Bu mektûb, hakîkatleri bilen, kardeşi meyân gulâm Muhammed hazretlerine yazılmıştır. Cezbe ve sulûk ve bunların marifetleri bildirilmektedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Peygamberlerin hepsi doğru olarak gelmiştir. Onların sonuncusu ve en üstünü olan Muhammed hep doğru söylemiştir.
Tâliblerin, gevşek ve yaradılışları aşağı olduklarından ve kâmil ve mükemmil olan bir Rehber bulamadıklarından, uzun yolu kısalttıkları ve yüksekleri bırakıp, aşağı şeyler arkasında koştukları görülmektedir. Yolda ellerine geçen en değersiz şeyleri bile birşey sanıp, onlara bağlanıp kalmakta ve onları aranılan şey sanarak, yolun sonuna vardık, kâmil ve müntehî olduk demektedirler. Yolun sonuna varanların ve aranılana kavuşanların, yolun sonundan ve vardıkları yüksek makamlardan bildirdiklerini, bu aşağı yaradılışlı olanlar, hayâlleri geniş olduğu için, kendi bozuk hâllerine benzetmektedirler. Fârisî mısra' tercemesi:
Fâre, rü'yâda deve olmuş!
Büyük denizden bir damlaya, hattâ damlanın görüntüsüne ve okyânusdan bir sızıntıya, hattâ bunun görüntüsüne kavuşunca, doyuvermişlerdir. Maddeden olanları maddesiz, anlaşılamıyan şey bilmişler. Bunları görünce, Ona kavuştuklarını sanmışlardır. Benzeri olanı, benzeri olmıyana benzetmişler, onu bırakıp, buna sarılmışlar. Anlaşılamıyana, başkalarından öğrenerek inananlar ve anlaşılamıyanı arayanlar, sülûk yolunu temâmlamıyan bu tâliblerden ve serâb ile avunan bu susuzlardan katkat daha iyidirler. Haklı ile haksız arasında ve doğru yolda gidenle yoldan sapan arasındaki ayrılık pekçoktur. Aradıklarına kavuşamıyarak, mahlûku sonsuz bilen tâliblere yazıklar olsun! Anlaşılabilen şeyleri anlaşılamıyan sanıyorlar. Suçları, keşflerinin yanlış olmasına bağışlanmayıp da, hesâba çekilirlerse, vay hâllerine! Yâ Rabbî! Unuttuklarımızdan, yanıldıklarımızdan bizleri sorumlu tutma! Bir kimse, hacca gitmek istiyor. Sevinerek yola çıkıyor. Yolda, Kâbeye benzer bir ev görüyor. Yalnız şekli benziyor ise de, onu Kâbe sanıyor. Orada kalıyor. Bir başkası, hacca gitmiş olanlardan duyarak Kâbeyi öğreniyor. Onu seviyor. Hacca gitmek istiyor. Fakat yola çıkmamış, bir adım atmamıştır. Bununla berâber, başka birşeye Kâbe dememiş, yalnız Kâbeye, doğru olarak inanmıştır. Bu kimse, yanılmış olan birincisinden daha iyidir. Evet, Kâbeye varmamış, fakat başka bir binâyı da Kâbe sanmamış olan üçüncü bir hac yolcusu, doğru inanan, fakat yola çıkmamış olandan elbette daha iyidir. Çünki bu, hem inanmakta, hem de, kavuşmak için yolculuk yapmaktadır. Bunun daha üstün olduğu meydandadır.
Bunlardan birçoğu da, kendilerini ermiş sanarak ve kavuştuklarını hayâl ederek, şeyhlik yapmakta, herkese yol göstermeğe kalkışmaktadırlar. Kendileri bozuk oldukları için, yaradılışı yüksek, bu yola uygun olan çoklarını da bozmaktadırlar. Sohbetleri, kalbleri kararttığı için, tâliblerin isteklerini, çalışmalarını yok etmektedirler. Kendileri sapıttıkları gibi, başkalarını da, doğru yoldan saptırmışlardır. Kendileri yıkıldıkları gibi, başkalarını da yıkmışlardır.
Kemâle geldiğini, kavuştuğunu sanmak, sülûk yapmamış meczûblarda, cezb edilmiyen sâliklerden daha çok olmaktadır. Çünki, mübtedîdeki ve müntehîdeki cezbeler, görünüşte ortaktır. Aşk ve muhabbetleri, görünüşte eşiddir. İşin içyüzü böyle değildir. Hâlleri başkadır: Fârisî mısra' tercemesi:
Toprak başkadır, temiz âlem başkadır.
Başlangıcda bulunan herşey bozuktur. Nefsin istekleri karışıktır. Sonda, Hak ile olduğu için, herşey Hak içindir. Bunu biraz sonra, inşâallahü teâlâ açıklıyacağız. Görünüşteki bu benzerlik ve bağlılık, yanlış hayâllere yol açmıştır. Ebû Bekr-i Sıddîktan gelen yolda cezbe sülûkten önce olduğu için, bu yolda, sülûk nîmetine kavuşmamış olan meczûblarda, böyle hayâller ve bu gibi vehmler çok olur. Bunlardan birçoğuna, cezbe makamında, çeşidli hâller hâsıl olur. Bir hâlden, başka bir hâle dönerler. Bunları, sülûk konaklarında ilerlemek ve (Seyr-i ilallah) yolculuğu sanırlar. Bu değişmeleri görünce, kendilerini (Meczûb-i sâlik) bilirler.
Bunun için, kısa aklımla düşündüm ki, cezbe ve sülûkün ne olduklarını, bu iki makam arasındaki ayrılıkları, herbirinin, kendisini diğerinden ayırmaya yarayan hâssalarını ve mübtedî ile müntehînin cezbleri arasındaki farkları ve tekmîl ve irşâd makamlarının ne olduğunu ve bu makama bağlı olan bilgileri yazayım. Böylece, doğruyu açığa çıkarayım. Yanlış olanların bozukluğunu göstereyim. Suçlular, beğenmeseler de, bu hizmeti yapmaya, Allahü teâlânın yardımı ile başladım. Doğru yolu gösteren ancak Odur. O, çok iyi bir sahip ve çok iyi vekîldir.
Bu mektûbda, iki maksadla bir hâtime vardır:
Birinci maksadda, cezbe makamındaki marifetler bildirilmektedir.
İkinci maksadda, sülûk bilgileri vardır.
Hâtimede, tâliblere çok lüzûmlu ve faydalı olan çeşidli bilgiler vardır.
BİRİNCİ MAKSAD: Sülûkü bitirmemiş olan meczûblar, çok çekilseler de ve hangi yoldan çekilseler de, (Erbâb-i kulûb)dandırlar. Sülûk yapmadan ve (Tezkiye-i nefs) olmadan, kalb makamından ileri geçilemez. Kalbin sahibine varılamaz. Onların çekilmeleri, kalbe olan çekilmedir. Onların sevgileri kendilerinden değildir, dışardandır. Kendileri içindir. Sevilen için değildir. Çünki bu makamda, nefs ruh ile birleşmiştir. Zulmet, nûr ile bir aradadır. Kalb makamından kurtulmak ve kalbin sahibine kavuşmak ve ruhun aranılana çekilmesi, ruh nefsden kurtulup aranılana dönmedikce ve nefs ruhdan ayrılarak kulluk makamına inmedikce, olamaz. Bu ikisi, bir arada kaldıkca, (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye) sağlamdır ve ayaktadır. Yalnız ruhun çekilmesi düşünülemez. Ruhun nefsden kurtulması ancak, sülûk konaklarını geçdikten ve Seyr-i ilallah yolculuğunu bitirdikten ve Seyr-i fillah başladıktan ve belki de, (Seyr-i anillah-i billah) yolculuğundaki (Fark-ı ba'delcem') makamına kavuştuktan sonra hâsıl olabilir. Fârisî beyt tercemesi:
Her dilenci, olur mu bir kahraman?
nerede sivri sinek, nerede Süleymân?
Müntehî ile mübtedînin cezbleri arasındaki fark anlaşılmış oldu. Erbâb-i kulûb meczûblarının şühûdları, kesret yâni mahlûklar perdesi arkasında olur. Anlasalar da, anlamasalar da böyledir. Bu kesrette gördükleri de, yalnız Âlem-i ervâhdır. Ruhların âlemi, letâfet, ihâta ve sereyân bakımlarından, görünüşte, kendini yaratana benzer. (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yarattı) hadis-i şerifi, böyle olduğunu bildirmektedir. Bunun için, ruhun şühûdünü, Hakkın şühûdü sanırlar. İhâta, sereyân, kurb ve mâıyyet de böyledir. Çünki sâlik, bulunduğu makamın bir üstünü görebilir. Daha üst makamları göremez. Bunların bulunduğu makamın üstü, (Ruh makamı)dır. Bunun için, ruh makamından yukarısını göremezler. Ruhun şühûdünden başka, şühûdleri olmaz. Ruhun üstünü görebilmek için, ruh makamına kavuşmak lâzımdır. Muhabbet ve çekilmek de, şühûd gibidir. Hak teâlânın şühûdü için, belki Ona muhabbet ve çekilmek için, Seyr-i ilallahın sonundaki Fenânın hâsıl olması lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:
Bir kimsede hâsıl olmazsa Fenâ,
Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!
Başka söz bulunamadığı için şühûd diyoruz. Yoksa, bu büyüklerin işi, başkalarının dedikleri şühûdün çok ilerisindedir. Bunların aradıkları, anlaşılamıyan bir varlık olduğu gibi, Ona kavuşmaları da, anlaşılamıyan bir kavuşmaktır. Maddeli, ölçülü olan, Ona yol bulamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşıyabilir. Fârisî beyt tercemesi:
Anlaşılmaz, ölçülmez bağlantılar,
Hak ile ruhumuz arasında var!
Sülûk sahiplerinden hakîkate varmış olanlara göre, Hak teâlânın ihâta, sereyân, kurb ve mâıyyeti ilim yolu ile anlaşılmaktadır. Doğru yolun âlimleri de böyle söylemişlerdir. Allahü teâlâ, bu âlimlerin çalışmalarına bolbol mükâfât versin! O büyüklere göre, Allahü teâlânın kendisi bu âleme yakındır, sereyân etmiştir sanmak, birşeye kavuşmamış olmağı, uzakta kalmış olmağı gösterir. Yaklaşmış olanlar, Allahü teâlâ yakındır demezler. Büyüklerden biri buyurdu ki, (Yakın olduğunu söyliyen, uzaktadır. Uzaktayım diyen yakındır. Tesavvuf da budur). (Tevhîd-i vücûd) bilgileri, kalbin çekilmesinden ve muhabbetten hâsıl olmaktadır. Cezb edilmiyen, sülûk yolunda ilerliyen (Erbâb-i kulûb) bu bilgilere yakalanmaz. Sülûk ile kalbden büsbütün ayrılıp, kalbin sahibine dönmüş olan meczûblar da, bu bilgilerden uzaklaşırlar. Tevbe ederler. Meczûblardan birçoğu, sülûk yoluna girdikleri ve bu yolun konaklarında ilerledikleri hâlde, eski makamlarını unutmazlar. Yukarı makamlara bakmazlar. Tevhîd bilgileri, bunları bırakmaz. Bu tehlikeden kurtulamazlar. Bunun için, yakınlık konaklarına ve mukaddes makamlara yükselmezler. Yâ Rabbî! Bu zâlimlerin şehrinden bizi çıkar. Senden bize bir sahip gönder. Senden bize bir yardımcı ihsân eyle!
Aranılana kavuşmak, bu bilgilerden kurtulmakla belli olur. Çünki, hiçbirşeye benzemiyene yaklaştıkça âlem, yaratandan o kadar uzak bulunur. Bu zaman âlemi yaratandan başka bilmemek ve yaratanı, âlemi çevirmiş sanmak gibi şeyler olmaz. Arabî mısra' tercemesi:
Toprağa düşen nerede?
Herşeyin sahibine olan nerede?
MARİFET 1: Hâce Nakşibend hazretleri, (Nihâyeti, başlangıcda yerleştirdik) buyurdu. Bu söz, müntehîlerde olan cezb ve muhabbet, bu yolda, başlangıcda olanlara olan cezb ve muhabbette yerleştirilmiştir demektir. Çünki müntehînin çekilmesi, ruhun çekilmesidir. Mübtedînin cezbi ise, kalbin çekilmesidir. Kalb, ruh ile nefs arasında geçid gibi olduğundan, kalb çekilirken, ruh da cezb olunmaktadır. Başlangıcda bu yerleşmenin, yalnız bu tarîkte olması, büyüklerin bu yolu, bunun hâsıl olması için, koymuş olduklarındandır. Bu yolu, buna kavuşmak için, kurdukları içindir. Yoksa, bütün cezblerde de, bu yerleşmek vardır. Fakat, başka tarîkatlerde, rastgele hâsıl olabilmektedir. Buna kavuşmaları için, belli bir yolları yoktur. Bundan başka, bu büyüklerin yolundaki cezbe makamı çok şânlıdır. Başkaları böyle değildir. Olsa da, çok azdır. Bunun için, bunların bir çoğuna, bu makamda, sülûk konaklarını aşmamış olsalar bile, sülûk edenlerin karıştıkları Fenâ ve Bekâya benzeyen Fenâ ve Bekâ hâsıl olur. (Tekmîl), yâni başkalarını yetiştirebilmek makamından birşeylere kavuşurlar ki, (Seyr-i anillah-i billah) yolculuğu makamına benzemektedir. Böylece uygun yaradılışlı olanları yetiştirebilirler. Aşağıda, bunu daha açıklıyacağız. İnşâallahü teâlâ.
Burada bir incelik vardır: Şöyle ki, ruh bu bedene gelmeden önce, mukaddes âlemi biraz biliyordu. Bedene gelince, bu bilgisi kalmadı. Bu yolun büyükleri, ruha eski bilgisini hâtırlatacak bir yol buldular. Fakat ruh, bedene bağlı kaldıkca, o mukaddes makama dönen kalb oluyor. Kalbin dönmesi, nefsin ve ruhun da dönmeleri demektir. Ruhun maksada dönmesi, kalbin dönmesinde yerleştirilmiştir. Müntehîlerde, ruh Fenâ bulduktan ve hakkânî vücûdle Bekâ bulduktan sonra, ruh maksada dönmektedir. Ruhun o Bekâsına (Bekâ-billah) denir. Kalbin teveccühü içinde bulunan, ruhun teveccühü ve belki ruhun bedene gelmeden önceki teveccühü, ruhun varlığı ile birlikte olan teveccühüdür. Ruh daha fânî olmamıştır. Ruhun varlığı ile olan teveccühü ile, ruhun Fenâsı ile olan teveccühü başka başkadır. Kalbin teveccühü içinde olan ruhun teveccühüne nihâyet denilmesi, nihâyette yalnız ruhun teveccühü kaldığı içindir. Nihâyetin, bidâyette yerleştirilmesi demek, nihâyetin görüntüsünün bidâyette yerleştirilmesidir. Kendisinin yerleştirilmesi demek değildir. O bidâyette yerleştirilemez. Görüntünün yerleştirildiğini açıkça söylememeleri, belki, bu (Tarîka-i aliyye) talebesini çalıştırmak için olabilir. İşin doğrusu, Allahü teâlânın yardımı ile, bizim bildirdiğimizdir. Sâbıkların çekilmeleri, çalışmakla, uğraşmakla değildir. Rehberin teveccühü ve huzuru iledir. Onlarınki de, kalbin çekilmesidir. Ruhun bedene gelmeden önce olan teveccühünden de, biraz kalmıştır. Ruhun bedene gelmeden önceki teveccühünün meydana çıkması için uğraşmak, bedene gelince, teveccühü unutanlar için lâzımdır. Çalışmaları, sanki önceki teveccühü hâtırlatmak içindir. O kaçırılmış olan nîmeti bulmak içindir. Eski teveccühü unutanlar, adı geçen sâbıklardan daha latîf yaradılışlıdırlar. Çünki eski teveccühün hepsini unutmak, teveccühün tâm olduğunu ve onda yok olmuş olduğunu gösterir. Teveccühü unutmamak, böyle değildir. Böyle olmakla berâber, sâbıkların teveccühleri, bütün varlıklarına yayılmış, işlemiştir. Bedenleri de, ruhları gibi olmuştur. Sevilmiş ve seçilmiş olanlar da böyledir. Fakat, sevilmişlerdeki yayılış ile sâbıklardaki yayılış, başkadır. Birşeyin kendisi ile görüntüsünün başka olmaları gibidir. Buna kavuşanlar, böyle olduğunu iyi bilirler. Evet, kavuşan muhiblerde ve olgunlaşan mürîdlerde de bu yayılış vardır. Fakat, şimşek gibi gelip geçicidir, sürekli değildir. Devamlı yayılma, ancak sevilmiş olanlar içindir.
MARİFET 2: Erbâb-ı kulûb meczûbları, kalb makamında yerleşince ve o makamın marifetine ve şü'ûruna kavuşunca, tâliblere faydalı olabilirler. Bunların yanında bulunanlarda, kalbin çekilmesi ve muhabbeti hâsıl olabilir. Fakat kendileri, kemâle yetişmiş olmadıkları için, yanında bulunanlar da olgunlaşamazlar. (Nâkısdan kâmil gelmez) demişlerdir. Bunlar, yanındakileri kavuşturamaz iseler de, sülûk erbâbından daha faydalı olurlar. Çünki, sülûkün sonuna varsalar ve müntehîlerin cezbine kavuşsalar da, (Seyr-i anillah-i billah) ile, kalb makamına indirilmemişlerdir. Bu âleme döndürülmemiş olan müntehî, başkalarını yetiştirmek, onlara fayda vermek makamına mâlik olmaz. Onun âleme teveccühü, bağlılığı kalmamıştır ki, fayda verebilsin. Kendisine uyulan kimse, bir geçiddir. Çünki, geçid makamı olan, kalb makamına inmiştir. Ruhdan ve nefsden faydalanmaktadır. Ruh yolu ile, yukarıdan istifâde etmekte, nefs yolu ile aşağıya fayda vermektedir. Onun Allahü teâlâya teveccühü ile insanlara teveccühü bir aradadır. İkisinden biri, ikincisine perde olmaz. İfâdeyi ve istifâdeyi birlikte yapmaktadır. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı şeyhin bir geçid olmasına, Hak ile halk arasında aracı olmasıdır diyorlar. Teşbîhi ve tenzîhi kendinde toplamıştır diyorlar. İyi bilmelidir ki, geçid olmağı böyle anlamak sekrden ileri gelmektedir. Rehberlik ise, sahv hâlidir. Şü'ûrlu olmaktır. Öyle sözler, bu makamına yakışmaz. Çünki bu makamda, onların nefsleri, ruhun her tarafı kaplayan nûrları içindedir. Nûrların içinde bulunması, sekre sebeb olmuştur. Kalbin geçid olması makamında ise, nefs ve ruh birbirinden ayrılmıştır. Bundan dolayı, burada sekr olamaz. Burada, davet makamına uygun olan sahv vardır.
Olgun olan zatı kalb makamına indirdikleri zaman, geçid gibi olduğu için, âlemle bağlılık hâsıl eder. Yaradılışı uygun olanları yetiştirir. Hâlleri değişmiyen meczûbun da, kalb makamında bulunduğu zaman, âlemle bağlılığı vardır. Tâliblere teveccüh eder. Kalbin çekilmesi ve muhabbeti olsa bile, çekilmeğe ve muhabbete kavuşmuştur. Bundan dolayı, tâliblere faydalı olur. Şunu da bildirelim ki, hâli değişmeyen meczûbun verdiği fayda miktarı, geri dönmüş müntehînin yaptığı faydadan daha çoktur. Müntehînin Faydası ise, meczûbun faydasından daha kıymetlidir. Çünki geri dönmüş müntehînin âlem ile bağlılığı var ise de, bu bağlılık, görünüştedir. Doğrusuna bakılırsa, âlemden ayrıdır. Asla doğrudur. Onunla bâkîdir. Meczûb ise, âleme sıkı bağlıdır. Âlemin bir parçasıdır. Âlemin bâkî olduğu bekâ ile bâkîdir. İşte bunun için, tâlibler, meczûba tâm yakındırlar. Bunun için, ondan daha çok fayda hâsıl ederler. Geri dönen müntehîden ise, daha az istifâde ederler. Fakat vilâyet kemâllerinin mertebelerine yükselmek, ancak müntehînin yardımı ile olur. Bundan dolayı, müntehîden istifâde etmek daha kıymetlidir. Bundan başka, müntehînin hakîkatte himmeti ve teveccühü yoktur. Meczûbun ise, himmet ve teveccühü vardır. Himmet ve teveccüh ile tâlibi ilerletir ise de, kemâle ulaştıramaz. Şunu da bildirelim ki, tâliblerin meczûblardan edinecekleri teveccühün sonu, ruhun unutmuş olduğu eski teveccühüdür. Bunların sohbetinde, ruh eski teveccühünü hâtırlar. Kalbin teveccühünde, eski teveccüh de birlikte hâsıl olur. Müntehîlerin sohbetinde hâsıl olan teveccüh böyle değildir. Eskiden bulunmıyan yeni bir teveccühdür. Ruhun fenâsından belki de (Hakkânî vücûd) ile Bekâsından sonra hâsıl olan bir teveccühdür. Bundan dolayı, birinci teveccüh kolay hâsıl olur. İkinci teveccüh güc hâsıl olur. Kolay olan, çok olur. Güç olan, daha az olur. Bunun için, demişlerdir ki, cezbe hâsıl etmek için şeyhin Faydası olmaz. Çünki, o bağlılık önceden var idi. Ruh bedene gelince unutuldu. Hâtırlatmak, uyandırmak lâzım oldu. Bunu hâtırlatan zata, (Öğretici) denir. (Yetiştirici) denmez. Sülûk konaklarında ilerletmek için yetiştirici şeyh lâzımdır. Onun yetiştirmesi lâzımdır. Yetiştiricilerin, hâli değişmiyen böyle meczûblara, tâlibleri yetiştirmek için izn vermesi uygun değildir. Bunları kemâle erdirmek, yetiştirmek için bırakması doğru olmaz. Çünki, tâlibler arasında yüksek yaradılışlı olanlar vardır. Olgunlaşacak ve başkalarını da yetiştirebilecek yükseklikte yaradılmışlardır. Bunlar, böyle bir meczûbun eline düşerse, yaradılışlarındaki olgunlaşma kuvvetleri yok olabilir. Yükselmez olurlar. Buğday yetiştirmeğe elverişli bir toprağa, iyi buğdayın sağlam tohumu ekilirse, toprağın kuvvetine göre iyi buğday elde edilir. Kötü buğday tohumu veya nohud ekilirse, iyi buğday vermek şöyle dursun, toprağın yetiştirme kuvveti bozulur. Eğer bir meczûba izn vermekte fayda görür ve onun tâliblere faydalı olacağını anlarsa, onun tâlibleri yetiştirmesini birkaç şarta bağlar. Bunlardan biri, tâlib onun yetiştirme yoluna uygun olmalıdır. Onun yanında tâlibin yaradılışındaki kuvvet bozulmamalıdır. Kendi nefsi de, bu başkanlıktan dolayı taşkınlık yapmamalıdır. Çünki nefsi tezkiye bulmamış, kötü isteklerden vazgeçmemiştir. Bundan başka, tâlibin kendisinden herşeyi aldığını ve daha da alacak kuvvette olduğunu anlarsa, bunu ona bildirmeli, başka Rehbere giderek onun yanında işini bitirmesini söylemelidir. Kendini müntehî olarak tanıtmamalı, başkalarını aldatarak, herkesin yolunu kesmemelidir. İşte, meczûbun hâline ve zamana göre, bu şartlardan uygun olanı bildirmeli, bunları gözetmesini sıkıca söyliyerek izn vermelidir. Geri dönmüş olan müntehînin tâlibleri yetiştirmesi için, böyle şartlar lâzım değildir. Çünki o, Hakka teveccüh ile halka teveccühü kendisinde toplamış olduğundan, her tarîka ve her yaradılıştaki tâlibe uygundur. Herkes, yaradılışındaki kuvvet kadar ve ona bağlılığı kadar, ondan istifâde edebilir. Her ne kadar, şeyhlerin sohbetinde, onlara bağlılığın az veya çok olmasından dolayı, çabuk ve yavaş ilerlemek ayrılıkları olabilir. Fakat hepsinin yetiştirme kuvvetleri birdir. Tâlibleri yetiştirirken, hâsıl olacak şöhretin Allahü teâlânın bir hîlesi, aldatması olmasından korkması, bunun için Hak teâlâya sığınması ve Onun merhametine sarılması lâzımdır. Çünki, bu işte ve bütün işlerinde ve bütün zamanlarında Hak teâlâya sığınması, ona ihsân edilmiştir. Hiçbir vakt, hiçbir işinde ondan ayrılmaz. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir.
İKİNCİ MAKSAD: Burada sülûk anlatılacaktır.
Bir tâlib, sülûk yolu ile yükselmek istediği zaman, kendi rabbi, yetiştiricisi olan isme varır ve bu ismde fânî, yok olursa, (Fenâ makamı)na kavuşmuş olur. Bu ism ile bekâ bulduktan sonra, (Bekâ makamı)na kavuşmuş olur. Bu Fenâ ve Bekâ ile, vilâyetin birinci mertebesine yükselmekle şereflenmiş olur. Bu sözümüzü açıklamak ve incelemek lâzımdır.
AÇIKLAMA: Allahü teâlâdan gelen feyz iki dürlüdür: Birincisi, var etmek, varlıkta durdurmak, yaratmak, rızk vermek, hayat vermek, öldürmek gibi nîmetlerdir.
İkincisi, îman, marifet ve vilâyet ile Peygamberlik mertebelerinin başka başka kemâlleridir. Birinci feyzler, ihsânlar, Allahü teâlânın sıfatlarından gelir. İkinci feyzlerin bir çoğu, yine sıfatlardan ve başka bir çoğu da, şü'ûnlardan gelir. Sıfatlar ile şü'ûnlar arasında çok ince ayrılık vardır. Bu başkalıklar, ancak Muhammed aleyhisselâmın vilâyetine kavuşanlardan pekaz kimselere bildirilir. Bunları bildiren hiç kimse yoktur. Kısaca söyleriz ki: Sıfatlar, Allahü teâlânın zatından ayrı olarak dışarda vardır. Şü'ûnlar ise, Zat-i ilâhîde var denilen şeylerdir. Meselâ, su öyle yaratılmıştır ki, yukardan aşağı düşer. Onun bu düşmesi, kendisinde, hayat, ilim, kudret ve irâde varlığını düşündürür. Çünki ilim sahipleri, ağır oldukları için ve bildikleri için yukardan aşağı inerler. Yukarıya bakmazlar. İlim ise, diri olanda bulunur. İrâde, ilme bağlı olur. Kudretin de var olması lâzım gelir. Çünki irâde, gücü yeten iki şeyden birini seçmektir. Suda bunları düşünmek, şü'ûnlara benzer. Bu şü'ûnlar var iken, suyun başka sıfatları da olabilir. Bu sıfatlar, sudan ayrı olarak var olur. Yukarıdaki düşüncelerle, yâni şü'ûnlarla, su diridir, âlimdir, kâdirdir ve dileyicidir denilemez. Bunları söyleyebilmek için, ayrıca sıfatların bulunması lâzımdır. Âlimlerden birkaçı, su için bu ismleri söylemişler ise de, sözleri, şü'ûn ile sıfatları birbirlerinden ayıramadıkları için olmuştur. Sıfatların yokluğunu söyliyenler de, bu ikisini ayıramıyanlardır. Sıfatlar ile şü'ûnlar arasında ikinci bir ayrılık daha vardır: Şü'ûnların bulunduğu makam, dalgalanan şanlı bir makamdır. Sıfatların makamı böyle değildir. Muhammed Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem” ve Onun gölgesinde bulunan Evliyâsına, ikinci feyz, şü'ûnlardan gelir. Başka Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve berekâtühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i etbâ'ihim” ve onların gölgesinde bulunan Evliyâya bu feyz, hattâ birinci feyz de sıfatlardan gelir.
Resûlullahın rabbi olan ve ikinci feyzin gelmesine vâsıta olan ism, ilmin şânının zıllidir. İlim şânı, toplu olan ve birbirinden ayrılmış olan bütün şü'ûnları kendinde toplamaktadır. İlim şânının bu görüntüsüne (Kâbiliyyet-i zat) denir. İlim şânı ve bunun kendinde toplamış olduğu bütün şü'ûnlar, Zat-i teâlânın kâbiliyyetidir. Bu kâbiliyyet, Zat-i teâlâ ile ilim şânı arasında bir geçid ise de, bunun Zat-i teâlâ tarafı anlaşılamaz olduğundan, bu geçid yalnız ilim şânına karşı olan tarafı ile anlaşılabilmektedir. Bunun için, bu kâbiliyyete ilim şânının zılli denilmiştir. Bir şeyin zılli, o şeyin ikinci bir mertebede görüntüsüdür. Onun kendisi değildir, benzeridir. Bu kâbiliyyetin hâsıl olması, iki tarafının hâsıl olması demektir. Bundan dolayı, bu geçid, mükâşefede, ilim şânının altında görünmektedir. Bu şândan sonra ve onun altında göründüğü için, onun zılli demek uygun olmuştur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme ve bâreke” gölgesinde bulunan Evliyânın rableri olan, onlara ikinci feyzin gelmesinde geçid olan ismler, bu kâbiliyyetin zılleridir. Bu toplu olan kâbiliyyetin açılmış, dağılmış parçalarıdır. Başka Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ ve teslîmatühü alâ nebiyyina ve aleyhim” rableri ve hem birinci, hem ikinci feyzlerin gelmesine geçid olan, ayrıca dışarda bulunan sekiz sıfatın Zat-i teâlâdaki kâbiliyyetidir. O Peygamberlerin görüntüsü altında bulunan Evliyânın rableri, hem birinci ve hem ikinci feyzin gelmesinde geçid olan bu sekiz sıfattır. Resûlullaha birinci feyzin gelmesinde geçid olan, Allahü teâlânın sıfatlarının, Zat-i teâlâdaki kâbiliyyetidir. Sanki, başka Peygamberlere “salevâtüllahi ve berekâtühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim” feyzlerin gelmesinde geçid gibi olan kâbiliyyetler, bu toplu olan kâbiliyyetin zılleri, açılıp yayılmış şeklidir. Resûlullahın görüntüsü üzerinde bulunan Evliyâya birinci feyzin gelmesinde geçid gibi olanlar da başkadır. Çünki bunlar, sıfattırlar. Görülüyor ki, Muhammedî olan Evliyâya birinci feyzin gelmesindeki geçidler, ikinci feyzin gelmesindeki geçidlerden başkadır. Başka Evliyâda ise, bu geçidler başka değildir. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, (Muhammed aleyhisselâmın rabbi, yâni feyz gelmesinde geçid olan, sıfatların zattaki kâbiliyyetidir) dediler. Bu sözleri, şü'ûn ile sıfatları birbirinden ayıramadıklarını göstermektedir. Hattâ şü'ûn makamını bilmediklerini göstermektedir. Doğruyu meydana çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren Odur. Resûlullahın rabbi, yâni her iki feyzin de gelmesine geçid olan, hem şü'ûn makamındaki ve hem sıfatların makamındaki rabbi, bütün rablerin rabbidir. Yâni ana geçid, ana yol olduğu iyi anlaşıldı. Bundan başka, Resûlullahın vilâyetinin kemâlleri mertebelerine feyz, doğrudan doğruya geçid olmaksızın, Zat-i ilâhîden gelmekte olduğu da anlaşılmış oldu. Çünki şü'ûnlar, zattan başka değildirler. Zattan başkalıkları, yalnız akıl iledir. Bundan dolayı, (Tecellî-i zatî), yalnız Resûlullah için oldu. Onun izinde gidenlerin büyükleri, Onun yolundan feyz aldıkları için, bunlar da, o makamdan birşeye kavuşmuşlardır. Başkalarının feyz almalarına, sıfatlar geçid olmaktadır. Sıfatlar, ayrı bir varlıkta dışarda mevcut oldukları için, arada sağlam perdedirler. Bunlar (Tecellî-i sıfâtî)ye kavuşurlar. Sıfatların Zattaki kâbiliyyeti, akıl ile, düşünce ile vardır. Dışarda varlığı yoktur. Sıfatlar, dışarda vardırlar. Bunların kâbiliyyetleri ise, dışarda yoktur. Fakat kâbiliyyetler, Zat ile sıfatlar arasında geçid gibidirler. Belki de şü'ûnlarla sıfatlar arasındadırlar. Geçidin iki ucu, iki tarafındakine benzer. Bunun için, kâbiliyyetler de, sıfatlar gibi olarak, perdelik yapmışlardır. Fârisî beyt tercemesi:
Dostun ayrılığı, az olsa da, az değildir.
Gözde yarım kıl olsa, çok görünür.
Yukardaki bildirilenlerden anlaşıldı ki, Zat-i teâlânın perdesiz olarak görünmesi, (Tecellî-i şühûdî)de olabilir. Fakat (Tecellî-i vücûdî)de olamaz. Bunun için, Resûlullaha, vilâyet kemâllerinin feyzinin gelmesinde hiçbirşey perde olmamaktadır. Vücûdün feyzinin gelmesinde ise, sıfatların Zattaki kâbiliyyetleri perde olmaktadır. Bu, yukarda bildirildi.
Süâl: Şü'ûn ve bunların kâbiliyyetleri, akıl ile düşünülür şeyler olunca, zihnde var olurlar. İlim, bunlara perde olur. Bununla berâber, sıfatların perdeleri dışarda, şü'ûnun perdeleri ilimde olmaz mı?
Cevâb: Zihnde var olan şey, dışarda var olan iki şey arasında perde olamaz. Dışarda var olan şeye, yine dışarda var olan şey perde olur. Zihnde var olan şey, perde olsa bile, bazı marifetler hâsıl olunca, bu perde aradan kalkar. Dışarda var olan perde ise, aradan hiç kalkmaz.
Yukardaki bilgilerden anlaşılıyor ki, Muhammedî olan kimsenin (Seyr-i ilallah) denilen yolculuğunun sonu, onun rabbi olan isme kadardır. Bu ism de, şânın zıllidir. Bu ismde fenâ bulduktan sonra (Fenâ-fillah) makamına kavuşmakla şereflenir. Eğer bu ismde bâkî olursa (Bekâ-billah) makamına kavuşur. Bu Fenâya ve Bekâya kavuşmakla (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) “alâ sahibihessalâtü vesselâmü vettehıyye” vilâyetinin birinci mertebesine ayak basmış olur. Muhammedî olmıyan bir Velî, rabbi olan sıfata ve o sıfatın kâbiliyyetine yetişir. Eğer kavuşmuş olduğu bu ismde, yâni sıfatta ve kâbiliyyette fânî oldu ise, ona (Fânî-fillah) denilemez. Bunun gibi, bu ismde bekâ bulunca da, (Bâkî-billah) değildir. Çünki (Allah) ismi bütün şü'ûnları ve sıfatları bulunan bir mertebenin ismidir. Şü'ûnun Zattan başka olması, akıl ile olduğundan, şü'ûn Zattan ve birbirlerinden başka değildir. Bundan dolayı şü'ûnda bir bakımdan Fenâ bulmak, her bakımdan Fenâ bulmak olur. Belki de, Zat-i teâlâda Fenâ bulmak olur. Bunun gibi, şü'ûnda bir bakımdan Bekâ bulmak, her bakımdan Bekâ bulmak olur. Bundan dolayı, böyle olunca (Fânî-fillah) ve (Bâkî-billah) demek doğru olur. Hâlbuki sıfatlarda böyle değildir. Çünki sıfatlar, Zattan ayrı olarak dışarda vardır. Bunlar, Zat-i teâlâdan ve birbirlerinden başkadırlar. Bir sıfatta Fenâ bulmakla, her sıfatta Fenâ bulmuş olmaz. Sıfatlarda Bekâ bulmak da böyledir. Bunun için, böyle fânî olana, Fânî-fillah denilemez. Belki, yalnız fânî ve yalnız bâkî denilebilir. Yâhud, sıfatın ismi söylenerek denilir. İlm sıfatında fânî veya bu sıfatla bâkî gibi denilir. Bundan anlaşılıyor ki, Muhammedî olan Evliyânın Fenâsı tâmdır. Bekâsı da kâmildir.
Muhammedî olan Velî, şü'ûna doğru yükselir. Şü'ûnun bu âlemle hiç ilgisi yoktur. Çünki âlem, sıfatların zıllidir. Şü'ûnun görüntüsü değildir. Bundan dolayı sâlikin şânda Fenâsı, onun tâm Fenâsı olur. Öyle olur ki, sâlikin varlığı ve eseri, izi hiç kalmaz. Bekâsında da, bütün varlığı, o şân ile bâkî olur. Sıfatta fânî olan böyle değildir. Kendisi ve eseri büsbütün yok olmaz. Çünki, sâlikin varlığı o sıfattandır ve o sıfatın zıllidir. Aslın görünmesi, kendi zıllini büsbütün yok etmez. Hâsıl olan Bekâ da, Fenâsı kadardır. Bundan dolayı, Muhammedî olan Velî insanlık sıfatlarına geri dönmez. Koğulmak korkusundan mahfûzdur. Çünki, kendisinden büsbütün geçmiştir. Hak teâlâ ile bâkî olmuştur. Bu makamdan geri dönmek olamaz. Sıfatlarda Fenâ bulmak, böyle değildir. Çünki bu Fenâda, sâlikin varlığının eseri izi yok olmadığı için geri dönebilir. Vâsıl olan Velînin insanlık sıfatlarına dönmesi câiz olur diyen ve olmaz diyen âlimler vardır. Böyle başka söylemeleri, yukarda bildirdiğimiz ayrılıktan ileri gelebilir. Bu sözün doğrusu, Muhammedî olan, geri dönmekten korunmuştur. Başkaları için bu korku vardır. Sâlik fenâya kavuştuktan sonra, varlığının eseri de yok olur denildiği gibi, yalnız varlığı yok olur, eseri yok olmaz diyenler de olmuştur. Bu sözün doğrusunu, biraz açıklamak ister. Şöyle ki, Muhammedî olan sâlik fânî olunca, hem kendi, hem de eseri yok olur. Başkalarının ise, eseri yok olmaz. Çünki, sâlikin aslı olan sıfat yok olmamıştır. Bunun zılli de yok olmaz. Burada bir incelik vardır, şöyle ki:
Aynın ve eserin yok olması demek, görünmemeleri demektir. Varlıkları yok olmak değildir. Varlıkların yok olması ilhâda ve zındıklığa yol açar. Tesavvuf büyüklerinden bir çoğu, kendisi yok olur dedi. Eser yok olmaz dediler. Eseri yok bilmek, eserin yok olacağını söylemek, ilhâd ve zındıklık olur dediler. Burada da, sözün doğrusu, Allahü teâlânın bildirmesi ile bizim söylediğimizdir. Ne kadar şaşılır ki, vücûd yok olur dedikleri hâlde, kendisi de yok olur demişlerdir. Çünki, vücûdünün kendisi yok olur demek de, eser yok olur demek gibi, ilhâd ve zındıklık olur. Sözün kısası, kendisinin de ve eserinin de vücûdü yok olamaz. Aynın ve eserin de şühûdleri yok olabilir. Yok olmuştur da. Fakat, yalnız Muhammedî olanlarda yok olmuştur.
Muhammedî olan Evliyâ, kalb makamından büsbütün kurtulmuşlar, kalbin sahibine kavuşmuşlardır. Hâlleri değişmez. Mâsivâya köle olmaktan tâm âzâd olmuşlardır. Başka Evliyâda eserlerin vücûdü bulunduğundan, hâlden hâle dönerler. Kalb makamından dışarı çıkamazlar. Çünki, eserlerin varlığı ve hâllerin değişmesi (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye)den olur. Başka Evliyânın şühûdleri, perde arkasında olur. Çünki, sâlikin varlığı ne kadar çoksa, aranılanın perdeleri de o kadar çok olur. Eser kaldıkca, perde de bu eserdir.
MARİFET 3: Eğer sâlik, bilinen sülûkten başka bir sülûk yolu ile, yüksek mertebelerden bir mertebede, rabbi olan isme yetişirse veya bu isme yetişmiyerek, bu mertebede fânî olursa, buna da, (Fenâ-fillah) demek doğru olur. Bu mertebede (Bekâ) da böyledir. Fenâ-fillahı bu ism için söylemek, bu fenâ, başka fenâların mertebelerinin birinci mertebesi olduğu içindir.
MARİFET 4: Sülûkün çeşidleri vardır. Birçoğunda önce, cezbe yoktur. Birçoğunda ise, önce cezbe vardır. Birçoğunda da, sülûk yolundaki konakları geçerken, cezbe hâsıl olur. Bir başkaları, sülûk konaklarını geçer. Fakat cezbe hâsıl olmaz. Sevilmişlerde, cezbe önce olur. Öteki çeşidleri, sevenler içindir. Muhiblerin, yâni sevenlerin sülûkü, bilinen on makamı geçmektir. Sıra ile, birer birer geçilir. Mahbûbların, yâni sevilmişlerin sülûkünde, on makam, toptan hâsıl olur. Sıra ile, birer birer geçmelerine lüzûm kalmaz. (Vahdet-i vücûd) bilgisi ve buna benzer olan, ihâta, sereyân, Zat-i ilâhînin mâıyyeti gibi şeyler, önce olan veya ortada hâsıl olan cezbelerde olur. Cezbesiz olan sülûkte ve müntehîlerin cezbelerinde, böyle bilgiler hâsıl olmaz. Bunu yukarıda bildirmiştik. Müntehîlerde hâsıl olan (Hakk-ul-yakîn)in de, tevhîd-i vücûdîye bağlı olan bilgilerle bir ilgisi yoktur. Her nerede, tevhîd-i vücûdî sâliklerinin makamlarına uygun olan hakk-ul-yakîn bildirilmiş ise, bu, mübtedî olan veya ortada olan meczûbların hakk-ul-yakînidir.
MARİFET 5: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı buyurdu ki, (Tâlibde cezbe hâsıl olunca, bundan sonra, onun yol göstericisi, artık bu cezbedir. Başka yol gösterici istemez. Bu cezbe ona yetişir). Bu cezbe sözü ile, eğer Seyr-i fillahın cezbesini demek istiyorlarsa, evet öyledir, yetişir. Fakat, yol gösterici demeleri, bu isteklerine uygun olmaz. Çünki, Seyr-i fillahdan sonra, yol kalmamıştır ki, yol gösterici lâzım olsun. Sülûktan önce olan cezbe de olamaz. Sözlerinden de, bunun olmadığı anlaşılmaktadır. Geriye ortadaki cezbeyi dilemiş olmaları kalıyor. Bunun yalnız başına, tâlibi aradığına kavuşturabileceği bilinememektedir. Çünki ortada bulunanlardan çoğu, bu cezbe hâsıl olduğu zaman, yukarıya yükselmekten vazgeçmektedirler. Bu cezbeyi, müntehîlerin cezbesi sanmaktadırlar. Yolda hâsıl olan cezbe, eğer yol göstermek için yetişseydi, bunları yolda bırakmazdı. Evet, başlangıcdaki cezbe, sevilenlerde hâsıl olduğu için, buna yetişir denilirse, yeri vardır. Mahbûbları ihsân çengeli ile çekerler. Bunları yolda bırakmazlar. Fakat, başlangıcda hâsıl olan her cezbenin de yetişeceği söylenemez. Arkasından sülûk gelen cezb, yol göstermek için yetişir. Sülûke kavuşmazsa, kısır bir meczûbdur. Sevilmişlerden değildir.
SON: Tesavvuf büyüklerinden birçoğu, (Tecellî-i zatî) şü'ûrü giderir ve hissi yok eder dediler. Bunlardan birkaçı, kendi hâllerini şöyle anlattı: Tecellî-i zatî hâsıl olunca, uzun zaman hissiz, hareketsiz düşmüşüm. Herkes, beni öldü zannetmiş. Birkaçı da, Tecellî-i zatî üzerinde konuşmağı ve başka şeyleri yasak ettiler. Sözün doğrusu ise, bu Tecellî-i zatî, ismlerden bir ismin perdesi arkasından olmaktadır. Perdenin arada kalması, tecellîye kavuşanın, varlığında kalan eserin çokluğu kadar uzun sürer. Şü'ûrun gitmesi de, kalan bu eserden ileri gelmektedir. Eğer tam fânî olup da, (Bekâ billah) ile şereflenirse, bu tecellî onun şü'ûrunu hiç gidermez. Arabî beyt tercemesi:
Ateş, içine düşen kimseyi yakar,
Ateş olmuş kimse ise, nasıl yanar?
Bir kimse ateşe düşerse yanar, kül olur. Bir kimse, yanıp ateş olmuş ise, ateş artık onu yakamaz.
Perde arkasında olan tecellî, (Tecellî-i zat) değildir. (Tecellî-i sıfât) demektir. Resûlullah için olan Tecellî-i zat, perdesiz olan tecellîdir. Perde bulunması, şü'ûrsuzluk olması ile anlaşılır. Şü'ûrsuzluk, uzaklığı gösterir. Şü'ûr, perdesizliği gösterir. Şü'ûr, tâm olan huzurda olur. Büyüklerden biri, perdesiz olan tecellînin biricik sahibi olan Muhammed aleyhisselâmın hâlini şöyle anlatıyor. Fârisî nazm tercemesi:
Mûsâ , sıfatlardan,
Bir ışık görüp, aklı gitti temâm.
Sen ise Muhammed !
Zâtına bakar ve gülerdin müdâm.
Perdesiz olan bu tecellî-i zatî, sevilmişler için aralıksızdır. Sevenler için ise, şimşek gibi gelip geçicidir. Çünki mahbûbların bedenleri, ruhları gibi olmuştur. Bu benzerlik bütün bedenlerine işlemiştir. Sevenlerde, bedenin bu benzeyişi çok az olur. Hadis-i şerifde, (Allahü teâlâ ile öyle vaktim vardır ki...) buyuruldu. Burada bildirilen vakt, şimşek gibi gelip geçen tecellîler değildir. Çünki O Server, sevilmişlerin şâhıdır. O tecellî, O Server için süreklidir. Belki bu aralıksız tecellîde bulunan şeylerden biri bildirilmiştir ki, bu şey az zaman hâsıl olmaktadır. Tadını tadanlar, bunu iyi anlar.
MARİFET 6: (Allahü teâlâ ile öyle vaktim vardır ki, o zaman hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana ortak olamaz) hadis-i şerifini anlatırken, tesavvuf büyükleri ikiye ayrılmıştır: Birçoğu, burada bildirilen vakt, sürekli, kesiksiz vakttir dedi. Başkaları ise, arasıra olan vakttir dedi. Sözün doğrusu şöyledir ki, sürekli olmakla berâber, bunun arasıra olan yerleri de vardır. Yukarıda buna işaret etmiştik. Bu fakire göre, arasıra olan vakt, namazda olmaktadır. Belki, bunun içindir ki, hadis-i şerifde, (Namaz, gözümün bebeğidir) buyurularak, buna işaret olunmuştur. Başka bir hadis-i şerifde, (Kulun Rabbine en yakîn olduğu zaman, namazdadır) buyuruldu. Alak sûresinin ondokuzuncu [19] âyetinde, (Secde et ve yaklaş!) buyuruldu. Allahü teâlâya yakınlık ne kadar çok olursa, başka şeylerin araya karışması o kadar az olur.
Süâl: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı kendi hâllerinin kuvvetini, sürekli olduğunu bildirmek için, (Namazdaki hâlim, namazdan önceki hâlim gibidir) diyor. Yukarıdaki hadis-i şerif, hattâ âyet-i kerime ise, hâlin sürekli olmadığını bildirmektedir. Bu nasıl olur?
Cevâb: Zamanın sürekli olduğu meydandadır. Söz konusu olan, bu sürekli zaman içinde ayrıca az bulunan zamanların da olup olmamasıdır. Bu az zamanların bulunduğunu anlamıyanlar, buna yok demişlerdir. Bu makama kavuşturulanlar ise, varlığını bildirmişlerdir. Sözün doğrusu şudur ki, Resûlullahın artıklarını toplamakla şereflendirilen bir kimse, namazda gönlünü toparlayıp, namazdaki o ni'metten biraz tadabilir. Fakat namazda Resûlullaha mahsûs olan nîmetim artıklarını toplamakla şereflenenler pekazdır. Allahü teâlâ, sonsuz olan ihsânı ile ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hurmetine bu makama bizleri de kavuştursun!
MARİFET 7: Sıfatların sahiplerinden olan müntehîler, bilgiler ve marifetler bakımından meczûblara yakındırlar. Her ikisinin şühûdleri birbirine benzer. Çünki, ikisi de (Erbâb-i kulûb)dendirler. Bununla berâber, sıfatların sahipleri, bilgilerin ve marifetlerin inceliklerini anlarlar. Meczûblar böyle değildir. Bundan başka, sıfatların erbâbı, sülûk etmekle ve yukarı yükselmekle, yükselmemiş meczûblardan daha çok yaklaşırlar. Lâkin aslın sevgisi meczûbları sarmıştır. Arada perdeler varsa da, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadis-i şerifine göre meczûblar da, asla yakın ve berâber sayılır. Meczûblar, sevgi bakımından, Muhammedî olan Evliyâya benzerler. Çünki, arada perdeler bulunsa bile, meczûblarda da aslın sevgisi vardır.
MARİFET 8: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, (Kutblar Tecellî-i sıfâta, Fertler Tecellî-i zata kavuşur) demişlerdir. Bu sözleri üzerinde biraz düşünmek lâzımdır. Çünki, kutb yaradılışta Muhammedîdir. Muhammedî olanlar, Tecellî-i zata kavuşur. Evet, bu tecellînin de çeşidleri vardır. (Efrâd)ın kavuştuğu kurba, (Aktâb) kavuşamaz. Fakat ikisi de, zatın tecellîsine kavuşur. Bunlar belki kutb demekle, (Kutb-i ebdâl) demek istemişlerdi. Çünki bu kutb, İsrâfîl aleyhisselâmın zılli üzerindedir. Muhammed aleyhisselâmın zılli üzerinde değildir.
MARİFET 9: Hadis-i şerifde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yarattı) buyurdu. Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yoktur. Nasıldır denilemez. Âdemin ruhu, kendi hulâsası, özüdür. Allahü teâlâ, Âdemin ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yarattı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, ruh da mekânsızdır. Ruh da madde değildir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyz, önce ruha gelir. Ruhdan bedene yayılır. Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmektedir. Hadis-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fakat mümin kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Çünki, yer ve gök çok geniş olmakla berâber maddedirler. Mekânlıdırlar. Birşeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bunlarda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, benzeri olanla bir arada bulunmaz. Mümin kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir. Müminin kalbi denildi. Çünki kâmil, olgun müminlerden başkasının kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüştür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmıştır. Onlar gibi olmuştur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmıştır. Anlaşılacak hâle gelmiştir. Anlaşılamıyanı yerleştirmek gücü kalmamıştır. A'râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan daha sapıktır) buyuruldu. Tesavvuf büyükleri arasında kalbinin geniş olduğunu söyliyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır. Çünki, mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fakat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan ruha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki daha da küçüktür. Şunu da söyleriz ki, müminin kalbi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Belki, sonsuz olanla bâkî olmuştur. Arş, içindekilerle birlikte, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri bile kalmaz. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bunu anlatırken, (Hâdis, kadîme yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz) buyurdu. Bu, ruh için dikilmiş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Mekânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rahmân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmaya yakışmıyan, emânet yükünü taşıyamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşır. Ahzâb sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen, (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyuruldu.
İnsan kendine çok zulmetti. Varlığından ve kendi ile birlikte var olanlardan bir iz, bir eser kalmadı. Çok câhil oldu. Çünki, maksadı kavrıyamadı. Aranılandan bilgi edinemedi. O mekânda, anlayamamak, anlamaktır. Bilmediğini söylemek, bilmektir. Allahü teâlâyı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımaktır.
TENBÎH: Yazılar arasında, Allahü teâlânın yerleşmesi veya Onda birşeyin yerleşmesi, Ona yaklaşmak anlaşılan kelimeler bulunursa, başka kelime bulunamadığı için olduğunu anlamalı. Böyle sözleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak anlamalıdır.
MARİFET 10: İnsan, (Âlem-i sagîr)dir. İnsandan başka olan herşey (Âlem-i kebîr)dir. Âlem-i sagîr ve Âlem-i kebîr, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görüntüleridir. Zâtındaki kemâllerin ve şü'ûnün aynalarıdır. Âlemler kapalı bir hazîne idi. Gizli bir defîne idi. Bunları meydana çıkarmak diledi. Toplu iken açmak, yaymak istedi. Aslını göstermek için, özünü belli etmek için, âlemi yarattı. Âlemin, kendi yaratanı ile biricik bağlılığı, Onun mahlûku olmasıdır. Başka hiçbir ilgisi yoktur. Onun büyüklüğünü, yüksekliğini, kemâllerini göstermektedir. Bundan başka bağlılık söylemek, meselâ birleşmek, benzemek, etrâfını kuşatmak, berâber olmak gibi sözler, hep sekrden ve hâllerin kaplamasındandır. Hâlleri doğru olan büyükler , sekrden kurtulmuş, sahve, şü'ûra kavuşmuşlardır. Böyle şeyler söylemezler. Söylemiş iseler, tevbe ve istigfâr ederler. Yolda ilerlerken, bunlardan birçoğuna böyle bilgiler hâsıl olur ise de, nihâyete kavuşunca, bu bilgiler yok olur. İslâmiyyete uygun olan ledünnî bilgiler ihsân olunur. Bunu iyi anlatabilmek için, şöyle benzetebiliriz: Fen sahibi, derin bir âlim, bilgilerini, fenlerini dışarı çıkarmak, anlatmak isterse, harfler ve sesler kullanır. Bu harflerin ve seslerin içinde bilgilerini ortaya döker. Bu harfler ve sesler, bilgileri göstermektedir. Âlimle hiçbir bağlılıkları yoktur. Yalnız, âlim bu harflerin sahibidir. Bunlar da, onun yüksekliğini gösteren işaretlerdir. Harflere ve seslere, âlimin kendisidir, yâhud bilgilerin kendisidir denemez. Harfler ve sesler, bu bilgileri kaplamıştır, berâberdir gibi şeyler de söylenemez. Bilgiler, âlimin kafasında olduğu gibidir. Hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. Evet, harflerle sesler, bunları göstermekte, bunlar da onlar ile gösterilmektedir. Bu kadarcık bağlılık, aslı olmıyan birkaç şey hayâle getirir. Bu şeylerin âlimle ve bilgilerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu harfler ve sesler dışarda vardırlar, âlim ve onun bilgileri dışarda vardır, harfler, sesler ise, vehm ve hayâldir demek yanlıştır. Bunun gibi (Mâ-sivâ) adı da verilen âlem, dışarda vardır. Bu varlık, bir görüntü ve asla bağlı olan bir varlık ise de, dışarda vardır. Âlem vehm ve hayâldir demek yanlıştır. Eski Yunan felsefecilerinden Sofistâî denilen birkaçı böyle söylemiştir. Böyle söyliyenlerin, âlem için bir hakîkat vardır demeleri, âlemi vehm ve hayâl olmaktan kurtarmaz. O zaman, hakîkat var olmuş olur, âlem değil. Çünki, âlemi o hakîkatten başka bilmektedirler.
[Allahü teâlâdan başka herşeye, yâni her mahlûka, (Âlem) veya (Mâsivâ) denir].
TENBÎH: Âlemin ismlere ve sıfatlara ayna olması demek, ismlerin ve sıfatların sûretlerine, görüntülerine ayna olması demektir. Âlem, ismlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünki ism de, ismin sahibi gibi, hiç bir mertebe ile çevrilemez. Sıfat da, sıfatın sahibi gibi hiçbir aynada görülemez. Fârisî beyt tercemesi:
Dar olan şekil ve sûret kabına manâ nasıl sığar?
Dilencinin kulübesinde, sultânın ne işi var?
MARİFET 11: O Serverin izinde gidenlerin büyükleri, Ona uydukları için, Onun için olan Tecellî-i zatîden pay alırlar. Başka Peygamberlere ise Tecellî-i sıfât vardır. Tecellî-i zat, Tecellî-i sıfâttan daha şereflidir. Fakat, şunu da bilmelidir ki, Peygamberlere Tecellî-i sıfâtta, kurb mertebeleri hâsıl olmaktadır. Bu ümmetin büyüklerine, Tecellî-i zattan bir pay düştüğü hâlde, bu mertebeler hâsıl olmaz. Bunun benzeri şöyledir ki, bir kimse, güneşe âşık olarak, güneşe doğru yükselse ve yaklaşsa, güneşle arasında ince bir perdeden başka uzaklık kalmasa, başka birisi de, güneşi çok sevse, fakat ona yaklaşmasa, güneşle arasında hiçbir perde olmasa, birincinin güneşe daha yakın olduğu ve onun üstünlüğünü daha iyi anlıyacağı meydandadır. Daha yakın olan ve marifeti daha çok olan, elbette daha üstündür. Bunun içindir ki, ümmetlerin en hayrlısı olan bu ümmetin Evliyâsından hiçbiri Peygamberleri en üstün ise de, hiçbir Peygamberin derecesine yetişemez. Bu Velîye, kendi Peygamberini en üstün yapan üstünlüklerden, Ona uyduğu için, verilmiş ise de, Peygamberler, her bakımdan üstündürler. Evliyâ, artık toplayıcıdırlar. Sözümüz burada temâm oldu. Bundan dolayı ve bütün nîmetlerinden dolayı, Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve hepsine ve mukarreb meleklere ve Sıddîklara ve şehitlere ve sâlihlere salât ve selâm olsun!
Hakka bırak her işini, esbâba yapış yeter,
Bu sözüm olsun sana, ârif isen, her an rehber.