Bu mektûb, mevlânâ Hamîd-i Bengâlîye gönderilmiş olup, Kelime-i tevhîdin üstünlüklerini ve islâmiyyetsiz Evliyâlık olamıyacağını bildirmekdedir:
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Bu güzel kelime, zılleri, hakîkati ve islâmiyyeti içinde taşımakdadır. Sâlik, nefy [ya’nî (Lâ)] makâmında bulundukca, tâlib [yolcu] mertebesindedir. (Lâ)yı temâmlayıp, Allahü teâlâdan başka hiçbirşey görmeyince, yolu temâmlamış ve (Fenâ) makâmına yetişmiş olur. Nefyden sonra, isbât makâmına [Ya’nî (İllallah) diyerek sülûkden cezbeye geçince, hakîkat mertebesine gelir ve (Bekâ) hâsıl olur. Bu nefy ve isbât ile [(Lâ ilâhe) ve (İllallah) demekle] ve yolculuk ve hakîkat ile ve bu Fenâ ve Bekâ ile ve bu sülûk ve cezbe ile, (Vilâyet) [Evliyâlık] ismine kavuşur. Nefs, emmârelikden kurtulup, itmînâna kavuşur. Müzekkâ ve mutahhar olur [temizlenir]. Demek ki, Evliyâlık, bu güzel kelimenin ilk yarısı olan (Nefy ve isbât) sâyesinde ele geçmekdedir. Bu kelimenin ikinci kısmı, Peygamberlerin “aleyhi ve aleyhimüssalevât” sonuncusunun, Peygamber olduğunu göstermekdedir. Bu ikinci kısm, islâmiyyeti hâsıl etmekde ve kemâle getirmekdedir. Seyrin başlangıcında ve ortasında hâsıl olan islâmiyyet, islâmiyyetin sûretidir. İsm ve şeklden başka birşey değildir. İslâmiyyetin aslı, özü, vilâyet hâsıl oldukdan sonra ele geçer. Bu zemân, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât” tam izinde gidenlere, onlara mahsûs olan (Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olur. Vilâyetin iki parçası olan, yolculuk ve hakîkat, islâmiyyetin hakîkatini ele geçirebilmek için ve Kemâlat-i nübüvvete kavuşabilmek için, sanki iki şart gibidir. Vilâyet, sanki, nemâzın abdesti ve islâmiyyet, nemâz gibidir. İbtidâda, sanki hakîkî [görünen, maddî] necâsetler temizlenmekde, hakîkatde ise, hükmî [maddeli değil, görünmez] necâsetler temizlenmekdedir. Böyle tam tahâret sâyesinde, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa elverişli olur. İnsanı Allahü teâlâya yaklaşdıran mertebelerin en sonu olan nemâzı kılabilecek bir hâl alır. Nemâz dînin direğidir ve mü’minin mi’râcıdır. Nemâz kılabilecek şekle girer.
Bu güzel kelimenin, bu ikinci kısmını, sonsuz bir deniz gibi gördüm. Bunun yanında, birinci kısmı, bir damla gibi görünüyor. Elbet, Peygamberlik kemâlâtı yanında, Evliyâlık kemâlâtı hiçbirşey değildir. Sübhânallah! Ba’zıları, şaşı gibi iğri görerek, Evliyâlığı, Peygamberlikden üstün sanmış ve özün özü olan islâmiyyeti, kabuk gibi görmüş. Ne yapsınlar, islâmiyyetin yalnız sûretini, dışardan görebilmişler. Özü, kabuk sanmışlar. Peygamberlerin halk ile meşgûl olmalarını, noksânlık bilmişler. Bu meşgûllüğü, insanların birbiri ile görüşmeleri gibi sanmışlar. Evliyâlığı, Allahü teâlâya doğru ilerlemek olduğundan, dahâ üstün görmüşler. Vilâyet, nübüvvetden dahâ üstündür demişler. Bunlar bilmiyor ki, kemâlât-i nübüvvetde de yükselirken, vilâyetde olduğu gibi, Allahü teâlâya doğru ilerlemek vardır. Hattâ, vilâyetdeki ilerleme, nübüvvetdeki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür. Nüzûl ederken [ya’nî geri inerken], vilâyetde de, nübüvvetde de, halk ile [mahlûklar ile] meşgûl olmak vardır. Fekat, bu meşgûl olmaklar birbirine benzemez. Vilâyetde, (Zâhir), [ya’nî beden ve his uzvları] halk ile olup, (Bâtın) [kalb, rûh ve diğer latîfeler] Allahü teâlâ iledir. Hâlbuki, Peygamberlikde, nüzûl ederken, zâhir de, bâtın da, hep halk ile meşgûl olur. Bütün varlığı ile, kulları Allahü teâlâya çağırmakdadır. Bu nüzûl, vilâyetdeki nüzûlden, dahâ tam ve kâmildir.
Bu büyüklerin halka teveccühleri, ya’nî halk ile görüşmeleri, halkın birbiri ile görüşmesi gibi değildir. Halk, birbiri ile görüşürken, birbirlerine, ya’nî Allahü teâlâdan başkasına, düşkün, bağlı bir hâldedir. Bu büyükler ise, halk ile görüşürken, bunlara bağlı değildir. Çünki, bu büyükler, dahâ ilk adımda, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlı olmakdan kurtulmuş, halkın Hâlıkına bağlanmışlardır. Bunların halk ile görüşmesi, halkı, Hakka doğru çekmek içindir. Allahü teâlânın beğendiği yola getirmek içindir. İnsanları, Allahü teâlâdan başka şeylere kul, köle olmakdan kurtarmak için, onlarla görüşmek, kendini Hak ile bulundurmak için olan görüşmekden elbet dahâ üstün, dahâ kıymetlidir. Meselâ, bir kimse, Allahü teâlânın ismini söylerken, bir kör geçse ve önünde kuyu olsa ve bir adım atınca kuyuya düşecek olsa, bu kimsenin, Allahü teâlânın ismini söylemeğe devâm etmesi mi efdaldir, yoksa söylemeği bırakıp, körü kuyudan kurtarması mı kıymetlidir? Şübhesiz körü kurtarması, zikr-i ilâhîden dahâ iyidir. Çünki, Allahü teâlânın, ona ve onun zikrine ihtiyâcı yokdur. Kör ise muhtâc bir kuldur. Bunu zarardan kurtarmak lâzımdır. Hele, kurtarmağı islâmiyyet de emr etdiği için, onu kurtarmak, zikrden dahâ mühimdir. Çünki, emre de uyulmuş olur. Zikr etmekde, yalnız Hak teâlânın hakkı vardır. Onun emri ile körü kurtarmakda, iki hak yerine getirilmiş olmakdadır. Biri kul hakkı, biri de Yaratanın hakkı. Hattâ bu hâlde zikre devâm etmek, belki günâh olur. Çünki zikr, her vakt iyi olmaz. Ba’zan, zikr etmemek güzel olur. Yasak edilen günlerde ve harâm olan vaktlerde oruc tutmamak ve nemâz kılmamak, oruc tutmakdan ve nemâz kılmakdan dahâ iyidir.
[Din düşmanları, müslimânlar egoist, hodbîn olur sanıyor. Cennet ni’metlerine kavuşmağı düşünür. Başkalarına iyilik etmeği düşünmez, diye iftirâ ediyor. Yukarıdaki yazı, bu sözlerinin, yalan ve iftirâ olduğunu açıkca göstermekdedir].
(Zikr) demek, kendini gafletden kurtarmak demekdir. [(Gaflet), Allahü teâlâyı unutmak demekdir.] Zikr, yalnız (Kelime-i tevhîdi) söylemek ve tekrâr tekrâr (Allah) demek değildir. Her ne şeklde olursa olsun, kendini gafletden kurtarmak, zikr olur. O hâlde, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak, hep zikrdir. İslâmiyyetin emrlerini gözeterek yapılan alışveriş zikrdir. İslâmiyyete uygun olarak yapılan nikâh, talâk [boşanma] zikr olur. Çünki, bunları yaparken, emrlerin, yasakların sâhibi hep hâtırlanmakdadır. Ya’nî gaflet gitmekdedir. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları ile yapılan zikr, çabuk te’sîr eder ve sevgisini hâsıl eder ve çabuk kavuşdurur. Emrlere, yasaklara yapışmakla hâsıl olan zikr, böyle değildir. Bununla berâber, böyle zikrlerden ba’zısının da, çabuk netîce verdiği, pek az olarak görülmüşdür. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî buyurdu ki, (Mevlânâ Zeyn-üd-dîn-i Taybâdî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” ilm ile Allahü teâlâya vâsıl olmuşdur). Bundan başka, ism ve sıfat ile yapılan zikr, islâmiyyete uymakla olan zikre sebeb olur. Çünki, dînin sâhibini tam sevmedikce, her işde islâmiyyeti gözetmek çok güc olur. Tam muhabbeti elde etmek için de, ism ve sıfatla olan zikr lâzımdır. O hâlde, islâmiyyete uyarak zikr ile şereflenmek için, önce ism ve sıfatla olan zikr lâzımdır. Evet, cenâb-ı Hakkın lutfü ve ihsânı ayrıdır. Hiç sebeb olmadan, dilediğini, dilediğine ihsân eder. Nitekim Şûrâ sûresinde, onüçüncü âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ, dilediğini seçerek kendine kavuşdurur) buyruldu.
[Mazher-i Cân-ı Cânân “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Makâmât-i Mazheriyye)deki onbirinci mektûbunda buyuruyor ki, (Üç dürlü zikr vardır:
1— Kalb karışmadan, yalnız dil ile söylemekdir. Bunun fâidesi yokdur.
2— Ağızla söylemeyip, yalnız kalb ile yapılan zikrdir. Zikrin nasıl yapılacağı (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) c.2, sh.113 de yazılıdır. Buna, tesavvufda (Zikr-i hafî) denir. Bu da, yalnız Zât-ı ilâhiyeyi zikrdir. Yâhud, sıfatlarını düşünerek yapılır. Ni’metleri de düşünülürse, buna (Tefekkür) denir.
3— Kalb ile ve dil ile birlikde zikrdir. Dil ile kendi işitecek kadar söylenirse, islâmiyyetde (Zikr-i hafî) denir. Âyet-i kerîmede emr olunan, bu zikr-i hafîdir. Başkası da işitirse (Zikr-i cehrî) denir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, zikr-i hafînin zikr-i cehrîden efdâl olduğunu gösteriyor. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Alîye öğretdiği zikr-i cehrî, kendi işitecek kadar olan zikrdir ki, hakîkatde, zikr-i hafî demekdir. Zikrden önce kapıyı kapatdırması da, böyle olduğunu gösteriyor). (Tefsîr-i azîzî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Dehr sûresini açıklarken diyor ki, (Zikr etmek, Allahdan başka şeylerin sevgisini, onlara düşkün olmağı kalbden çıkarmak içindir. Kalbin mahlûklara bağlılığını yok etmek için en iyi ilâcın zikr olduğu tecribelerle anlaşılmışdır. Hadîs-i şerîfde, (Zikr ederek, kalblerinin yükünü hafîfletenlerin yolunda olunuz!) buyuruldu. Bunun için, (Allaha, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, kalbin mahlûklara olan bağlantılarını kesmek, onu dünyâ zevklerine düşkün olmakdan kurtarmak lâzımdır. Kalbi kurtarmak için de, zikrden dahâ fâideli bir ilâc yokdur) demişlerdir). [Tesavvuf ehlinde meşhûr olan simâ’ ve raks iki nev’dir: Birincisi, kalbin ve nefsin fânî olmasından sonra, cemâl veyâ celâl sıfatlarının tecellîsinde hâsıl olur ki, bunda aklın ve nefsin müdâhalesi yokdur. Celâleddîn-i rûmînin ve Sünbül Sinân efendinin zikr, simâ’ ve raksları böyle idi. Şâh-ı Nakşibend “rahmetullahi aleyh” (Biz, bunu inkâr etmeyiz) buyurdu. İkincisi, ba’zı câhil ve gâfil tarîkatcıların, noksan akllarına ve azgın nefslerine uyarak, bağırmaları ve zıplamalarıdır. (Biz, bunları yapmayız) buyurdu.]
Ra’d sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, (Biliniz ki kalbler, ancak Allahı zikr etmekle itmînâna kavuşur) buyuruldu. İtmînân, sükûn, râhat demekdir. Harf-i cerli olan zikr kelimesinin fi’lden evvel söylenmesi, hasrı ifâde eder. Ya’nî, itmînâna ancak, yalnız zikr ile kavuşulur denildi. Zikr, hâtırlamak demekdir. Allahü teâlâyı hâtırlamak, Onun ismini söylemekle veyâ çok sevdiği bir Velîsini görmekle olur. Çünki, hadîs-i şerîfde, (Onlar görüldüğü vakt, Allah hâtırlanır) buyuruldu. İsmini işitirken, söylerken, başka şey düşünülebilir. Onu hâtırlamak şübheli olur. Onu devâmlı hâtırlamak için, hergün binlerce söylemek lâzım olur. Evliyâyı severek, inanarak görünce, muhakkak hâtırlanacağı müjdelendi. Görmek göz ile olduğu gibi, Velînin şeklini, sûretini, kalbine, hayâline getirmekle de, görmüş gibi olup, Allahü teâlâyı hâtırlamağa sebeb olur. Böyle, kalb ile görmeğe (Râbıta) denir ki, kalbi, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmekden, onları düşünmekden kurtaran vâsıtadır. Yukarıdaki âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfde bildirilen temiz kalbe, ihlâsa kavuşduran yoldur. Evet, islâmiyyete yapışmak, ya’nî emrleri yapmak ve harâmlardan sakınmak, insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşdurur ise de, bunları ihlâs ile yapmak şartdır. Hem islâmiyyete uymalı, hem de, ihlâs elde etmelidir.]
Yine sözümüze dönelim! Bu üçünün, ya’nî tarîkat, hakîkat ve islâmiyyetin dışında başka şey de vardır ve bunun yanında, o üçünün hiç kıymeti yokdur. Hakîkat mertebesinde, (İllallah) deyince hâsıl olan şey, bunun bir görünüşü, [hayâlidir] ve bu, o görünenlerin, hakîkati, aslıdır. Nitekim, önce herkesde, islâmiyyetin sûreti vardır. Tarîkat ve hakîkat hâsıl oldukdan sonra bu sûretin hakîkati hâsıl olur. İyi düşünmeli, öyle bir hakîkat ki, onun sûreti [görünüşü] hakîkat oluyor ve başlangıcı vilâyet oluyor. Bu hakîkat, kelime ile anlatılabilir mi? Eğer anlatılabilmiş olsa, kim ve ne anlıyabilir? Bu hakîkat, ancak ülül’azm [din sâhibi Peygamberler içinden, altı dâne, en büyükleri] Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât vettehıyyât velberekât” pek az, hem de pek çok az bulunan vârislerine ihsân olunan bir hakîkatdir. Ülül’azm Peygamberler az olunca, bunların vârisleri dahâ az olur.
Süâl: Yukarıda bildirilenlerden anlaşılıyor ki, bu hakîkate kavuşan ârif, islâmiyyetden dışarı çıkmakdadır. Çünki, islâmiyyetin üstüne yükselmişdir.
Cevâb: Ahkâm-ı islâmiyye, zâhirin [görünen uzvların] yapacağı ibâdetlerdir. Bu hakîkat ise, bu dünyâda bâtına [kalbe ve rûha] nasîb olmakdadır. Zâhir, her zemân, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmağa mecbûrdur. Bâtın da, o hakîkatin işleri ile meşgûl olur. Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır. Ya’nî, bâtının ilerlemesi, zâhirin ahkâm-ı islâmiyyeye uymasına bağlıdır. O hâlde, bu dünyâda, her zemân, zâhir de, bâtın da ahkâm-ı islâmiyyeye muhtâcdır. Zâhirin işi, islâmiyyeye uymak, bâtının işi de, islâmiyyetin meyvelerini, fâidelerini toplamakdır. İslâmiyyet, bütün kemâlâtın kaynağı, bütün makâmların temelidir. İslâmiyyetin, fâide, meyve vermesi, bu dünyâya mahsûs değildir. Âhıretin kemâlâtı ve sonsuz ni’metleri de, islâmiyyetin netîceleri, meyveleridir. Görülüyor ki, islâmiyyet öyle bir (Şecere-i tayyibe) [mubârek ağac]dir ki, onun meyveleri ile, bütün âlem, dünyâda da, âhıretde de fâidelenmekdedir.
Süâl: Demek ki, kemâlât-i nübüvvetde de, bâtın Hak ile, zâhir halk iledir. Başka mektûblarda, Peygamberlik makâmında, zâhir de, bâtın da halk iledir ve insanları bu sûretle da’vet etmekdedir deniyor. Bu iki sözü birleşdirmek nasıl olur?
Cevâb: Kemâlât-i nübüvvet dediğimiz, urûcda, yükselirken erişilen kemâlâtdır. Peygamberlik makâmı ise, inişdedir. Yükselirken, bâtın Hak iledir. Zâhir halk ile olup, halkın hakları, islâmiyyete uygun olarak ödenir. Nüzûlde ise, zâhir de, bâtın da halk ile olup, zâhiri ve bâtını ile, onları Allahü teâlâya çağırmakdadır. O hâlde, iki sözün arasında uygunsuzluk yokdur. Halkla olmak, Hak ile olmak demekdir. Bekara sûresi, yüzonbeşinci âyetinde meâlen, (Nereye dönerseniz, orada Allahü teâlâyı bulursunuz!) buyuruldu. Fekat bu, mahlûklar Allah olur veyâ Allahü teâlânın aynalarıdır demek değildir. Mümkin, hiç Vâcib olur mu? Mahlûk, hiç Hâlık olur mu, Ona ayna olabilir mi? Belki, Vâcib, Mümkine ayna olur denebilir. Evet, nüzûl ederken [geri inerken] eşyâ, sıfât-ı ilâhiyyenin sûretlerine ayna olabilir. Çünki, mahlûkların aynasında görülen, meselâ sem’, basar, ilm ve kudret, bu mahlûkların aynası olan sem’, basar, ilm ve kudret sıfatlarının sûretleridir. Bunlar, aynanın sıfatlarıdır ki, görünen mahlûklarda zuhûr etmekdedir. Aynada görülen hayâller de aynanın sıfatlarının, eserlerinin aynalarıdır. Meselâ, ayna uzun ise, hayâller uzun görünür ve aynanın uzunluğunu gösteren ayna olurlar. Ayna küçük ise, hayâller, aynanın küçüklüğünü gösteren birer ayna gibidir.
Urûc ederken, yükselirken, Allahü teâlânın aynasında, eşyâ görünüyor sanılır. Eşyâ aynada bulunuyor sanıldığı gibi olur. Hâlbuki, eşyânın hayâlleri, aynanın içinde değildir. Bunun gibi, mahlûklar, Allahü teâlânın aynasında değildir. Aynada birşey yokdur. Hayâller, aynada değil, hayâlimizdedir. Aynada hayâl yokdur. Hayâllerin bulunduğu yerde de ayna olamaz. Hayâller, vehm ve hayâlimizdedir. Yerleri varsa, vehm mertebesindedir. Zemânları varsa, hayâl mertebesindedir. Fekat, mahlûkların vücûdsüz olan bu görünüşü, Allahü teâlânın kudreti ile olduğundan, devâmlıdır. Âhıretin sonsuz azâb ve ni’metleri bunlara olacakdır.
Dünyâ aynalarında, önce hayâller görünür. Aynayı görmek için, ayrıca dikkat etmek lâzımdır. Allahü teâlânın aynasında ise, görülen önce aynadır. Mahlûkları görmek için, ayrıca dikkat etmek lâzımdır. Velî, rücû’ etmeğe başlayınca, mahlûkların sıfât-ı ilâhî aynalarındaki hayâlleri görünmeğe başlar. Rücû’ ve nüzûl temâm olup, (Seyr der eşyâ) eşyâda seyr, hareket edince, şühûd-i ilâhî kalmaz, gayb hâlini alır. Îmân-ı şühûdî, îmân-ı gaybî hâlini alır. Da’vet vazîfesi temâm olup, vefât edince, gayb kalmaz. Yine şühûd hâsıl olur. Fekat, bu şühûd, rücû’dan önceki şühûdden kuvvetli, kâmildir. Âhıretdeki şühûd, dünyâdakinden kuvvetlidir.
Demek ki, bir aynada görülen hayâller, aynada değildir. Varlıkları yalnız hayâldir. Ayna, bu hayâlleri ihâta etmiş, kaplamış denilebilir. Bu hayâllerle berâberdir deriz. Fekat, bu kurb [yakınlık], bu ihâta ve ma’ıyyet [berâberlik] cismin cisme olan veyâ cismin, kendi sıfatına [meselâ rengine] olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti gibi değildir. İnsan aklı, hayâllerin aynaya olan kurb, ihâta ve ma’ıyyetini düşünemiyor, kavrıyamıyor. Hayâllerin aynaya karîb, berâber ve ihâta edilmiş oldukları muhakkakdır. Fekat, nasıl olduğu anlatılamıyor. İşte Allahü teâlânın mahlûklara olan kurbu, ihâtası ve ma’ıyyeti de böyledir. Elbette vardırlar. Fekat, nasıl oldukları bilinmez. Bunlara inanırız. Fekat, nasıl olduklarını bilemeyiz. Çünki, Allahü teâlânın bu sıfatları, cismlerin sıfatlarına benzemiyor, mahlûkların sıfatları gibi değildir. Hakîkatin nümûnesi olan bu âlemde, bu sıfatlara misâl olarak, hayâller ile aynayı söyledik ki, aklı olan, bundan onu anlıyabilsin! Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.
Kıl Allaha beş nemâzı,
boş geçirme, kış ve yâzı!
Hakka yaklaşmak istersen,
temâm et, sünnet ve farzı!