Bu dünyada gördüğün herşey, o dünyada da tıpkı-tıpkısına var; hattâ bütün bunlar, o dünyadan birer örnek.
Bu dünyadaki herşeyi o dünyadan getirmişlerdir.
"Hiçbir şey yoktur ki hazineleri katımızda olmasın; ancak onu, bilinen bir miktarda indiririz"
Aktar, çeşit-çeşit tablaların, ilâçların üstüne bir tas kor.
Her ambardan bir avuç şey vardır tasta; bir avuç biber, bir avuç sakız. Ambarların sonu yoktur; fakat tablasına bundan fazlası sığmaz.
İşte insan da bu tas gibidir; yahut da bir aktar dükkânıdır ki orda Tanrı sıfatlarının hazinelerinden avuç-avuç, parça-parça şeyler vardır.
Bu dünyada, lâyığınca, alış-verişte bulunsun diye onları kaplara, tablalara koymuşlardır; duymaktan bir parça, görmekten bir parça, söylemekten bir parça, akıldan bir parça, keremden-ihsandan bir parça, bilgiden bir parça.
Şu halde insanlar, Tanrının gezip dolaşan satıcılarıdır, dönüp dururlar.
Gece-gündüz tablaları o doldurur, sen boşaltırsın; yahut da yitirirsin, yahut da onunla bir kazanç elde edersin.
Gündüz boşaltırsın; yahut da gece gene doldururlar, kuvvet verirler. Meselâ gözün aydınlığını görüyorsun ya; o dünyada da gözler var, bakışlar var, görüşler var; hem de çeşit-çeşit.
Sana ondan bir örnektir, yolladılar ki dünyayı seyredesin. Yoksa görüş, bu kadar değildir; fakat insan, bundan fazlasına tahammül edemez.
"Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın."
Bu sıfatlar da sonsuz olarak katımızdadır bizim; bilinen bir parçasını göndeririz sana.
Artık bir düşün; bu kadar binlerce yüzyıllar, bunca soylar-boylar geldiler; bu denizden doldular, derken gene boşaldılar; bir seyret de gör. ne ambardır bu.
Şimdi kimin gönlü, o denizi daha fazla anladıysa onun gönlü, tabladan o kadar soğur. Şu halde bütün dünya, para basılan yerden çıkıp geliyor; gene dönüp para basılan yere gidiyor.
"Gerçekten de Tanrınınız biz ve gerçekten gene dönüp ona varanlarız."
Gerçekten de biz, yâni bizim bütün parça-buçuklarımız oradan gelmiştir; oranın örnekleridir; küçük-büyük, canlı-cansız herşey, dönüp gene oraya gider.
Fakat bu, şu tablada hemencecik görünür; tabla olmadıkça görünmez.
Neden şaşıyorsun, neden tuhaf geliyor sana?
Görmüyor musun bahar yelini?
Esti mi ağaçlar yeşerir, çayırlar-çimenler biter, gül bahçeleri bezenir, çiçekler açar; baharın güzelliğini onlarla seyredersin.
Fakat bahar yelinin kendisine bakarsan bunların birini bile göremezsin. Fakat bu, bu görülesi şeyler, bu gül bahçeleri onda yok demek değildir. Hepsi de onun ışığından değil mi?
Hattâ onda dalga-dalga gül bahçeleri, dalga-dalga çiçekler vardır; fakat lâtif dalgalar olduğundan vasıtasız göze görünmezler; lâtif olduklarından belirmezler.
Tıpkı bunun gibi insanda da gizli vasıflar vardır; fakat birinin sözü, birinin zarara uğrayışı, birinin savaşması, barışması gibi içten, yahut dıştan bir vasıta olmadıkça görünmez; insandaki sıfatlar ancak bunlarla meydana çıkar.
Görmüyor musun? Kendi kendine bir düşünceye dalsan hiçbir şey görmezsin, kendini, bu sıfatlardan bom-boş sanırsın.
Sen neysen gene osun; değişmiş değilsin; fakat onlar sende gizlidir.
Denizdeki suya benzer onlar; su, denizden ancak bir bulut vasıtasıyla ayrılır; ancak dalga vasıtasıyla belirir, görünür.
Dalga, dıştan bir sebep olmadan içten coşup köpürmendir senin. Fakat deniz süt-limansa hiç mi, hiç görmezsin; bedenin deniz kıyısındadır, canınsa bir deniz.
Görmüyor musun, o denizden bu kadar bin yılanlar, balıklar, kuşlar, çeşit-çeşit, renk-renk yaratıklar çıkıyor, kendilerini gösteriyor da gene denize dalıp gidiyor.
Öfke, haset, imrenip özleyiş bunlardan başka sıfatların da denizden baş çıkarır.
Şu halde sıfatların, Tanrı âşıklarıdır
amma lâtiftir; bu yüzden de dil elbisesine bürünmedikçe görmek mümkün değildir onları; soyundular mı, lâtif olduklarından göze görünmezler.
Fihi Ma Fih
Mevlana Celaleddin Rumi Hz