Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

İlim Sabit, Hal Gidicidir..

Allah ilmi sadece sevdiğine, hali sevdiğine ve sevmediğine verir. Çünkü ilim sabit, hal gidicidir.

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)

***
Makam sahibi hüküm vermek isterse, bu inişin makamına tesir edeceğini bilmezse hale iner. Çünkü hüküm vermek hallere aittir. Kişi gerçek bir şeyhten bu makam sahibinin (İlim ve marifet makamı) bütün makamların sahibi olduğunu işittiğinde, onun hali değil ilmi artar. Çünkü kamil kişi, makamda yükseldiğinde hali eksilir. Müşahede Haktan başka'yı görmekten alıkoyduğu gibi, makam da halleri giderir.

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)

***

(Mektubat-ı Rabbani'den bir mektuptur burdan aşağı kısmı)

487. Mektup

MEVZU: Yüce Sübhan Allah'ın ef'al tecellisi, sıfat tecellisi, zat tecellisinin beyanı.

(Bu mektup, bundan önceki mektubun devamı ve tamamlayıcısı gibidir)

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, bu Hakir Muhammed Haşim Kişemi'ye azmıştır.

***

Kardeşim Hace Muhammed Haşim Kişemi'nin malumu olsun ki,

Tecelli-i ef'al; Sübhan Hakkın, salike fiilinin zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların fiillerini, o fiilin zılâli görür. Yine o fiili, diğer fiillerin aslı olarak bulur. Yine itikad eder ki, o fiillerin kıyamı bu tek fiil iledir.

Üstte anlatılan tecellinin kemaline gelince, o zılâl salik nazarından tamamı ile gizlenip aslına katılmış olur. Bu fiillerin failini dahi, hissiz ve hareketsiz cemadat gibi görür.

Tevhid erbabının ayniyete kail olup:

-Hepsi odur dedikleri mana işte bu yerdedir. Şunun için ki: Kullardan sadir olan çeşitli fiilleri, şanı büyük Vahid Zat'tan görürler.

Burada, fiillerin yapanlara bağlanmasının gizlenip de; tek faile bağlanmasının ortaya çıkması; fiillerin kendi gizlenişi ve aslına katılışı değildir. İki mana arasında çok fark vardır. İsterse, bu gizleme durumu, bazılara gelir ' gibi olsun.

Gelelim sıfat tecellilierine:

Sıfat tecellisi, salike; Sübhan Hakkın sıfatlarının zuhurundan ibarettir. O şekilde ki, kulların sıfatlarını, yüce Sultan Vacib Zat'ın sıfatlarının zılâli olarak görür. Onların kıyamını dahi, asılları ile bulur.

Meselâ, mümkinin ilmini, Vacib Zat'ın ilminin zilli ve onunla kaim bulur. Aynı şekilde onun kudretini dahi, yüce Zat'ın kudret zilli ve onunla kaim bulur.

Bu tecellinin kemaline gelince, o sıfatların zılâliyeti, salikin nazarında gizlenmiştir. Hem de tamamı ile... Sonra da, asıllarına katılmasıdır. Salik dahi, bu sıfatlarla mevsuf olan nefsini, boş bulur... Tıpkı bir cemad gibi. Ne ilim vardır; ne de hayat. Kendi nefsinde, vücuddan yana bir eser bulamaz. Hatta, vücud kemalâtını ve tevabiini de bulamaz. O kadar ki, orada zikir, teveccüh, hazır ve şühud dahi olmaz.

Şayet asla iltihak ettikten sonra bir teveccüh olur ise o, nefsinden nefsine teveccüh etmektedir. Eğer huzur var ise, nefsini nefsi ile hazır etmektedir.

Bu makamdan salikin nasibi, fena hakikatinin husulüdür; izmihlaldir. Kendi zannınca nefsine bağladığı kemalâtın yok olmasıdır. Yalan ve töhmet olarak, kendi nefsinden zannettiği emaneti de sahibine verir.

-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri dahi zail olup gider. O şekilde ki; beka ile müşerref olsa dahi:

-Ene... (Ben...) kelimesinin uğrak yeri olamaz. Kendisini anlatırken:

-Ene... (Ben...) tabiri ile anlatmaya güç yetiremez. Kendisini, aslının aynı bulsa dahi, yine de:

-Ene... (Ben...) lâfzını o asla ıtlak etme mecalini bulamaz. Onun aynı olduğunu söylemeye de gücü yetmez. Çünkü, enaniyet ondan zail olup gitmiştir.

-Enel-Hak... (Hak ben...) sözü, üstte anlatılan nisbetin husul bulmayışındandır.

-Sübhani manasının dile gelmesi, bu devlete vusul bulmayıştandır. Lâkin, şu mana yerinde olur ki; büyüklerden bu gibi lâfızların süduru, orta hallerine yorula... Onların kemali dahi, bu gibi sözlerin ötesinde biline...

Mahvin ve izmihlalin hakikati olan fena, her ne kadar sıfat tecellisinin müntehası olsa dahi, lâkin onun husulü, zat tecellisinin, şualarından sayılır. Zat tecellisi olmayınca, fena devleti müyesser olmaz. Hatta, sıfat tecellisi tam olmaz. Bulunmadıkça kurtuluş yoktur.

Zat tecellisi iledir ki, irfan sahibinin bakiyesi zail olur. Bu bakiye de, kendisini cemad gibi görmesidir. Yine bu bakiye odur ki, bütün mümkinatın aslı bulunmaktadır. Amma onun için, yüce mukaddes Hazret-i Vacib sıfatlarından bir in'ikâs husule gelmiştir. Böylece, bir imtiyaz bulup şahsiyet peyda etmiştir. Burada bir ayna olma durumu elde etmiştir ki, bununla diğer ademlerden mümtaz bir durum kazanmıştır.

Vakta ki, bu in'ikâs eden zılâl; aslına katılır; o ademler arasında bulunan imtiyaz da kalmaz olur. Böylelikle bu has adem dahi, mutlak ademe katılır. İşte o zaman o irfan sahibinden yana ne nam kalır; ne de nişan.

Bu manada, bir ayet-i kerime meali:

"Ne bırakın ne de vazgeçer..."(74/28)

Tıpkı vücud ve tevabiinin onu bırakıp gittiği gibi; bu adem dahi ondan ayrılır. Aslına katılıp rahata erer.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki,

Bu ademin, diğer ademlerden ayn olarak imtiyaz bulması; -ki bu imtiyazı, sıfat zılâlinin kendisine husulü sebebi ile bulmuştur-, tevehhüm itibarı iledir. Hakikatta, asla onda bir zil yoktur. Yani diğer aynalar gibi... Zira, onlarda dahi, suretlerin husulü tevehhüm itibarı iledir. Şayet onlarda zılâl husulü var ise, tevehhüm itibarı iledir. Böylelikle onun imtiyazı dahi tevehhüm itiban iledir.

Mümkinin vücudu tevehhüm itibarı ile olduğu gibi; onun adamı dahi tevehhüm itibarı iledir. Onun için, vehim dairesi dışında bir basamak yeri verilmemiştir. Zira, vücud ve adem, kendi mutlak karafetleri üzeredirler. Ne onun için bir tenezzül arazı gelmiştir; ne de öbürü için terakki hasıl olmuştur.

Yüce Yaratıcının kudretinin kemalindendir ki, alemi şöyle veya böyle vehim mertebesinde yarattı. Sonra ona sağlamlık verdi. Ebedi muameleyi, sonsuz mücazatı dahi ona bağlı bıraktı. Bu manada, bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'a göre güç bir şey değildir."(14/20)

***

Yukarıda şöyle bir cümle kullanmıştım:

-Fena devletinin husulü, zat tecellisi nurlarından sayılır.

Bunun asıl manası şudur: Zat tecellisinin husulü, fena devletinin husulünden sonradır. Halis olmayan bulamaz.

Tecellinin şuaları ile, tecellinin kendisi arasındaki fark; sabaha doğru açılan aydınlıkla, güneşin doğusundaki aydınlık gibidir. Çünkü sabaha doğru açılan aydınlık, güneş tecellisinin şuaları ile, tecellinin kendisi arasındaki fark; sabaha doğru açılan aydınlıkla, güneşin doğusundaki aydınlık gibidir. Çünkü sabaha doğru açılan aydınlık, güneş tecellisinin şualarının zuhurudur. Güneş doğduktan sonra da, güneş tecellisinin kendisi vardır.

Bazıları, tecelli şualarına ermekle beraber; tecellinin kendisi ile müşerref olamazlar. Arız olan bazı şeyler sebebi ile o büyük devlete ulaşamazlar. Tıpkı semavi ve arzi bir arıza sebebi ile, sabaha yakın aydınlığa erildiği, fakat güneşin doğuşuna erilmediği gibi...

Sonra, sabah aydınlığının müşahedesinde; görme kuvvetinin kemal derecede olmasına hacet yoktur. Amma güneşin müşahedesi, görme kuvveti ve keskin nazar ister. Yarasa kurşunu görmez misin sabah aydınlığına idrak eder; amma gündüz güneşe bakmaya gücü yetmez. Bu hususta acizdir. Güneş görmek, bir başka göz elde etmeyi gerektirir.

Çok kere, salikte de, tecellinin şualarına istidad vardır; amma onda, tecellinin kendisine istidadı yoktur.

Yarasa kuşunda dahi, güneşin şunları tecellisine karşı istidad vardın amma güneşin kendi tecellisine karşı istidad yoktur.

İşte ben, üstün kelâm etmekteyim. Herhalde faydası yoktur.

Sıfat tecellilerinin kesilmesi, sıfat ve zat fenasının husulünden sonra; irfan sahibini bir tecelli karşılar ki, zat tecellisinin dehlizi gibidir. Sanki o te

celli, sıfat tecellisi ile, zat tecellisi arasında bir berzahtır. O kimse ki, bu tecelliden yükselin istidadı kadar zat tecellisinden nasibi vardır.

Fakir'in kanaatına göre, bu berzahi tecelli, o zati tecellinin aslıdır ki; Şeyh Muhyiddin b. Arabi -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- şu ibare ile anlatılmıştır:

-Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli olanın suretinden olur. Kendisine tecelli olan dahi, hakkın aynasında kendi suretinden başkasını görmemiştir. Hakkı göremez; görmesi de mümkün değildir.

Ayrıca, bu tecelli için:

-Tecellilerin müntehası demiş ve bunun üstünde bir makama kail olmamıştır. Sonra şöyle demiştir:

-Bu tecelliden sonra, sırf adem vardır. Tamaha kapılma ve onun üstüne yükselmek için kendini yorma. Zira, bu makamdan daha yüksek bir derece yoktur. Yani zati tecellide...

Şaşılacak şeydir ki, matlub-u hakikiye kavuşmak, bu tecellinin ötesindedir. Halbuki Şeyh (Muhyiddin b. Arabi k.s.), Allahu Taala'nın şu emrine göre, çekindirip sakındırmaktadır:

"Allah, sizi zatına karşı sakındırıyor."(3/28)

Ve tehdid ediyor. Şayet o, manada bir tamaha kapılmazsak, ondan biz, şaşırıp uzaklara düşmüş oluruz. Şayet onun husulü için yorulmazsak, başka ne yapabiliriz ki!.. O zaman teselliyi, nefis cevher yerine, saksı parçalarında buluruz.

Bu babda netice kelâm şu ki:

Her mertebenin nasibi, o mertebeye münasip şekilde olur. Keyfiyeti belli olmayandan müyesser olan nasip, keyfiyeti belli olmayan bir şekildedir. Keyfiyeti belli olan için keyfiyeti belli olmayana yol çıkmaz. O mertebeye taalluk eden marifet, keyfiyeti belli olana taalluk eden marifet gibi değildir. Zira, bu marifetin orada yeri yoktur.

Sübhan Allah'ın zatı hakkında bilgi, cehldir. Yani mümkinin bilgisine taalluku olan ilim cinsinden bir ilim değildir. Zira o, bu keyfiyeti belli cinstendir; halbuki orada keyfiyetin yeri yoktur.

Yüce Allah'ın zatı hakkında tefekkürden men etmeye gelince, sebebi şu ki: O, tefekkürün ve tahayyülün de ötesindedir. Yüce Allah'ı ancak kendisi ile bulmak mümkündür; hayalle ve tefekkürle değil...

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh şöyle deseydi, yerinde olurdu:

-Bu tecelliden sonra, sırf vücud vardır, katıksız nur vardır.

Onun:

-Bu tecelliden sonra, ancak adem vardır (yani yokluk) demesi de, ancak şu itibara göredir: Alem sıfatların zillidir; sıfatlardan terakki edip yükselmek ise, nefsi idam (yok) etme işinde çalışıp çabalamaktır.

Ne var ki, iş böyle değildir. Çünkü, irfan sahibi, kendi aslı olan sıfattan terakki etmedikçe, zati olan şuunu ve itibarları aşmadıktan sonra onun fiili ne olur ki!.. Gelişi ne şey için olur!..

Fena ve beka ki, her mertebede ona müyesser olmaktadır; aslının da yukarısına çekmeye bakarlar. Bundan sonra o, asıl beka ile, asıldan geçip aslın dahi aslına ulaşır.

Bir şiir:

Dokunursa biri ateşe yanan

O ki ateştir nesini yakar?..

Allah sırrının kudsiyetini artırsın; şayet Şeyh (Muhyiddin b. Arabi), o zillin aslına ulaşmış olsaydı, daha yukarıya terakkiden korkmadığı gibi korkutmazdı da... Lâkin hüsn-ü zan iktiza eder ki, yüce Sultan Allah'ın fazlı ile, bu Şeyh-i Muazzam bu makamdan terakki edip yükselmiştir; işin hakikatini da idrak etmiştir. Onun büyük halini, söyledikleri ile ölçmek yerinde olmaz. Herhalde o, bu dediklerini, ilk ve orta hallerinde söyleyip sonra nice merhale onları aşıp geçmiştir. Zira, şu mana açıktır:

"İki günü müsavi geçen ziyandadır."

Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***

Zati tecelli üzerine ne diyebilirim ki?.. Hem yazmaya nasıl gücüm yeter? Zira o, zevke dayalı bir şeydir. Her kim tadarsa bilir; tatmayan da bilmez.

Bir mısra:

Kalem oraya ulaştı; sonra kırıldı...

Ancak, izhar edilmesi mümkün olan şudur:

Zati tecelli, varmış olduğu fena hali daha önce anlatılan irfan sahibi hakkında daimidir. Başkaları hakkında şimşek gibi çakıp geçer; amma bu tecelli onun için devam edip gider. Hatta, şimşek gibi çakıp geçen tecelli (tecelli-i berki...) hakikatta zati tecelli dahi sayılmaz. Onun için:

-Zati tecellidir demişlerse de, değildir; belki de, zat şanlarından bir şandır. Çakması ile kapanması bir olur. Ne zaman ki, şuun ve itibarların mülahazası olmadan, zati tecelli hasıl olur; onun devamı lâzımdır, onda kapanma dahi tasavvur edilemez. Tecellilerin telvinatı, sıfatlardan ve şunaattan haber verir. Hazret-i Zat telvinattan münezzeh ve müberradır. Orada kapanma mecali de yoktur.

"Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve Allah büyük fazlın sahibidir."

***

İmam Rabbani (k.s.)