim!!''demekte bir mahzur yoktur.

İmam-ı Rabbani Hazretleri
247.Mektub

Ben dost bağı bülbülüyem

Ben dost ile dost olmuşsam
Kimseler dost olmaz bana
Münkirler bakar gülüşür
Selam dahi vermez bana
Ben dost ile dost olayım
Ölmez evvel öleyim
Canimi kurban vereyim
Dünya baki kalmaz bana
Ben aşıkı biçareyim
Baştan aşağı yareyim
Ben bir deli divaneyim
Aklim da yar olmaz bana
Kimseler bilmez halimi
Aşk odu yaktı canimi
Seçmezem soldan sağımı
Namusu ar olmaz bana
Sanurlar ki ben deliyim
Ben dost bağı bülbülüyem
Mevla'nin kemter kuluyem
Kimse baha saymaz bana
Bülbül olu ben oterim
Dost bahçesinde biterim
Gül alırım satarım
Bağu ban olmaz bana
Dervis Yunus nice diyem
Ben bu cani terk idem
Yan yana DOSTA GIDEM
Perde hicap olmaz bana

el-an

Neredeydin Dostum
Ben Yoktum
Nasıl Uyandırdın
Karanlık değil el-an
Gözlerimi Nurlandırdın

Nur

...zeytinden tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir...

http://jonasclean.blogspot.com/2010/01/zamananmecaz.html

İbn Arabi ve Vahdet-i Vücud

Bütün bu incelikleri ancak; Allah ve Rasûlü'nün yolunda ittibâ
edenler Allah ve Rasûlü'nün bildirdiklerine çelişmeyecek tarzda
anlatanlar idrâk edebilir.

Allah Celle ve Alâ; «Ben, kâinatı, arşı, insanı ve bütün varlıkları
yarattım» diyor. Hayır efendim, "âlemde hiçbir şey yoktur, yalnızca ALLAH
mevcuttur..." veya "Allah âlem'in bâtınında ve zahirinde görünmektedir.."
denilebilir mi?.. Tâbi ki Hayır!. Ancak, >>varlık Allah'ın sıfatlarının
gölgesidir<<.. >>Dolayısıyla<<, âlemde Allah'ın "El- Bâtın" isminin tecellisi batini ve "Ez-Zâhir" isminin tecellisi zahiri olmak yönüyle, âlem'in batini ve zahiri özellikleri >>o isimlerin hakikâtlarinde<< >>sabit olan<< hakikâtlarıdır. ----------*** Araya girerek bir noktayı belirtmek isterim kardeşlerim : Yani Rabbimiz alem ismi altında kendi sıfatlarını derecelemiş ve kendi Zatında ise elbette sınırsızdır..Ve bu derecelendirmesine göre O'nun üflemesi olan bizim Zatımız (ruhumuz) aleme dahil olan nefsimiz mertebesinde bu tecellilerden nasiblenmekte yükselmekte veya celal yönlü isimlerinden örneğin zarar verici (ed-dar) isminden nasiplenmektedir. Nasiplenmek dedim çünkü ed-dar ismi her ismin tecellisinde olduğu gibi bizi (iman edenleri) ancak yine O'na yöneltir. Bir müslüman kardeşi düşünelim ki ed-dar isminden bir insan tokadı derecesinde nasiplendi. Bu onda ancak kendi nefsinin mertebesinde yani ilminde olarak Allah'a yaklaştırır. Fakat ed-dar isminin gölgesi koyulaşırsa artık o kişi için tokadın nereden geldiği aşikar olacağı için Allah'a yakınlaşması da o derece yüksek olacaktır..Ve belki işte tokadı tokat olarak deil de Allah'ın cezası olarak bilecek; bu da elbette onda farklı bir hal meydana getirecek nefsini sorgulamaya dönüşecektir. Nefsini sorgulayan, Allah'ın lütfu gereği sınırsız cemalinden sınırsıza doğru nasiplenecektir. Ve yükseldikçe herşeyin Ondan ve asli itibariyle de varlığın Ondan başkasına ait olmadığını kendi mertebesince idrak edecektir. Bu örneği Cemal ismi yönünden düşünürsek Efendimizin s.a.v. miracını hiç aklımızdan çikarmamak gerek. Düşünelim.. Öyle bir tecelli ki artık sıfatlar Zattan ayrı bir tecelligahta olmaz. Ve idrak artık sıfatlarda değil kesin bir iman ve ilim neticesinde Zat'a bağlanır... Bunu şimdiden >>bilir<< ve >>bağlantıları doğru idrak eder isek<< bizim için bu Allah'a yakınlığın ilk ve yeterli son adımı olacaktır... Ve bu adım O'nun kendi zatından üflemesiyle var olmuş zatımızda yani ruhumuzda sabitlensin. Nefsimizde gidip gelmesin perdelenmesin .. Nefsinden arınan O'nun ruhuna, ruhuyla sessiz ve çıplak erer.. O'nun nefsine ermek nasıl olsun? O'nun nefsi sınırsızdır.. Kendi zatımızda Allah hepimize sıfatlarını Zatından görebilme idrakini sağlayacak tecrübeler yaşatsın.. Ki o sınırsız ilim sahibidir.. Amin. ***------------- Ayrıyetten şunu da belirtmekte fâide vardır. Zira Esmalar Uluhiyet Makamında her birisi diğerinin aynıdır. İşte bu cihetle "Vahdet-i Vücûd" denmektedir. ------------*** Burada "Vahdet-i Vücûd" bir teori ve dillerde söylenen bilinmişliğiyle değil varlığın birliği anlamında söyleniyor. ***------------ Yani, Esma ve Sıfatlar, >>Zât-i İlâhinin varlığında<< her biri bir >>diğerinin aynıdır.<< Orada isimlerde taaddüt yoktur. Ve Zâtta bütün Esmalar birbirinin aynıdır. Âlemde ki tecellilere gelince, bu varlıkların istidadına göre açığa çıkmaktadır. Öyle ise, varlıkta açığa çıkan isim ve Sıfatların özellikleri Hak'kın isim ve Sıfatlarının aynı değildir. Meselâ; insanda açığa çıkan ilim Hakkın İlim Sıfatının tecellisidir, fakat Hak'kın ilmi, diğer bütün Sıfatların aynı olduğu gibi Ezelî ve Ebedi'dir, >>fikir yoluyla elde edilmiş değildir.<< Bizim ilmimiz ise,
sonradan olma olduğundan Ezelî ve Ebedî değildir. Ayrıca bizde
açığa çıkan ilim, bizim diğer sıfatların aynı da değildir.
Şayet, "bizden açığa çıkan sıfatlar ve özellikler Hakkın Sıfat ve
özellikleridir" dersek Hakkı kayıt altına sokmuş oluruz.. Bu da apaçık
olarak Tevhîd'e aykırıdır.
Zât-ı İlâhî'yi kayıt altına aldıktan sonra tenzîh'in ne anlamı
kalır...???!!!

Yıldızların Mevki
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)


***

Bir şey daha aktarmak isterim

***

Onun büyük halini, söyledikleri ile ölçmek yerinde olmaz - ...

imam ı rabbani ahmedi faruki serhendi hazretleri
mektubat- 487. mektupdan

***

...De ki hamd Allaha, bir de selâm ıstıfa buyurduğu kullarına...

Hüsn-ü Zan (Devam)

Senin Allah'a hüsn-ü zan besleyip de, Allah'ın sana iyilikle muamele etmemesi hiç mümkün değildir.

Zunnûn-i Mısrî

kendini keşfedemiyorsun..

Hırs atını yıldızlara doğru sürmüşsün, onlara dair bilgiler elde ediyor,mesafeler ölçüyor,yeni yeni yıldızlar keşfediyorsun da,kendini keşfedemiyorsun.Meleklerin secde ettikleri adamı tanımıyorsun...

(Mesnevi, c,1,s 540)

Seratonin/Endorfin/Extacy/Uyuşturucu Bağımlılığı.

Övgüler endorfinine seratoninine değil, Rabbine olsun...

Mümkün ve -OLma- /Vehim /Ruh /Nefs /Halüsinasyon - (Devam)

Örneğin tavşan uçar mı..Böyle bir şey OLmaz..Burada OLabilir mi diye sormak OLabilir bir şeydir..OLuşa dahildir..Fakat uçması OLuşa tafsilatlı olarak baktıımızda (yani sallamadan) mümkün değildir..Nerede mümkündür? OLuşa dahil hayalde..Rahatsız edici biçimde OLursa Halüsinasyon.. Diğer türlü hayal..Ve bir de rüya.. Burada bir de VEHİM devreye girer.(Halüsinasyonu oluşturan Vehim)..Yani "Ay olacak mı olacak mı ne olacak şöyle olacak böyle olacak" gibi..Ve o şey OLuşa dahil bazı kategorilerde gerçek hale gelir kişi için.. Halbu ki OLuşta gerçek haline gelmeyecek bir şey yoktur..OLmayan bir şey yoktur..Herşey mümkündür..gibi..

...Halbu ki OLuşta gerçek haline gelmeyecek bir şey yoktur...

-Kaderin (OLanın) Hayır ve Şerrin >>Allah’tan<< OLduğuna İman-

Burda asıl konumuza gelirsek O OLan şeylerle değişmez.. Tıpkı ruhumuz gibi..O'nun üflediği ruhumuz...Nefs ise tamamen OLuşa dahildir..İner çıkar her türlü şekle girer etki altındadır.. Ruh eğer nefsindeyse (yani dünyevi hayat diyelim) o mutlaka OLandan tedirgindir..Çünkü bunu tabiatı gereği bilmez..Ruh Özü itibariyle bilir..Fakat nefsindeyse Ruhu (Mesela hani aklı şurda burda gibi -fakat akıl deildir ruh-)o olduğu şeye hangi kategoride olursa olsun, OLan o nefse de OLur..

İlim

İlim üçtür: Konuşan kitap (Kur'an), yaşanan sünnet, bir de 'bilmem' (la edri!) demektir.

s.a.v.

Kuran ve Tasavvuf

Aşağıdaki ayetleri dünyevi değil de Tasavvufi manasıyla OKUyalım

32-) (Rasûlüm) onlara misal olarak şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine üzümlerden iki bağ verdik, bu bağların etrafını hurma ağaçlarıyla halkaladık, aralarında da ekinler oluşturduk.

33-) Bağların her ikisi de yemişlerini vermiş, ondan hiçbir şeyi noksan bırakmamış... İki bağın ortasından bir de nehir fışkırtmışız.

34-) (Bu adamın) başka geliri de vardı... Bu nedenle arkadaşıyla (misaldeki diğer adamla) tartıştığı bir sırada ona şöyle dedi: "Ben malca senden daha zengin ve nüfus olarak da daha kalabalığım."

35-) Böylece nefsine zulmederek bağına girdi... Şöyle dedi: "Ebediyen bu varlığımın yok olacağını zannetmiyorum."

36-) "Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum! Eğer Rabbime döndürülürsem, kesinlikle bundan daha hayırlı bir gelecek bulurum."

37-) Konuştuğu arkadaşı ona dedi ki: "Hakikatini inkâr mı ediyorsun? Seni topraktan, sonra spermden yaratıp sonra da seni şuurlu insan kıldı!"

38-) "Bu yüzdendir ki, 'HÛ' Allah, Rabbim'dir! Rabbime (hakikatim olan El Esmâ'ya) hiçbir şeyi eş koşmam!"

39-) "Keşke cennetine (bağına) girdiğinde 'maşâAllah {Allah dilemesinin meydana getirdiğidir}; la kuvvete illâ billah {bende açığa çıktığı görülen} kuvvet sadece Allah'a aittir', deseydin... Gerçi sen beni, zenginlik ve evlatça kendinden düşük de görüyorsun."

40-) "Olabilir ki Rabbim, bana senin cennetinden (bağlarından) daha hayırlısını verir; senin bağına ise semâdan bir afet irsâl eder de, (bağın) kuru bir toprak hâline gelir."

41-) "Yahut (bağının) suyu dibe çekilir de, bir daha onu bulamazsın."

42-) Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi! Sonunda, çardakları üzerine yıkılıp kalmış bağına yaptığı harcamaları dolayısıyla, (hüsranla) ellerini ovuşturarak şöyle diyordu: "Keşke Rabbime (hiç) bir şeyi ortak koşmasaydım."

43-) Allah dûnunda ne bir yardımcısı vardı ne de kendi kendine yetecek gücü!

Kehf

37-) "Rabbimiz... Muhakkak ki ben, zürriyetimden bazısını senin kutsal evinin yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim... Rabbimiz, salâtı ikame (sana yönelişlerinin getirisini) yaşasınlar diye! Sen  İnsanların gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini ilim ve marifetlerden rızıklandır... Tâ ki değerlendirsinler, şükretsinler."

İbrahim

Güneş üfledi; bitirdi de közümü/

Güneş üfledi; bitirdi de közümü/ Hidayet Aydadır dostum Güneşde değil/ Güneş yaktı bitirdi de öyle Aya döndü yüz/ Anla özümü/ Anla sözümü/ Elbette Güneştendir Hidayet, Aydan değil..

Mümkün ve -OLma-

Mümkün: 1-OLabilecek (veya olmuş!)şeyler.

2- OLan şeylerin de kendisine muhtaç olduğu şey (Esma Tecellisi).

OLan: Mümkünlerin deneyimlenmesi. Açığa çıkması.

Rüya: OLan şeylerden biri.

Hayal: OLan şeylerden biri.

Halüsinasyon: OLan şeylerden biri.

Şey: OLanların tümü.

Zaman: Şeylerin İnsan algısına göre -OLma- ları. (Mümkünden açığa çıkışları)

Garip

bir garip ölmüş diyeler
üç günden sonra duyalar
soğuk su ile yuyalar
şoyle garip bencileyin

...

Ölmüş bir bedenin yuyulduğu suyun soğuk olmasını düşünen sıcaktan daha sıcak bir kalp..

s.a.v.

Senin düşmanlarının en düşmanı en şiddetlisi,iki taraf arasında bulunan nefsindir.

.....................s.a.v......................

Yunus Emre Hazretleri

...Soğuk su ile yuyalar...

Yunus Emre Hazretleri

Allah'a emanet ol.

Allah'a emanet ol.

OL...

OLmayan bir şey gördün mü hiç..

Çünkü sen emniyette olanlardansın

Ve bırak asanı, derken onu çevik bir yılan gibi ihtizaz ediyor görüverince
dönüb geri kaçtı ve arkasından bakmadı, ya Musâ, korkma, zira benim korkmaz
yanımda Resul olanlar

Neml 10

Ve «Asânı at!» denildi. Musa (attığı) asâyı yılan gibi debrenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. «Ey Musa! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın.» (buyuruldu.)

Kasas 31

Kelimesi ile düşünce bir/ Anlayışın söylemesi ile aynı Anda

Kelimesi ile düşünce bir/ Anlayışın söylemesi ile aynı Anda/ Harfler bile anlamlı ya kelimesinde/ O'na dönmek en güzeli...

Gerçek Aşk

Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir....

“Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların acizliğini gösterdi.”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.”

“Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
“En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.”

“Padişah, vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.”

“Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu.Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.
Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur…….”
“Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, tanrı sırlarının usturlabıdır. Aşıklık ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , aşıklığı yine aşk şerh etti.
“Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin! İste ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti yoktur.”
Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı .”

“Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.”

“İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek gülerek can ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la ebediyse senin canında ebede kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın. Aşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürüldükleri vakit içerler.”
“Hızır denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık vardı. O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.”

Mesnevi
Mevlana Muhammed (k.s.)

lâ tahzen innallâhe meanâ...

Her >>nerede<< olursanız.. Her ne halde olursanız da buna geçerlidir.. yani çünkü haller mekandan bağımsız olmaz.. "Korkma Allah bizimledir" s.a.v.... la tahzen, innallahe maana.. mahzun olma.. tam karşılığı mahzun olma hali... yani biz doğruyu yaptık ama ne durumdayız.. ayette ilk şöyle deniliyor: hani onlar mağaradaydı; O, arkadaşına; >>mahzun olma<<, >>çünkü<< >>Allah bizimle beraberdir<<, diyordu.. >>Bunun üzerine<< Allah Ona (sükunet sağlayan)
emniyetini indirdi<<...

sonra

..Onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi..

sükunet Allah bizimledir den sonra zikrediliyor..

Bunu bilmeye bağlı oluyor yani..

Çünkü o bilme olmazsa sükunet olmayacağı gibi..

Allahın yardımı hiç görülemez..

Bilsen bu bir bilgi değil.

Her Nerede Olursanız Olun O Sizinle Beraberdir (Hadid-4).. Bilsen bu bir bilgi değil; Hakikat.. Fakat duymadın demek ki...

Müşahede'de Fena "Yok" Olma Kitabı..

KİTABU’L FENÂ FÎ’L MÜŞAHEDE

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI

Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI

Bismillahirrahmanirrahim

Değiştirme ve Kuvvet O'ndandır.
Takdir edip tasarlayan, hükmedip uygulayan, razı olup razı olunan, azameti ve
ululuğuyla münezzeh olan, münezzeh olduğu şeylere bedel olmaktan uzak olan, cevher
veya araz olmayan Allah'a hamdolsun. O seçtiği kullarının kalplerini arındırmıştır, onların
kalplerinden kuşku illetlerini ve hastalık şüphelerini söküp atmıştır. Onları tartışma ve
hasımlaşma oklarının hedefi haline getirmemiştir. Kalplerini bu sayede aydınlatmış,
önlerine kesin ve çıplak bir hidayet rehberi koymuştur, fezayı onlar için daraltmıştır.
Dolayısıyla kimisi giyinir, kimisi soyunur, kimisi suları bol nehirler gibi akar, kimisi
cömertliğin doruklarına çıkar. Giysilerini giyinen kimse, Onun kendisine bahşettiklerini bir
borç gibi algılar. Elbisesini çıkaran ise sünnetini farza dönüştürür. Allah, kullarını Mele-i
A'lânın övünç yarışlarının hedefi kılmıştır. Onları yüce ve aşağı alemlere hakim kılmış,
onla-rı göklerin ve yerin mirasçıları yapmıştır. Bu yüzden cesur ve seri adımlarla semayı ve
arzı enine boyuna dolaşırlar. Bazen uygulamak bazen nakzetmek şeklinde kurallar
hükmederler. Salât ve selâm kendisi hakkında "Ve lesevfe yu'tike rabbume Jeterda/Pek.
yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın." (Duhâ, 5} denilenin üzerine olsun.
Allah O'nu "Ve aciltu ileyke rabbi literda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile geldim
Rabbim." (Tâ-hâ, 84) diyenden ayırmıştır. En kadim lisânlarla salât ve selâm Onun üzerine
olsun ve bu dilek hiç kesilmeden devamlı sürüp gitsin. Onun ehlibeytinin, ilahî rızaya özgü
kılınmış ashabının, yüce ve razı olunmuş makamda onu tasdik eden kardeşlerinin üzerine
de salât ve selâm olsun.
İmdi...İlahî hakikat, işi görmek olan göz tarafından müşahede edilmekten yücedir.
Varlığın, gözlemleyen göz üzerinde bir etkisi vardır. Fani olduğu için olmayan şey yok
olduğunda ve baki olduğu için daima var olan da bakî olduğunda, o zaman kesin delil
güneşi gözlerin idrâkinin üzerine doğar. Ve mutlak cemalde gerçek ve mutlak münezzehlik
gerçekleşir. Bu, birleşme ve varlık gözüdür, duruş ve donuş makamıdır. Burada sayıların
bir olduğunu görürsün; ama mertebelerde bir seyre çıkmış olarak. Bu yolculukta sayıların
objeleri belirginleşir. Bu makamda birlikten söz eden kişinin ayağı kaymıştır. Çünkü birin
vehmi mertebelerde yolculuğa çıktığını ve mertebelerin farklılığına bağlı olarak farklı
isimlerle anıldığını görmüştür. Bu yüzden sayıların ancak bir olduğunu düşünür. Bu yüzden
birlikten söz eder. Oysa sayı ismiyle zahir olduğu zaman zatıyla zahir olmaz; kendine özgü
mertebesi hariç. Bu mertebe, vahdaniyet makamıdır. Bu makamın dışındaki bir mertebede
zatiyle zahir olduğunda , ismiyle zahir olmaz. O zaman bu mertebenin hakikatine uygun bir
isimle anılır ve ismiyle fena bulur. Ama zati ile bakî kalır. Bir dediğin zaman, bu ismin
hakikatiyle başka her şey yok olur. İki dediğin zaman, bu mertebede bir zatın varlığıyla
zahir olur, ismiyle değil. Ve ismi de zatının bu mertebesinin varlığıyla çelişir.
Keşfin ve ilmin bu dalını insanların büyük kısmından gizlemek gerekir. Çünkü yüksek
seviyesi nedeniyle ona bütünüyle dalmak uzak bir ihtimal ve dalıp da mahvolmak yakın bir
ihtimaldir. Dolayısıyla bu hakikatlere dair marifete sahip olmayan, bu inceliklerin nerelere
kadar uzandığından habersiz, sadece ehl-i tahkik olan arkadaşının dilinden dökülen
sahneyi algılayıp ötesine geçemeyen, bunun zevkine varamayan bir kimse "Ben yukar ıdan
aşağıya düşenim, yukarıdan aşağıya düşen benim." diye bilir. Bu yüzden bu keşif ve ilim
dalını gizliyoruz, saklıyoruz.
Hasan el-Basrî (r.a.), bu yolu bilmeyen kimselerin vâkıf olmamaları gereken bu gibi
sırlarla ilgili konuşmak istediği zaman Ferkad es-Subhî, Malik b. Dinar gibi bu zevke
varmış kimseleri çağırır, kapısını diğer insanlara kapatırdı. Onların ortasına oturur bu gibi
meseleler hakkında konuşurdu. Eğer bu sırları gizlemesi zorunlu olmasaydı, böyle bir şey
yapmazdı. Buharî'nin sahihinde belirttiğine göre Ebu Hureyre (r.) şöyle demiştir:
"Resûlullah'tan (s.a.u) iki kap aldım. Birinin içindekilerini size dağıttım. Diğerini dağıtmaya
kalksam şu boynumu keserler." İbn Ab-bas (r.a.) "Ellezi halake seb'a semauatin ve mine'l
ardı mislehunne yetenezzelu'l emru beynehunne / Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o
kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır." (Talâk, 12) ayetiyle ilgili
olarak şöyle demiştir: "Eğer bu ayetin tefsirini açıklasaydım, mutlaka beni taşa tutardınız
ve benim için "kafirdir" derdiniz." Rivayet edilir ki, Ali b. Ebûtalib (a.s.) elini göğsüne
vurarak, "Ah!.." derdi, "burada ne çok ilim vardır. Keşke bunları taşıyacak birilerini
bulabüseydim." Resûlullah (s.a.v) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Ebübekir'in sizden
üstünlüğü kıldığı namazdan, tuttuğu oruçtan dolayı değildir. Fakat göğsüne düşen bir
şeyden dolayı sizden üstündür." Hz. Resûlullah (s.a.v) bu şeyin ne olduğunu açıklamamış,
onu gizlemiştir. Bir alimin her ilmi açıklaması zorunlu değildir. Hz. Resûlullah (s.a.v.)
"İnsanlara, onların akıllarının kapasitesini gözeterek hitap ediniz." buyurmuştur. Dolayısıyla
bir kimsenin eline, bilmediği, yolunu yordamını izlemediği, içindekilerini açıkça anlamadığı,
defalarca incelemediği bir ilme dair bir kitap geçse, onu hemen ehline götürmeli, hemen
inanmak veya inkar etmek yoluna gitmemeli ve kesinlikle bu ilme dalmamal ıdır. Nice fıkıh
ilmi taşıyıcısı vardır ki, fâkih (derin kavrayış sahibi) değildir. "Bel kezzebu bima lem yuhitu
bi ilmihi /Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıklarını... yalanlamışlardır." (Yunus, 39) "Fe lime
tuhaccune fima leyse lekum bihi Umun / Bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin
tartışıyorsunuz?" Bu metinlerde, yolunu yordamını bilmedikleri, yöntemini izlemedikleri meseleler
hakkında konuşmuş oldukları için bir takım kimseler yerilmişlerdir. Bütün bunları
sunmamızın nedeni şudur: Bizim tarikatımıza mensup olanların kaleme aldıkları eserler bu
gibi sırlarla doludur, fikir sahihleri fikirleriyle bu sırları incelemeye alırken, zahir ehli olanlar,
sözün akla getirdiği ilk ihtimali esas alarak bu sırların arasına dalıyorlar. Halbuki bunlara
sadece bu eserleri yazan kimselerin kullandıkları terimlerin anlamları sorulsa, kesinlikle bilmeyeceklerdir.
O halde aslını, temelini muhkem bir bilgiyle kavrayamadıkları bu gibi ilimler
hakkında nasıl konuşabiliyorlar?!..
Bazen, bu gibi sırlara sahib kimselerle beraber olduklarında veya buldukları bazı
gerçekleri arkadaşlarıyla paylaştıklarında, bu kimseler, onlar için "bu kapalı bir dindir,
bulanık bir dindir." derler. Halbuki dinin nice cihetlerinin olduğunu bilmezler. Bunlarsa
sadece dini gizlemezler, dinin neticelerini, Hakka itaat ederlerken Hakkın kendilerine bu
itaatin karşılığı olarak bahşettiklerini de gizlerler. Hükümlerle ilgili nice hadisler vardır ki,
bunların zayıflıkları ve ravilerinin kusurlu oldukları hususunda ittifak edildiği halde, onlar bu
hadisi bizzat keşif yoluyla asıl söyleyeninden sahih olarak alırlar ve ulemanın esas aldığı
törenlerden farklı bir şekilde ibadetlerinde bu hadisleri izlerler. Sonra bu alimler çıkıp onları
dinden çıkmakla suçlarlar. Bu suçlamalarında hiç de insaflı değildirler. Çünkü Hakkın bir
çok vechi/yüzü vardır, bu vechlerden/yüzlerden birine de bu yolla varılabilir. Nice hadis de
vardır ki, alimler sahih olduğu hususunda görüş birliğine vardıkları halde, sır ehli nazarında
bu hadisler sahih değildir. Çünkü keşif yoluyla bunu öğrenmişlerdir. Bu yüzden bu tür
hadislere göre amel etmeyi terk ederler. Buna daha bir çok örnek vermek mümkündür. En
iyisi; insanın teslim olması, Hakka teslim olmayı dilemesi ve sırf nefsiyle meşgul olması,
onu bulunduğu mertebeden daha iyi bir mertebeye yükseltmeye çalışmasıdır. İşte varlığın
hakikatlerine ulaşmış said/mutlu insan budur. Bu sırları lafızlara dökme-yip gizleyenler,
yabancılar farkına varmasın diye onları saklayanlar, himmet neticesinde bir takım eserlerin
meydana geldiğini söyleyenler, her zaman bu metotlarını devam ettirirler. Tâ ki fehvanı
(anlamsal) makamlardan yakınlığa erişmişlerin mertebesindeki yüce ruhaniler kendi
elleriyle parlak alametleri onlara gösterinceye kadar. Bu makamda ise yazılı kutsal kitablar
vardır. Böylece bu sırların sahipleri bildikleri hakikatlere dair gerçek şahidler görmüş
olurlar. Bu vasıftan başka bir vasfa intikalin ne büyük bir aşama olduğunu anlarlar. Bu
intikalin ayırıcı özelliği, sırrı gizleyenin sırrının artık ortaya çıkması, düğümün çözülmesidir.
Kilidinin açılması, bağının çözülmesidir. Böylece bu diğerinin himmetleri de aynı noktada
birleşir. Çünkü teklik hakikatini görmüştür. Her ikisi tekten başka bir şey görmezler. Bütün
etkiler ve eserler hakikate dayanır böylece. Bazen döndürmek şeklinde tezahür ederken,
bazen de bu himmetler doğrudan O'ndan gelmiş gibi belirginleşir. Çünkü hakikate bütün
yönleriyle yönelmiştir, bilmese de. Her himmeti istemiştir, bizzat ulaşmasa da. Telaffuz
edemese de bütün lisânlarla konuşmuştur. Bu ne dehşetli bir hayret ve ne çetin bir
hasrettir! Perde açıldığı zaman, gözle bütünleştiği zaman. Ay ve güneş bir araya geldiği,
eser sahibi eserde zuhur ettiği ve de çıplak gözle görüldüğü zaman! Onlara suretlerde
belirdiği, tuzağı kuran tuzağa düştüğü, iman edenin kazandığı, inkar edenin de kaybettiği
zaman!
İlâhî hitap, en kutsal lisânla ve ihlâs diye ifade edilen bir ibareyle yönelmiştir.
Dolayısıyla alacağı ödül için değil, ibadetini ihlâsla sunan, her türlü sapıklıktan uzak hanîf
yolunu izleyen, ilâhî yakınlık mezhebine intisab eden kimse, emri yerine getirme
sorumluluğunu gerçekleştirmiş olur. Böyle bir kimse nur alemine mensub olur, ücret
alemine değil. "Aüa-hu nuru'ssemavati ue'l ardi / Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr, 35)
"Lehum ecruhum ve nuruhum /Onların ücretleri ve nurları verilir." (Hadid, 19) "Nuruhum
yes'a beyne eydihim / Onların önlerinden nurları gider." (Tahrirn, 8) Nur, "Ben sizin rabbinizim",
der, onlar da Ona tabi olurlar.
Hakikat ehli nazarında ücret, ceza Allah'a döndürülmüştür. Vakitlerinin darlığından ve
Allah ile meşgul olmalarından dolayı ücrete yönelik bir talepleri yoktur. Onlar için Allah ile
meşgul olmak her şeyden daha önemlidir. Kim Allah ile ilgili payını ka-çırırsa, işte büyük
hüsrana uğrayan odur. Bir farzı veya sünneti ikame eden bir kimsenin bu ameli yerine
getirmesinin sebebi, sevab taleb etmekse, sen nefsini böyle bir amelle meşgul etme.
Çünkü bedenlerin hareketlerinin sonuçlarının da somut olması zorunludur. Bizzat yerine
getirdiğin hareketlerle bir şey isteme. Yoksa vaktini boşa harcamış olursun. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur. "Kullu yevmin huve fi şa'n / O, her an (gün) yaratma halindedir."
(Rahman, 19) Gün, bir zaman dilimidir. Bu zaman dilimindeki faaliyeti seninle ilgilidir.
Senin için vücûda getiriyordur, kendisi için değil. Çünkü O, amaçlardan münezzehtir.
Yarattığı bir şeyin yararı da O'na dönmez. Ya da daha önce kendisinde olmayan bir şeyi
kendisi için yaratmaz. O halde yarattığını senin için yaratır. O halde sen de bu emrin karşısında
dur.
Onunla meşgul ol. Sen de her gün Rab-binle ilgilen. Tıpkı Rabbin her gün senin
için yaratma halinde olduğu gibi. Çünkü O seni, sırf kendisine ibadet edesin, Onunla
kendini gerçekleştiresin diye yarattı. Senden ve O'ndan başkasıyla meşguliyeti ise kendin
için bir rızık olmak üzere taleb etmelisin. Bu da sana ulaşır kuşkusuz. "Ma uridu minhum
min rızkın ve ma uridu en yut'imun. İnnellahe huve'rrez-zak I Ben onlardan rızık
istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızık veren ancak Allah'tır."
(Zâriyât, 57-58) Sana "al" dediği zaman, "sen al" de. Sana "dön" dediği zaman, "senden
sana" de. Eğer sana "Ben sana "al" dediğim zaman, nasıl bana "sen al" diyebiliyor sun,
ben almam ki?" dese, O'na de ki, "ben de gerçekte almıyorum. Çünkü almak bir fiildir.
Oysa benim fiilim olamaz. Dolayısıyla alan sensin. Çünkü fail sensin. Dolayısıyla sen,
bana verdiklerini benim için al. Ey almayan, bana al, deme. Almayı benimle arana perde
olarak koyma. Benim almam yoktur ve sen de benim için değilsin. Benim almam olmaz.
Yokluktan hasıl et, ki yokluk serlerin en kötüsüdür. Yoksa asıl feshetme, akdi bozma bu
helak edici hitaptan gelir, ey idrâk eden ve idrâk edilmeyen, sahib olan ama sahib
olunmayan!"
Bu aşamaların bazısında, karşına hikmet esaslı, nebevi, has kılınmış ve halis din ile
birlikte dosdoğru olmayan, fikir ve akıl karışımı bir din çıkar. Bunları birbirinden ayırman
gerekir. Bir de şunu göreceksin: bunların her birinin gayesi haktır, maksat senin
mutluluğundur, mutsuzluğun değil. Sen has kılınmış, halis nebevi dini izle. Çünkü o daha
yüksek ve daha faydalıdır. Öbürünün aydınlığı daha parlak olsa da. Ama bu diğerinin
varlığıyla resmi dağılır. Bir açıdan hak olsa da bu böyledir. Hatta o dinin kurucusu,
yaşayanlar aleminde hazır olsaydı, onun da has kılınmış nebevi dine döndüğünü görürdün.
Ya da daha önceki has kılınmış dinin sonraki has kılınmış nebevi dine döndüğünü
görürdün, bu bir tür nesihtir. Musa ve İsa (a.s.) peygamberlerin ümmetleri gibi önceki
ümmetlerin üzerinde bulundukları şeriatlar bazı açılardan Muhammed (s.a.v) şeriatı
tarafından neshedilmediler mi? Nitekim Hz. Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer Musa
yaşasaydı, bana uymaktan başka bir seçeneği olmazdı." Dolayısıyla hükmi, fikri donanımlı
bir şeriatın, daha önce söylediğimiz gibi bazı açılardan hak olsa da kaldırılması daha uygundur.
Bedbahtların en bedbahtı, bir kitaba sahib olduğu halde sapan, hevasına tabi olan,
kitabına iman ettiği halde arzularının peşinden koşan kimsedir.
Burada açıklamak istediğim bir nükte vardır ve bir çok kimse bunun farkına
varmamıştır. Bir topluluk da mümkün nitelikli varlığın olabilirliği hususunda büyük bir
yanılgı içine düşmüştür. Varlık, mümkünlüğün iki zıt ucu açısından kanıtlanmıştır. Bunu
değiştirmenin, tersine çevirmenin imkanı yoktur. Şöyle ki: Hak teala bir şeye tecellî ettiği
zaman ondan asla gizlenmez. Bir kalbe de iman yazdığında, onu bir daha silmez. Bir
kimse, "bana tecellî ettikten sonra benden gizlendi" diyorsa, ona kesinlikle tecellî
etmemiştir. Fakat ona bir tecellî görünmüştür, o da bu tecellîyi O sanmıştır. Böyle bir
tecellînin de sebatı olmaz, bir halde durmaz, dolayısıyla onun açısından durumda
değişiklik yaşanmıştır. İman yazılması da öyle. Ayetlerin ve apaçık belgelerin gelmesi gibi
olağanüstü kanıtlar kalplere bahsedildiği zaman, buna dair şahidler de gösterildiği zaman,
bunlar ebediyen yok olmazlar. Bir adamın kalbinden bunlar silinip gidiyorlarsa, bil ki
kalbinin levhasına kesinlikle yazılmamışlardır ve bir daha da ona dönmeyeceklerdir.
Sadece kalbine bir örtü gibi bir zaman bürümüş, bunların ibareleri ve lisânları verilmiş,
varlıkları ve a'yanları verilmemiştir. Böyle bir bağış da geri alınır ve yok edilir. Bu yüzden
bir ayette şöyle denilmiştir: "Utlu aleyhim nebeellezi ateynahu ayatina fenseleha minha /
Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan kimselerin
haberini oku." (A'raf, 175) Ayetin orijinalinde geçen "inselahe" fiili, bir insanın üzerindeki
elbiseyi çıkarması veya yılanın deri atması anlamındadır. Bu elbise ve deri bir örtü işlevini
görür, yukarıda vurguladığımız gibi gerçeklikle bir ilgisi yoktur. Böyle bir kimsede sadece
lisân olur. Konuştuğu zaman ismin gizliliklerini açığa vurur, etkilerini özellikle aktırır,
yansıtır. Bu anlamda tek kalan havas için arındırma, tenzih etme, huzur ve birleşme ve de
iman ve küfür şart değildir. Sadece o belli harflerle konuşur. Konuşan kişi konuştuğunun
farkında değilse bile sonuçlarını izhar eder. Bazı arkadaşlarımız arasında da böyle kimseler
görülmüştür. Örneğin Kuran okur, bir ayete gelince orada üzerinde bir etkilenme
hisseder ve buna şaşırır, ama sebebini bilemez. Bu sefer önceki ayetleri bir kez daha okur.
O belli ayete gelince aynı etkilenmeyi bir kez daha görür. Her tekrarladığında aynı
etkilenmeyi hisseder. O zaman anlar ki, ayet, havastan kimseler üzerindeki etkinliğini
gösterdiği mahalle tesadüf etmiştir. Onu kendisi için bir isim kılmıştır. İstediği zaman aynı
etkiyi göstermektedir. Muhakkik bir kimse bu gibi etkilenmelere aldanmaz, bunlara itibar
etmez. Sadece böyle bir durumla karşılaştığı zaman sevinir. Nitekim Ebu Yezid'e: "Allah'ın
ism-i azamı (en büyük ismi) hangisidir?" diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Önce
tasdik et, sonra istediğin ismi al, o'nu gerçekten hisset, konuşma ve lafız olarak değil."
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ulaike ketebe fi kulubihimu'l iman / İşte onların kalbine
Allah, iman yazmıştır." (Mücâdele, 22)
Kalbin iki yönü vardır; biri zahir biri de batın. Kalbin batını silinmeyi kabul etmez.
Aksine kalbin batını sırf ispat ve gerçekliktir. Zahiri ise silinmeyi kabul eder, çünkü mahv ve
ispat (silme ve yerinde bırakma) levhidir. Kalbin zahirinde bir şey bir vakit yerinde bırakılır,
sonra "Yemhullahu ma yeşau ve yusbitu ve indehu ummu'l kitab / Allah dilediğini siler,
sabit bırakır. Bütün kitabların aslı Onun yanındadır." (Ra'd, 39) Eğer kitab sahibi, bütün
kitablara inanan biriyse ebediyen sapmaz. Ama bazı kitablara inanan, bazısını da inkar
eden biriyse, o, gerçek kafirdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve yekulune nu'minu
biba'din ve nekfuru biba'din ve yuridune en yettehizu beyne zalike sebila / Bir kısmına
iman ederiz ama bir kısmına inanmayız, diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak
isteyenler..." (Nisa, 150) "Ulaike humu'l kafirune hakka / İşte gerçekten kafirler onlardır."
(Nisa, 151) "İnnellezine keferu min eh-li'l kitabi ulaike hum şerru'l beriye / Ehli kitabtan...
olan inkarcılar... İşte halkın en şerlileri onlardır." (Beyyine, 6) Bu anlayışlarından
dolayı onlar şekilsel, törensel kalıpların ehlidir. Filozoflardan düşünsel bakış sahibi
kimselerin ve kelâm ehlinin büyük kısmı, Allah'ın velilerinin/evliyaullah'm sergiledikleri
vecdlerin, görüp buldukları sırların bir kısmını tasdik ederler. Kendi görüşlerine ve ilimlerine
uyanı doğrularlar, görüşlerine ve ilimlerine uymayanı da reddedip inkar ederler ve
kanıtlarımıza aykırı olduğu için batıldır, derler. Kim bilir; belki de bu miskinin kanıtının
temelleri tamamlanmamıştır; ama o, kamil olduğunu sanmaktadır! Oysa Allah'ın velilerinin
söylediklerini onlar açısından tasdik edip, kendisini böyle bir tasdikin mecburiyetinden
bırakmasay-di da sırf sahibinin sözünü teslim etmesinin semeresini devşirseydi olmaz
mıydı! Ben, Allah'a yemin ederim, bu taifeyi inkar edenlerin durumundan endişe ediyorum.
Hakikat ehlinden biri şöyle demiştir:
- Kim onlarla, tasavvufî hakikatlerin ehli ile beraber oturursa ve onların ortaya
koydukları hakikatlerin bazısını inkar ederse, Allah iman nurunu Onun kalbinden söküp
alır.
Kendinde hikmet olduğunu iddia eden münazara ehlinden biri, vahdet-i vücût
anlayışına sahib muhakkiklerden birine bir soru sordu. Ben de orada bulunuyordum.
Talebeler de etrafını sarmış oturuyorlardı. Muhakkik adam konuyla ilgili konuşmaya başladı.
Bu münazaracı o'na dedi ki: "Bu söylediklerin benim nazarımda sahih değildir. Bunu
benim için biraz daha açıkla. Belki de ben bu hususta yanlış bir anlayışa
sahibim."Muhakkik adam münazaracının sözlerinin boş olduğunu anladı ve sustu. Çünkü
bundan sonrası cedel ve tartışma olurdu. Muhakkikler ise edebe aykırı olan ve bereketin
kalkmasına neden olan tartışma ve cedeli uygun görmezler. Efendimiz(s.a.v.)in yanında
ashab arasında tartışma çıkar. Hz. Resulullah (s.a.v) "benim yanımda tartışma olmaz."
der. Bir hadiste de şöyle buyurmuştur: " Bana kadir gecesi gösterildi. İki adam saç baş
olup kavga ettiler. Bunun üzerine kadir gecesi kaldırıldı."
Dolayısıyla keşif ve şühûd yöntemi tartışmayı kaldırmaz. Bu yöntemi esas alan
muhakkikleri reddetmek, sonunda münkirin kendisine dönen bir reddiyedir. Vecd sahibi,
tahsil ettiği hakikatlerden dolayı mutludur. Nitekim sözünü ettiğimiz şeyhin talebelerinden
biri kalktı ve meseleyi tartışanlara dedi ki, "efendimizin biraz önce gayet açık bir şekilde
ortaya koyduğu izah sahihtir. Ancak ben bunları ifade edecek, dile getirecek gücü
kendimde bulamıyorum". Bunun üzerine fıkıhçı şöyle dedi: "Bunlar süslü ve tatlı sözlerdir,
ahenkli bir şekilde ifade edilmişlerdir. Akıl, ilk anda kabul eder ama münazara mihengine
vurduğunda, delillerle irdelediğinde yok olup gider, geride hiçbir izi kalmaz. Sırf batıl
olduğu görülür. Tıpkı efendimizin az önce dile getirdiği şeyler gibi..." Bunun üzerine Şeyh
bu konuyla ilgili sözlerini kesti.Münazaracı ise onun dediğini, onun lisânından dökülenleri
anlayamadı. Bu, muhakkike, münazaracı-mn içindeki duyguları göstermekten ibaret bir
tavırdı ki, bu gibi meselelerde böyle münazaracılarla konuşmaya son versin.
Sonra bilesin ki, salih amelle pekiştirilmiş iman mukaddes huzurun elindedir. Bu
imanın bu mukaddes huzurda ikame edilmesi esnasında ilim, irfan, hikmet ve sır
nehirlerinin parmaklarının arasından fışkırdığı ve bu elin Muhammedi makamlara sahib
kimseleri nelere mâlik kıldığı da görülür ve bu huzurda sakin olan kişinin ruhaniyeti
beslenir. Bu makamın sakini derken dört kişilik huzurun dördüncüsünü kast ediyoruz.
Bunların her biri bu kutsal makama ortaktır. Bu sözünü ettiğimiz ikamet huzurudur, ikincisi
nur huzuru, üçüncüsü akıl huzuru ve dördüncüsü insan huzurudur.
İnsan huzuru varlık bakımından huzurların en tamamıdır. Kul ikamet huzuruna
konakladığı zaman, devamlılık nehrinin suyundan içer ve bu huzurda ikamet etmek ona
rabbani haşyet, ilâhî rıza makamını kazandırır. İlâhî haşyet ise o'na bundan ayrı bir
huzurun kapısını açar. Ki "el-Futûhatu'1-Mekkiye" menzilleri kapsamında bunlarrele
alacağız. Öte yandan hüviyet haşyetinden de "el-Futûhatu'1-Mekki-ye"de söz edilecektir.
Bu yüzden burada açıklama gereğini duymuyoruz.
Bu kitapta üzerinde durduğumuz menzil "fena" (yokluk) ve "güneşin doğması"
menzilidir. Bunun da ihsan mertebesi vardır ki, bu, seni O'na gösteren ihsandır, O'nu sana
gösteren ihsan değildir. Cebrail (a) Hz. Nebiye (s.a.v.): "İhsan nedir?" diye sordu. Hz. Nebî
(s.a.v.): "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet etmendir", dedi. Bu arada
Hz. Resulullah (s.a.v.) işaret ehline de bu açıklaması kapsamında şu işareti vermiştir:
Eğer sen O'nu göremezsen, O seni görür. Yani Onun seni görmesi, mutlaka senin kendinden
yok olmanı gerektirmez.
"O'nu görmen" ifadesinin orijinali olan "terahu" ifadesinde "elif" harfine yer
verilmesinin nedeni, görmenin taalluk ettiği şeye işaret etmesinin gayet açık olmasıdır.
Eğer "elif" harfi hazfedilseydi ve "terehu" denilseydi, görme sahih olmazdı. Çünkü "terahu"
ifadesinin sonundaki "ha" gâib (üçüncü şahıs)ten kinayedir. Gâib ise görülmez. "Elif" harfi
hazfedildiğinde görmesiz görme söz konusu olurdu. Bu ise doğru değildir. Bu nedenle
ifadede "elife yer verilmiştir.
İfadede "ha" harfinin yer almasının hikmetine gelince; "eğer sen Onu göremezsen"
ifadesinin anlamında şuna yönelik bir işaret vardır: Eğer sen ifadede "elifin varlığından
dolayı O'nu görmüş olsan da O'nu bütünüyle ihata ettim, deme. Çünkü Allah ihata
edilmekten yücedir, üstündür. Allah ihata edilmediğine göre, sözünü ettiğimiz "ha" zamiri
görme esnasında senden gâib olan Hakkın hakikatine işaret etmiş olur ve senin O'nu
bütünüyle ihata etmediğine tanıklık eder.
Vallahu yekulu'l Hakka ve Huve yehdi's sebile.
Gerçeği Allah söyler ve doğru yola iletir.
Nimetler bahşedici "Vahhab" Melikin lütfüyle kitab tamamlandı.

Kaçma; aramaya da kalkma...

Kimden kaçıyorsunuz, varlıkta "O"ndan başkası yok ki?
"O"ndan başkasına "O" demek caiz olur mu?
Eğer "O" desem, gözün görmesi inkar eder
Ya da "nedir O?" desem, "O"ndan başkası olmaz.
Kaçma; aramaya da kalkma;
Çünkü gördüğün her şey Allah vechidir.

Muhyiddin İbn. Arabi (k.s.)

***

Rabbinden sana vahyolunanı oku! O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın!

Kehf 27

***

O üç kişiye de ki giri bırakılmışlardı, nihayet o derece bunalmışlardı ki yeryüzü bütün genişliğile başlarına dar geldi vicdanları da kendilerini tazyık etti ve Allahdan yine Allaha sığınmaktan başka çare olmadığını anladılar, evet, tam o vakıt tevbelerinin kabulile tekrar iltifat buyurdu ki o tevbekârlar miyanına rucu' etsinler, hakıkat, Allah, odur öyle tevvab, öyle rahîm

Tevba 118

Mürid

Mürid, istediği her şeyi Kur'an'da bulmadıkça mürid olamaz.

Muhyiddin İbn. Arabi (k.s.)

Gül...

Gül kat kat sarar birbirini..

Aleyhissalâtu vesselâm...

2193 - Seleme İbnu'l-Ekva' (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) çarşıda ok yarışı yapan Benî Eslem'den bir grupla karşılaşmıştı. Onlara: "Ey İsmailoğulları atın, zîra atalarınız atıcı idiler. Atın, ben falan kabileyi tutuyorum" dedi.

Bu söz üzerine bir grup atıştan vazgeçti. Efendimiz:

"Ne oldu, niye atmıyorsunuz?" diye sordu. Şöyle cevap verdiler:

"Nasıl atalım, siz öbür tarafı tutuyorsunuz!" Bunun üzerine:

"Atın! dedi, ben hepinizi, her iki tarafı da tutuyorum."

Buhârî, Cihâd 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4.

***

3319 - Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Allah'ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir ne şehidlerdir. Üstelik Kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de, şehidler de onlara gıbta ederler."

Orada bulunanlar sordu:

"Ey Allah'ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!"

"Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Allah'ın ruhu (Kur'an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.

Ve şu ayeti okudu: "Haberiniz olsun Allah'ın dostları var ya! Onlara ne korku var ne de onlar üzülecekler" (Yunus 62).

Ebu Davud, Büyü 78, (3527).

Her kim diler ise benim Ol dostumdan ayrıldığım Gözlerinden hicap gitsin Dizar ıyan olsun ona.

Her kim bana ağyar ise
Hak Tanrı yar olsun ona
Her kancaru varır ise
Bağ u bahar olsun ona.

Bana ağu sunan kişi
Şehd ü şeker olsun işi
Kolay gele müşkül işi
Eli erer olsun ona.

Acı dirliğim isteyen
Tatlı dirilsin dünyada
Kim ölümüm ister ise
Bin yıl ömür olsun ona.

Her kim diler ben har olam
Düşman elinde zar olam
Dostları şad u düşmanı
Dost maşuk yar olsun ona.

Ardımca taşlar atanı
Hak tahta ağdırsın onu
Önüme kuyu kazanı
Güller nisar olsun ona.

Her kim diler ise benim
Ol dostumdan ayrıldığım
Gözlerinden hicap gitsin
Dizar ıyan olsun ona.

Bu Muhlis oğlu Paşa'nın
Güldüğün istemiyenin
Ağladığım istiyenin
Gözüm pınar olsun ona.

Aşık Paşa

Akıl/Tasavvuf

Bunca akıl hastalığı varken ve delileri de görürken, kişi nasıl sadece aklını tek dayanak kabul eder.. O bunca yol göstermişken kişi nasıl olur da akletmez...

Tek/Budizm/Teklik/2012...

O Tek'in peygamberi, o putları ortadan kaldırmasaydı, şimdinin Aşıkları nasıl Tek'den dem vurabilirlerdi..

Rahman...

Hiçbişeyimiz kalmayıncaya kadar sar bizi

Halk da hastadır, hummalıdır, çaresizdir. Şeytanın igvasıyla böyle sille vurur durur.

1335.
Silleyi aşk edince sofinin kellesinden şırrak diye bir ses çıktı. Sofi, hey asi kaltaban diye bağırdı.
Ona iki üç yumruk vurmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama vazgeçti.
Halk da hastadır, hummalıdır, çaresizdir. Şeytanın igvasıyla böyle sille vurur durur.
Hepside suçsuzları incitmeye haristir. Birbirlerinin kafasını noksan görürler
Ey suçsuzların kafasına vuran, bunun cezasını kendi kafanda görmüyor musun?

1340.
Ey hava ve hevesini hekimlik sanıp zayıfları tokatlamaya kalkışan!
Sana bu ilâçtır diyen, seninle alay etmiş, sana gülmüştür. O, Âdem’e de buğdaya kılavuzluk ettiydi ya!
Ey Tanrı yardımını dileyen Âdem ve Havva, ilâç için bunu yiyin, “Ebedi olarak yaşarsınız” demişti ya!
Şeytan, Âdem’in ayağını titretti, sürçtürdü, onun kafasına vurdu. Fakat o sille döndü, şeytanın kafasına geldi, ona ceza oldu.
Şeytan, Âdem’i adam akıllı sürçtürdü ama Âdem’in arkası Tanrı idi, elini tutan Haktı.

1345.
Âdem bir dağdı, yılanla dolsa ne çıkar? Tiryak madeniydi, ona hiçbir zarar gelmedi.
Sende tiryakten bir zerre bile yok, kurtulacağını nasıl umuyor, nasıl aldanıyorsun?
Nerede sen de Halil’cesine Tanrıya dayanma, nerede sende Kelîm’deki keramet?
Nerede o Tanrıya dayanma ki kılıcın İsmail’i kesmesin, nerede o keramet ki Nil’in dibini ana cadde yapasın?
Kutlu bir adam, minareden düşse elbisesine rüzgâr dolar, onu yere yavaş indirir, kurtulur.

1350.
Ey güzel adam, o bahta inanmıyorsan neden kendini yele veriyorsun ya?
Bu minareden Âd gibi yüz binlercesi tepesi üstüne düştü, başlarını da yele verdiler, canlarını da.
Bu minareden tepesi üstüne düşen milyonlarca kişiye bak.
İp üstünde oynamayı bilmiyorsan ayaklarına şükret, yeryüzünde yürü.
Kendine kâğıttan kanat yapıp dağdan uçmaya kalkışma. Bu sevdada niceler başından oldu.

Mevlana Celaledin-i Rumi hazretleri

O seni bir yetîm iken barındırmadı mı....

O seni bir yetîm iken barındırmadı mı? / Ve seni yol bilmez iken yola koymadı mı?/ Ve seni bir yoksul iken zengin etmedi mi? / Öyle ise amma yetîme kahretme / Yardım isteyeni asla geri çevirme / Yalnizca Rabbinin nimetini anlat.

Duha 6-11

Hele, dedi: sizin rabbınız kim ya Musâ?“ / Rabbim, her şeyi yaratan ve her şeye yaratılışının gereği hakkını veren ve onları hayra sevk edendir” dedi. / Firavun o zaman şöyle dedi: “Peki öncekilerin durumu ne olacak?”

Taha 49-50-51

Bir insan Kuran'ı Kerime'e bakarsa, ona bakmakla Peygambere bakmak arasında hiçbir fark yoktur.

Allah, Kuranı'ı azim diye nitelediği gibi, Hz Peygamber'in yaratılışını da azamet özelliğiyle nitelemiş, bu nedenle Kuran Hz peygamber'in ahlakı olmuştur. Bu yüzden ümmetinden kendisine yetişememiş kimselerden onu görmek isteyenler, Kuran'a bakmalıdır. Bir insan Kuran'ı Kerime'e bakarsa, ona bakmakla Peygambere bakmak arasında hiçbir fark yoktur. Böylece Kuran-ı Kerim adeta bir beden suretinde inşa edilmiş de ona Abdulmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed denmiştir. Kuran-ı Kerim, Allah'ın kelamı, kelam ise O'nun niteliğidir. Böylece Muhammed (a.s.) de Allah'ın sıfatı olmuştur. (FÜTUHAT,IV:61)

A dostum, Rahmaniyet gaflete gelir mi hiç....

A dostum, Rahmaniyet gaflete gelir mi hiç.
Bi hallenip de gafili münafık, münafığı kafir eder mi hiç.

A dostum, O Rahman hallenir mi hiç.
Bi haline gelip de kafiri cennete, müslümanı cehenneme atar mı hiç.

Hepside nefsinde pazar kurmuştur senin.
Aşık canı alanı gördün mü sen hiç.

Nefs

Bir gün unuttuğunu hatra getiremeyince, burnundaki gözlüğü farkedemeyince, o zaman anlarsın kibre kapılmadan : neden "cahil ve nankördür; nefsine uyma" denildi...

ve cahiller kendilerine lâf attığı vakıt selâmetle... derler

...Bir de Yehudîler «Allahın eli bağlı» dediler, ve dedikleriyle dilediği gibi bahşediyor...

Ve o Rahmânın kulları: onlar ki Arzın üzerinde mülayemetle yürürler ve cahiller kendilerine lâf attığı vakıt selâmetle... derler

Vahdet-i Vücud / İbn-i Arabi / Tevhid / Örnekler / (Devam)

Hakk'ın varlığı kendisine uğramış değildir ki, sonluluk ve sonsuzlukla nitelensin, çünkü O varlığın aynısıdır. Mevcut ise varlığın uğradığı diye nitelenen şeydir.
Yaratılmışların mahiyetini, gök kuşağı ve onda renklerin yaratılmışların suretleri gibi farklılaşmalarını gören bilebilir. Gerçekte gök kuşağında ne renklenen, ne de renk bulunmadığını bilirsin, bununla birlikte rengi de görmektesin. Varlık'tan ibaret Hakk'ın varlığında sonradan var olanların suretlerini müşahede etmen de böyledir.

***
Bütün mevcutlar kudret güneşinin nurlarından bir nurdur. Güneş karşısında güneş ışığı, onunla beraber olan değil, adeta bir mumdur. Bu meselenin gerçeğini öğrendiğinde, herşeyin hali hazırda yok olucu olduğunu görürsün. Eşyanın var olurken yok olması, tutuştuğu esnada mumun ateşinin tükenmesine benzer. Bu örnek, yola yeni katılana anlatmak içindir; çünkü bir şeyin varlığı esnasında yok olması yadırganır. Hakta kendisini kaybetmiş kimsenin gözünde, eşyanın yok oluşuna gelince bunun anlamı, çok incedir ve gözle görülmez. Ehli onu remiz, ima ve zevk yoluyla bilebilir.

***

Hak bana varlığın nurunu ve müşahede yıldızının doğuşunu göstermiştir ve o yıldız bana şöyle demiştir:Sen kimsin? Dedim ki: zuhur eden yokluk. Bunun üzerine şöyle sormuştur: Yokluk nasıl varlığa dönüşür? Mevcut değil idiysen, var olman geçerli olmazdı. Cevap verdim: İşte bu sebeple 'zuhur eden yokluk' dedim.'Batın kalan yokluk'a gelince, onun var olması mümkün değildir.

İbn-i Arabi (k.s.)

Allah ondan razı olsun..

De ki hamd Allaha, bir de selâm ıstıfa buyurduğu kullarına Allah mı hayırlı yoksa müşriklerin şirk koştukları mı?

Neml 59