Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

Müşahede'de Fena "Yok" Olma Kitabı..

KİTABU’L FENÂ FÎ’L MÜŞAHEDE

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI

Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.

MÜŞAHEDE’DE FENÂ “YOK” OLMA KİTABI

Bismillahirrahmanirrahim

Değiştirme ve Kuvvet O'ndandır.
Takdir edip tasarlayan, hükmedip uygulayan, razı olup razı olunan, azameti ve
ululuğuyla münezzeh olan, münezzeh olduğu şeylere bedel olmaktan uzak olan, cevher
veya araz olmayan Allah'a hamdolsun. O seçtiği kullarının kalplerini arındırmıştır, onların
kalplerinden kuşku illetlerini ve hastalık şüphelerini söküp atmıştır. Onları tartışma ve
hasımlaşma oklarının hedefi haline getirmemiştir. Kalplerini bu sayede aydınlatmış,
önlerine kesin ve çıplak bir hidayet rehberi koymuştur, fezayı onlar için daraltmıştır.
Dolayısıyla kimisi giyinir, kimisi soyunur, kimisi suları bol nehirler gibi akar, kimisi
cömertliğin doruklarına çıkar. Giysilerini giyinen kimse, Onun kendisine bahşettiklerini bir
borç gibi algılar. Elbisesini çıkaran ise sünnetini farza dönüştürür. Allah, kullarını Mele-i
A'lânın övünç yarışlarının hedefi kılmıştır. Onları yüce ve aşağı alemlere hakim kılmış,
onla-rı göklerin ve yerin mirasçıları yapmıştır. Bu yüzden cesur ve seri adımlarla semayı ve
arzı enine boyuna dolaşırlar. Bazen uygulamak bazen nakzetmek şeklinde kurallar
hükmederler. Salât ve selâm kendisi hakkında "Ve lesevfe yu'tike rabbume Jeterda/Pek.
yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın." (Duhâ, 5} denilenin üzerine olsun.
Allah O'nu "Ve aciltu ileyke rabbi literda / Ben, memnun olasın diye sana acele ile geldim
Rabbim." (Tâ-hâ, 84) diyenden ayırmıştır. En kadim lisânlarla salât ve selâm Onun üzerine
olsun ve bu dilek hiç kesilmeden devamlı sürüp gitsin. Onun ehlibeytinin, ilahî rızaya özgü
kılınmış ashabının, yüce ve razı olunmuş makamda onu tasdik eden kardeşlerinin üzerine
de salât ve selâm olsun.
İmdi...İlahî hakikat, işi görmek olan göz tarafından müşahede edilmekten yücedir.
Varlığın, gözlemleyen göz üzerinde bir etkisi vardır. Fani olduğu için olmayan şey yok
olduğunda ve baki olduğu için daima var olan da bakî olduğunda, o zaman kesin delil
güneşi gözlerin idrâkinin üzerine doğar. Ve mutlak cemalde gerçek ve mutlak münezzehlik
gerçekleşir. Bu, birleşme ve varlık gözüdür, duruş ve donuş makamıdır. Burada sayıların
bir olduğunu görürsün; ama mertebelerde bir seyre çıkmış olarak. Bu yolculukta sayıların
objeleri belirginleşir. Bu makamda birlikten söz eden kişinin ayağı kaymıştır. Çünkü birin
vehmi mertebelerde yolculuğa çıktığını ve mertebelerin farklılığına bağlı olarak farklı
isimlerle anıldığını görmüştür. Bu yüzden sayıların ancak bir olduğunu düşünür. Bu yüzden
birlikten söz eder. Oysa sayı ismiyle zahir olduğu zaman zatıyla zahir olmaz; kendine özgü
mertebesi hariç. Bu mertebe, vahdaniyet makamıdır. Bu makamın dışındaki bir mertebede
zatiyle zahir olduğunda , ismiyle zahir olmaz. O zaman bu mertebenin hakikatine uygun bir
isimle anılır ve ismiyle fena bulur. Ama zati ile bakî kalır. Bir dediğin zaman, bu ismin
hakikatiyle başka her şey yok olur. İki dediğin zaman, bu mertebede bir zatın varlığıyla
zahir olur, ismiyle değil. Ve ismi de zatının bu mertebesinin varlığıyla çelişir.
Keşfin ve ilmin bu dalını insanların büyük kısmından gizlemek gerekir. Çünkü yüksek
seviyesi nedeniyle ona bütünüyle dalmak uzak bir ihtimal ve dalıp da mahvolmak yakın bir
ihtimaldir. Dolayısıyla bu hakikatlere dair marifete sahip olmayan, bu inceliklerin nerelere
kadar uzandığından habersiz, sadece ehl-i tahkik olan arkadaşının dilinden dökülen
sahneyi algılayıp ötesine geçemeyen, bunun zevkine varamayan bir kimse "Ben yukar ıdan
aşağıya düşenim, yukarıdan aşağıya düşen benim." diye bilir. Bu yüzden bu keşif ve ilim
dalını gizliyoruz, saklıyoruz.
Hasan el-Basrî (r.a.), bu yolu bilmeyen kimselerin vâkıf olmamaları gereken bu gibi
sırlarla ilgili konuşmak istediği zaman Ferkad es-Subhî, Malik b. Dinar gibi bu zevke
varmış kimseleri çağırır, kapısını diğer insanlara kapatırdı. Onların ortasına oturur bu gibi
meseleler hakkında konuşurdu. Eğer bu sırları gizlemesi zorunlu olmasaydı, böyle bir şey
yapmazdı. Buharî'nin sahihinde belirttiğine göre Ebu Hureyre (r.) şöyle demiştir:
"Resûlullah'tan (s.a.u) iki kap aldım. Birinin içindekilerini size dağıttım. Diğerini dağıtmaya
kalksam şu boynumu keserler." İbn Ab-bas (r.a.) "Ellezi halake seb'a semauatin ve mine'l
ardı mislehunne yetenezzelu'l emru beynehunne / Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o
kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır." (Talâk, 12) ayetiyle ilgili
olarak şöyle demiştir: "Eğer bu ayetin tefsirini açıklasaydım, mutlaka beni taşa tutardınız
ve benim için "kafirdir" derdiniz." Rivayet edilir ki, Ali b. Ebûtalib (a.s.) elini göğsüne
vurarak, "Ah!.." derdi, "burada ne çok ilim vardır. Keşke bunları taşıyacak birilerini
bulabüseydim." Resûlullah (s.a.v) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Ebübekir'in sizden
üstünlüğü kıldığı namazdan, tuttuğu oruçtan dolayı değildir. Fakat göğsüne düşen bir
şeyden dolayı sizden üstündür." Hz. Resûlullah (s.a.v) bu şeyin ne olduğunu açıklamamış,
onu gizlemiştir. Bir alimin her ilmi açıklaması zorunlu değildir. Hz. Resûlullah (s.a.v.)
"İnsanlara, onların akıllarının kapasitesini gözeterek hitap ediniz." buyurmuştur. Dolayısıyla
bir kimsenin eline, bilmediği, yolunu yordamını izlemediği, içindekilerini açıkça anlamadığı,
defalarca incelemediği bir ilme dair bir kitap geçse, onu hemen ehline götürmeli, hemen
inanmak veya inkar etmek yoluna gitmemeli ve kesinlikle bu ilme dalmamal ıdır. Nice fıkıh
ilmi taşıyıcısı vardır ki, fâkih (derin kavrayış sahibi) değildir. "Bel kezzebu bima lem yuhitu
bi ilmihi /Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıklarını... yalanlamışlardır." (Yunus, 39) "Fe lime
tuhaccune fima leyse lekum bihi Umun / Bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin
tartışıyorsunuz?" Bu metinlerde, yolunu yordamını bilmedikleri, yöntemini izlemedikleri meseleler
hakkında konuşmuş oldukları için bir takım kimseler yerilmişlerdir. Bütün bunları
sunmamızın nedeni şudur: Bizim tarikatımıza mensup olanların kaleme aldıkları eserler bu
gibi sırlarla doludur, fikir sahihleri fikirleriyle bu sırları incelemeye alırken, zahir ehli olanlar,
sözün akla getirdiği ilk ihtimali esas alarak bu sırların arasına dalıyorlar. Halbuki bunlara
sadece bu eserleri yazan kimselerin kullandıkları terimlerin anlamları sorulsa, kesinlikle bilmeyeceklerdir.
O halde aslını, temelini muhkem bir bilgiyle kavrayamadıkları bu gibi ilimler
hakkında nasıl konuşabiliyorlar?!..
Bazen, bu gibi sırlara sahib kimselerle beraber olduklarında veya buldukları bazı
gerçekleri arkadaşlarıyla paylaştıklarında, bu kimseler, onlar için "bu kapalı bir dindir,
bulanık bir dindir." derler. Halbuki dinin nice cihetlerinin olduğunu bilmezler. Bunlarsa
sadece dini gizlemezler, dinin neticelerini, Hakka itaat ederlerken Hakkın kendilerine bu
itaatin karşılığı olarak bahşettiklerini de gizlerler. Hükümlerle ilgili nice hadisler vardır ki,
bunların zayıflıkları ve ravilerinin kusurlu oldukları hususunda ittifak edildiği halde, onlar bu
hadisi bizzat keşif yoluyla asıl söyleyeninden sahih olarak alırlar ve ulemanın esas aldığı
törenlerden farklı bir şekilde ibadetlerinde bu hadisleri izlerler. Sonra bu alimler çıkıp onları
dinden çıkmakla suçlarlar. Bu suçlamalarında hiç de insaflı değildirler. Çünkü Hakkın bir
çok vechi/yüzü vardır, bu vechlerden/yüzlerden birine de bu yolla varılabilir. Nice hadis de
vardır ki, alimler sahih olduğu hususunda görüş birliğine vardıkları halde, sır ehli nazarında
bu hadisler sahih değildir. Çünkü keşif yoluyla bunu öğrenmişlerdir. Bu yüzden bu tür
hadislere göre amel etmeyi terk ederler. Buna daha bir çok örnek vermek mümkündür. En
iyisi; insanın teslim olması, Hakka teslim olmayı dilemesi ve sırf nefsiyle meşgul olması,
onu bulunduğu mertebeden daha iyi bir mertebeye yükseltmeye çalışmasıdır. İşte varlığın
hakikatlerine ulaşmış said/mutlu insan budur. Bu sırları lafızlara dökme-yip gizleyenler,
yabancılar farkına varmasın diye onları saklayanlar, himmet neticesinde bir takım eserlerin
meydana geldiğini söyleyenler, her zaman bu metotlarını devam ettirirler. Tâ ki fehvanı
(anlamsal) makamlardan yakınlığa erişmişlerin mertebesindeki yüce ruhaniler kendi
elleriyle parlak alametleri onlara gösterinceye kadar. Bu makamda ise yazılı kutsal kitablar
vardır. Böylece bu sırların sahipleri bildikleri hakikatlere dair gerçek şahidler görmüş
olurlar. Bu vasıftan başka bir vasfa intikalin ne büyük bir aşama olduğunu anlarlar. Bu
intikalin ayırıcı özelliği, sırrı gizleyenin sırrının artık ortaya çıkması, düğümün çözülmesidir.
Kilidinin açılması, bağının çözülmesidir. Böylece bu diğerinin himmetleri de aynı noktada
birleşir. Çünkü teklik hakikatini görmüştür. Her ikisi tekten başka bir şey görmezler. Bütün
etkiler ve eserler hakikate dayanır böylece. Bazen döndürmek şeklinde tezahür ederken,
bazen de bu himmetler doğrudan O'ndan gelmiş gibi belirginleşir. Çünkü hakikate bütün
yönleriyle yönelmiştir, bilmese de. Her himmeti istemiştir, bizzat ulaşmasa da. Telaffuz
edemese de bütün lisânlarla konuşmuştur. Bu ne dehşetli bir hayret ve ne çetin bir
hasrettir! Perde açıldığı zaman, gözle bütünleştiği zaman. Ay ve güneş bir araya geldiği,
eser sahibi eserde zuhur ettiği ve de çıplak gözle görüldüğü zaman! Onlara suretlerde
belirdiği, tuzağı kuran tuzağa düştüğü, iman edenin kazandığı, inkar edenin de kaybettiği
zaman!
İlâhî hitap, en kutsal lisânla ve ihlâs diye ifade edilen bir ibareyle yönelmiştir.
Dolayısıyla alacağı ödül için değil, ibadetini ihlâsla sunan, her türlü sapıklıktan uzak hanîf
yolunu izleyen, ilâhî yakınlık mezhebine intisab eden kimse, emri yerine getirme
sorumluluğunu gerçekleştirmiş olur. Böyle bir kimse nur alemine mensub olur, ücret
alemine değil. "Aüa-hu nuru'ssemavati ue'l ardi / Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nûr, 35)
"Lehum ecruhum ve nuruhum /Onların ücretleri ve nurları verilir." (Hadid, 19) "Nuruhum
yes'a beyne eydihim / Onların önlerinden nurları gider." (Tahrirn, 8) Nur, "Ben sizin rabbinizim",
der, onlar da Ona tabi olurlar.
Hakikat ehli nazarında ücret, ceza Allah'a döndürülmüştür. Vakitlerinin darlığından ve
Allah ile meşgul olmalarından dolayı ücrete yönelik bir talepleri yoktur. Onlar için Allah ile
meşgul olmak her şeyden daha önemlidir. Kim Allah ile ilgili payını ka-çırırsa, işte büyük
hüsrana uğrayan odur. Bir farzı veya sünneti ikame eden bir kimsenin bu ameli yerine
getirmesinin sebebi, sevab taleb etmekse, sen nefsini böyle bir amelle meşgul etme.
Çünkü bedenlerin hareketlerinin sonuçlarının da somut olması zorunludur. Bizzat yerine
getirdiğin hareketlerle bir şey isteme. Yoksa vaktini boşa harcamış olursun. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur. "Kullu yevmin huve fi şa'n / O, her an (gün) yaratma halindedir."
(Rahman, 19) Gün, bir zaman dilimidir. Bu zaman dilimindeki faaliyeti seninle ilgilidir.
Senin için vücûda getiriyordur, kendisi için değil. Çünkü O, amaçlardan münezzehtir.
Yarattığı bir şeyin yararı da O'na dönmez. Ya da daha önce kendisinde olmayan bir şeyi
kendisi için yaratmaz. O halde yarattığını senin için yaratır. O halde sen de bu emrin karşısında
dur.
Onunla meşgul ol. Sen de her gün Rab-binle ilgilen. Tıpkı Rabbin her gün senin
için yaratma halinde olduğu gibi. Çünkü O seni, sırf kendisine ibadet edesin, Onunla
kendini gerçekleştiresin diye yarattı. Senden ve O'ndan başkasıyla meşguliyeti ise kendin
için bir rızık olmak üzere taleb etmelisin. Bu da sana ulaşır kuşkusuz. "Ma uridu minhum
min rızkın ve ma uridu en yut'imun. İnnellahe huve'rrez-zak I Ben onlardan rızık
istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızık veren ancak Allah'tır."
(Zâriyât, 57-58) Sana "al" dediği zaman, "sen al" de. Sana "dön" dediği zaman, "senden
sana" de. Eğer sana "Ben sana "al" dediğim zaman, nasıl bana "sen al" diyebiliyor sun,
ben almam ki?" dese, O'na de ki, "ben de gerçekte almıyorum. Çünkü almak bir fiildir.
Oysa benim fiilim olamaz. Dolayısıyla alan sensin. Çünkü fail sensin. Dolayısıyla sen,
bana verdiklerini benim için al. Ey almayan, bana al, deme. Almayı benimle arana perde
olarak koyma. Benim almam yoktur ve sen de benim için değilsin. Benim almam olmaz.
Yokluktan hasıl et, ki yokluk serlerin en kötüsüdür. Yoksa asıl feshetme, akdi bozma bu
helak edici hitaptan gelir, ey idrâk eden ve idrâk edilmeyen, sahib olan ama sahib
olunmayan!"
Bu aşamaların bazısında, karşına hikmet esaslı, nebevi, has kılınmış ve halis din ile
birlikte dosdoğru olmayan, fikir ve akıl karışımı bir din çıkar. Bunları birbirinden ayırman
gerekir. Bir de şunu göreceksin: bunların her birinin gayesi haktır, maksat senin
mutluluğundur, mutsuzluğun değil. Sen has kılınmış, halis nebevi dini izle. Çünkü o daha
yüksek ve daha faydalıdır. Öbürünün aydınlığı daha parlak olsa da. Ama bu diğerinin
varlığıyla resmi dağılır. Bir açıdan hak olsa da bu böyledir. Hatta o dinin kurucusu,
yaşayanlar aleminde hazır olsaydı, onun da has kılınmış nebevi dine döndüğünü görürdün.
Ya da daha önceki has kılınmış dinin sonraki has kılınmış nebevi dine döndüğünü
görürdün, bu bir tür nesihtir. Musa ve İsa (a.s.) peygamberlerin ümmetleri gibi önceki
ümmetlerin üzerinde bulundukları şeriatlar bazı açılardan Muhammed (s.a.v) şeriatı
tarafından neshedilmediler mi? Nitekim Hz. Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Eğer Musa
yaşasaydı, bana uymaktan başka bir seçeneği olmazdı." Dolayısıyla hükmi, fikri donanımlı
bir şeriatın, daha önce söylediğimiz gibi bazı açılardan hak olsa da kaldırılması daha uygundur.
Bedbahtların en bedbahtı, bir kitaba sahib olduğu halde sapan, hevasına tabi olan,
kitabına iman ettiği halde arzularının peşinden koşan kimsedir.
Burada açıklamak istediğim bir nükte vardır ve bir çok kimse bunun farkına
varmamıştır. Bir topluluk da mümkün nitelikli varlığın olabilirliği hususunda büyük bir
yanılgı içine düşmüştür. Varlık, mümkünlüğün iki zıt ucu açısından kanıtlanmıştır. Bunu
değiştirmenin, tersine çevirmenin imkanı yoktur. Şöyle ki: Hak teala bir şeye tecellî ettiği
zaman ondan asla gizlenmez. Bir kalbe de iman yazdığında, onu bir daha silmez. Bir
kimse, "bana tecellî ettikten sonra benden gizlendi" diyorsa, ona kesinlikle tecellî
etmemiştir. Fakat ona bir tecellî görünmüştür, o da bu tecellîyi O sanmıştır. Böyle bir
tecellînin de sebatı olmaz, bir halde durmaz, dolayısıyla onun açısından durumda
değişiklik yaşanmıştır. İman yazılması da öyle. Ayetlerin ve apaçık belgelerin gelmesi gibi
olağanüstü kanıtlar kalplere bahsedildiği zaman, buna dair şahidler de gösterildiği zaman,
bunlar ebediyen yok olmazlar. Bir adamın kalbinden bunlar silinip gidiyorlarsa, bil ki
kalbinin levhasına kesinlikle yazılmamışlardır ve bir daha da ona dönmeyeceklerdir.
Sadece kalbine bir örtü gibi bir zaman bürümüş, bunların ibareleri ve lisânları verilmiş,
varlıkları ve a'yanları verilmemiştir. Böyle bir bağış da geri alınır ve yok edilir. Bu yüzden
bir ayette şöyle denilmiştir: "Utlu aleyhim nebeellezi ateynahu ayatina fenseleha minha /
Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan kimselerin
haberini oku." (A'raf, 175) Ayetin orijinalinde geçen "inselahe" fiili, bir insanın üzerindeki
elbiseyi çıkarması veya yılanın deri atması anlamındadır. Bu elbise ve deri bir örtü işlevini
görür, yukarıda vurguladığımız gibi gerçeklikle bir ilgisi yoktur. Böyle bir kimsede sadece
lisân olur. Konuştuğu zaman ismin gizliliklerini açığa vurur, etkilerini özellikle aktırır,
yansıtır. Bu anlamda tek kalan havas için arındırma, tenzih etme, huzur ve birleşme ve de
iman ve küfür şart değildir. Sadece o belli harflerle konuşur. Konuşan kişi konuştuğunun
farkında değilse bile sonuçlarını izhar eder. Bazı arkadaşlarımız arasında da böyle kimseler
görülmüştür. Örneğin Kuran okur, bir ayete gelince orada üzerinde bir etkilenme
hisseder ve buna şaşırır, ama sebebini bilemez. Bu sefer önceki ayetleri bir kez daha okur.
O belli ayete gelince aynı etkilenmeyi bir kez daha görür. Her tekrarladığında aynı
etkilenmeyi hisseder. O zaman anlar ki, ayet, havastan kimseler üzerindeki etkinliğini
gösterdiği mahalle tesadüf etmiştir. Onu kendisi için bir isim kılmıştır. İstediği zaman aynı
etkiyi göstermektedir. Muhakkik bir kimse bu gibi etkilenmelere aldanmaz, bunlara itibar
etmez. Sadece böyle bir durumla karşılaştığı zaman sevinir. Nitekim Ebu Yezid'e: "Allah'ın
ism-i azamı (en büyük ismi) hangisidir?" diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Önce
tasdik et, sonra istediğin ismi al, o'nu gerçekten hisset, konuşma ve lafız olarak değil."
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ulaike ketebe fi kulubihimu'l iman / İşte onların kalbine
Allah, iman yazmıştır." (Mücâdele, 22)
Kalbin iki yönü vardır; biri zahir biri de batın. Kalbin batını silinmeyi kabul etmez.
Aksine kalbin batını sırf ispat ve gerçekliktir. Zahiri ise silinmeyi kabul eder, çünkü mahv ve
ispat (silme ve yerinde bırakma) levhidir. Kalbin zahirinde bir şey bir vakit yerinde bırakılır,
sonra "Yemhullahu ma yeşau ve yusbitu ve indehu ummu'l kitab / Allah dilediğini siler,
sabit bırakır. Bütün kitabların aslı Onun yanındadır." (Ra'd, 39) Eğer kitab sahibi, bütün
kitablara inanan biriyse ebediyen sapmaz. Ama bazı kitablara inanan, bazısını da inkar
eden biriyse, o, gerçek kafirdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve yekulune nu'minu
biba'din ve nekfuru biba'din ve yuridune en yettehizu beyne zalike sebila / Bir kısmına
iman ederiz ama bir kısmına inanmayız, diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak
isteyenler..." (Nisa, 150) "Ulaike humu'l kafirune hakka / İşte gerçekten kafirler onlardır."
(Nisa, 151) "İnnellezine keferu min eh-li'l kitabi ulaike hum şerru'l beriye / Ehli kitabtan...
olan inkarcılar... İşte halkın en şerlileri onlardır." (Beyyine, 6) Bu anlayışlarından
dolayı onlar şekilsel, törensel kalıpların ehlidir. Filozoflardan düşünsel bakış sahibi
kimselerin ve kelâm ehlinin büyük kısmı, Allah'ın velilerinin/evliyaullah'm sergiledikleri
vecdlerin, görüp buldukları sırların bir kısmını tasdik ederler. Kendi görüşlerine ve ilimlerine
uyanı doğrularlar, görüşlerine ve ilimlerine uymayanı da reddedip inkar ederler ve
kanıtlarımıza aykırı olduğu için batıldır, derler. Kim bilir; belki de bu miskinin kanıtının
temelleri tamamlanmamıştır; ama o, kamil olduğunu sanmaktadır! Oysa Allah'ın velilerinin
söylediklerini onlar açısından tasdik edip, kendisini böyle bir tasdikin mecburiyetinden
bırakmasay-di da sırf sahibinin sözünü teslim etmesinin semeresini devşirseydi olmaz
mıydı! Ben, Allah'a yemin ederim, bu taifeyi inkar edenlerin durumundan endişe ediyorum.
Hakikat ehlinden biri şöyle demiştir:
- Kim onlarla, tasavvufî hakikatlerin ehli ile beraber oturursa ve onların ortaya
koydukları hakikatlerin bazısını inkar ederse, Allah iman nurunu Onun kalbinden söküp
alır.
Kendinde hikmet olduğunu iddia eden münazara ehlinden biri, vahdet-i vücût
anlayışına sahib muhakkiklerden birine bir soru sordu. Ben de orada bulunuyordum.
Talebeler de etrafını sarmış oturuyorlardı. Muhakkik adam konuyla ilgili konuşmaya başladı.
Bu münazaracı o'na dedi ki: "Bu söylediklerin benim nazarımda sahih değildir. Bunu
benim için biraz daha açıkla. Belki de ben bu hususta yanlış bir anlayışa
sahibim."Muhakkik adam münazaracının sözlerinin boş olduğunu anladı ve sustu. Çünkü
bundan sonrası cedel ve tartışma olurdu. Muhakkikler ise edebe aykırı olan ve bereketin
kalkmasına neden olan tartışma ve cedeli uygun görmezler. Efendimiz(s.a.v.)in yanında
ashab arasında tartışma çıkar. Hz. Resulullah (s.a.v) "benim yanımda tartışma olmaz."
der. Bir hadiste de şöyle buyurmuştur: " Bana kadir gecesi gösterildi. İki adam saç baş
olup kavga ettiler. Bunun üzerine kadir gecesi kaldırıldı."
Dolayısıyla keşif ve şühûd yöntemi tartışmayı kaldırmaz. Bu yöntemi esas alan
muhakkikleri reddetmek, sonunda münkirin kendisine dönen bir reddiyedir. Vecd sahibi,
tahsil ettiği hakikatlerden dolayı mutludur. Nitekim sözünü ettiğimiz şeyhin talebelerinden
biri kalktı ve meseleyi tartışanlara dedi ki, "efendimizin biraz önce gayet açık bir şekilde
ortaya koyduğu izah sahihtir. Ancak ben bunları ifade edecek, dile getirecek gücü
kendimde bulamıyorum". Bunun üzerine fıkıhçı şöyle dedi: "Bunlar süslü ve tatlı sözlerdir,
ahenkli bir şekilde ifade edilmişlerdir. Akıl, ilk anda kabul eder ama münazara mihengine
vurduğunda, delillerle irdelediğinde yok olup gider, geride hiçbir izi kalmaz. Sırf batıl
olduğu görülür. Tıpkı efendimizin az önce dile getirdiği şeyler gibi..." Bunun üzerine Şeyh
bu konuyla ilgili sözlerini kesti.Münazaracı ise onun dediğini, onun lisânından dökülenleri
anlayamadı. Bu, muhakkike, münazaracı-mn içindeki duyguları göstermekten ibaret bir
tavırdı ki, bu gibi meselelerde böyle münazaracılarla konuşmaya son versin.
Sonra bilesin ki, salih amelle pekiştirilmiş iman mukaddes huzurun elindedir. Bu
imanın bu mukaddes huzurda ikame edilmesi esnasında ilim, irfan, hikmet ve sır
nehirlerinin parmaklarının arasından fışkırdığı ve bu elin Muhammedi makamlara sahib
kimseleri nelere mâlik kıldığı da görülür ve bu huzurda sakin olan kişinin ruhaniyeti
beslenir. Bu makamın sakini derken dört kişilik huzurun dördüncüsünü kast ediyoruz.
Bunların her biri bu kutsal makama ortaktır. Bu sözünü ettiğimiz ikamet huzurudur, ikincisi
nur huzuru, üçüncüsü akıl huzuru ve dördüncüsü insan huzurudur.
İnsan huzuru varlık bakımından huzurların en tamamıdır. Kul ikamet huzuruna
konakladığı zaman, devamlılık nehrinin suyundan içer ve bu huzurda ikamet etmek ona
rabbani haşyet, ilâhî rıza makamını kazandırır. İlâhî haşyet ise o'na bundan ayrı bir
huzurun kapısını açar. Ki "el-Futûhatu'1-Mekkiye" menzilleri kapsamında bunlarrele
alacağız. Öte yandan hüviyet haşyetinden de "el-Futûhatu'1-Mekki-ye"de söz edilecektir.
Bu yüzden burada açıklama gereğini duymuyoruz.
Bu kitapta üzerinde durduğumuz menzil "fena" (yokluk) ve "güneşin doğması"
menzilidir. Bunun da ihsan mertebesi vardır ki, bu, seni O'na gösteren ihsandır, O'nu sana
gösteren ihsan değildir. Cebrail (a) Hz. Nebiye (s.a.v.): "İhsan nedir?" diye sordu. Hz. Nebî
(s.a.v.): "İhsan, Allah'ı görüyormuşsun gibi O'na ibadet etmendir", dedi. Bu arada
Hz. Resulullah (s.a.v.) işaret ehline de bu açıklaması kapsamında şu işareti vermiştir:
Eğer sen O'nu göremezsen, O seni görür. Yani Onun seni görmesi, mutlaka senin kendinden
yok olmanı gerektirmez.
"O'nu görmen" ifadesinin orijinali olan "terahu" ifadesinde "elif" harfine yer
verilmesinin nedeni, görmenin taalluk ettiği şeye işaret etmesinin gayet açık olmasıdır.
Eğer "elif" harfi hazfedilseydi ve "terehu" denilseydi, görme sahih olmazdı. Çünkü "terahu"
ifadesinin sonundaki "ha" gâib (üçüncü şahıs)ten kinayedir. Gâib ise görülmez. "Elif" harfi
hazfedildiğinde görmesiz görme söz konusu olurdu. Bu ise doğru değildir. Bu nedenle
ifadede "elife yer verilmiştir.
İfadede "ha" harfinin yer almasının hikmetine gelince; "eğer sen Onu göremezsen"
ifadesinin anlamında şuna yönelik bir işaret vardır: Eğer sen ifadede "elifin varlığından
dolayı O'nu görmüş olsan da O'nu bütünüyle ihata ettim, deme. Çünkü Allah ihata
edilmekten yücedir, üstündür. Allah ihata edilmediğine göre, sözünü ettiğimiz "ha" zamiri
görme esnasında senden gâib olan Hakkın hakikatine işaret etmiş olur ve senin O'nu
bütünüyle ihata etmediğine tanıklık eder.
Vallahu yekulu'l Hakka ve Huve yehdi's sebile.
Gerçeği Allah söyler ve doğru yola iletir.
Nimetler bahşedici "Vahhab" Melikin lütfüyle kitab tamamlandı.