Bu mektûb, molla Muhammed Hâşime yazılmıştır. Allahü teâlânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine başlangıcda ihsân etmiş olduğu yolu bildirmektedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve Onun temiz olan Âlinin ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun ! Tesavvuf âlimlerinin yolları arasında en kısa, en uygun, en sağlam, en sâlim, en kuvvetli, en doğru, en iyi, en yüksek ve en olgun olanı Ebû Bekr-i Sıddîktan gelen yoldur. Bu yolda bulunanların ruhlarını ve sahiplerinin sırlarını, Allahü teâlâ taktîs eylesin! Bu yolun bütün bu üstünlükleri ve bu yolda yetişenlerin şânlarının üstün olması, sünnet-i seniyyeye yapıştıkları ve bid'atlerden sakındıkları içindir. Eshâb-ı kirâmda olduğu gibi “aleyhimürrıdvan minelmelikilmennân”, bu büyüklerin de, bidâyetlerinde, nihâyetlerinin kazancı yerleştirilmiştir. Yüksek dereceye kavuştuktan sonra, huzurları devamlı olmuştur. Başkalarının huzuru geçicidir.
Kardeşim! Allahü teâlâ, seni doğru yola ulaştırsın! Bu fakir, bu yola özendiğim zaman, Allahü teâlâ, işimi kolaylaştırdı. Vilâyet kaynağı, hakîkatin mütehassısı, nihâyetin başlangıcda yerleştirilmiş olduğu yolun kılavuzu, vilâyet derecelerine kavuşturan caddenin sürücüsü, dînin koruyucusu, şeyhimiz ve imamımız, şeyh Muhammed Bâkî hazretlerine kavuşturdu. Bu yoldaki büyüklerin seçkinlerinden olan bu yüksek zat, Allahü teâlânın ismini zikr etmeği öğretti. Teveccüh buyurdu. Bu fakirde, zikrin tadı tâm hâsıl oldu. Sevincimin çokluğundan ağladım. Birgün sonra, bu büyüklerin kıymet verdikleri ve (Gaybet) dedikleri, şü'ûrsuzluk hâsıl oldu. Kendimden geçince, büyük bir deniz gördüm. Dünyadaki şeklleri, sûretleri, bu deniz içinde gölge gibi gördüm. Şü'ûrsuzluğum çoğaldı. Bir sâ'at, iki sâ'at sürdüğü günler oldu. Bütün geceyi kaplamaya başladı. Olanları, kendilerine arz ettim. (Fenâ)dan biraz hâsıl olmuş buyurdu. Zikr etmeği yasakladı. (Bu huzuru elden kaçırma!) dedi. İki gün sonra, bilinen (Fenâ) hâsıl oldu. Arz eyleyince, (Vazîfeni yap!) buyurdu. Fenânın Fenâsı hâsıl oldu. Arz eyledim. (Bütün âlemi bir birleşmiş topluluk olarak görüyor musun?) buyurdu. (Evet) dedim. (Fenânın Fenâsında, âlemi böyle birleşik görmekle birlikte, şü'ûrsuzluk da hâsıl olur) buyurdu. Hemen o gece, buyurduğu gibi, Fenâ hâsıl oldu. Bunu ve bundan sonra olanı arz eyledim ve Allahü teâlâyı, ilm-i huzurî ile bildiğimi ve kendisinde bulunmıyan sıfatlarla birlikte bildim dedim. Bundan sonra, bütün eşyayı kaplıyan bir nûr göründü. Onu Hak teâlâ sandım. Bu nûr siyah idi. Arz eyledim. (Nûr perdesi arkasında Hak teâlâ görülmüştür. Bu nûrdaki genişlik, ilimdedir. Zat-i teâlâ herşeyle ilgili olduğu için, geniş görünmektedir. Bunu yok etmek lâzımdır) buyurdu. Sonra, bu nûr küçülmeğe başladı. Darlaştı. Nokta gibi oldu. (Noktayı da yok etmek, hayrete gelmek lâzımdır) buyurdu. Öyle yaptım. Hayâl olan nokta da yok oldu. Hayrete daldım. Hak teâlâ, kendini kendi görür gibi göründü. Arz eyledim. (İşte, Nakşibendiyyenin huzuru, bu huzurdur) buyurdu. Bu yoldakilerin nisbeti, bu huzur demektir. Bu huzura, gayb olmıyan huzur da denir. Nihâyetin bidâyette yerleşmesi, burada olur. Bu yolda, tâlibe bu nisbetin hâsıl olması, başka yollarda, tâlibin maksada kavuşmak için, çalışılacak zikrleri ve vazîfeleri rehberlerinden almalarına benzer. Fârisî mısra' tercemesi:
Gül bağçemi gör de, behârımı anla!
Bu fakirde bu nisbetin hâsıl olması, zikr öğrendiğim günden, iki ay ve birkaç gün sonra başladı. Bu nisbet hâsıl olduktan sonra, (Fenâ-i hakîkî) denilen, başka bir fenâ hâsıl oldu. Kalb o kadar genişledi ki, yer küresinin ortasından Arşa kadar, bütün âlem, bu genişlik yanında, hardal dânesi kadar bile değildi. Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini birer birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra, bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerreyi, o kadar geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içimde gördüm. Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm. Âlemdeki şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her zerreyi, bütün âlemi tutuyor, varlıkta durduruyor gördüm. Arz eyledim. Tevhîdde (hakk-ul-yakîn) mertebesi işte budur. (Cem'ul-Cem') bu makamdır, buyurdu. Önce, âlemin şekillerini, sûretlerini hep Hak teâlâ bulmuş olduğum gibi, bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi, şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs) kitabındaki, kıymetli babamdan işittiğim, (Bu âleme isterseniz Hak deyiniz, isterseniz mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir bakımdan, mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi arasını ayıramıyarak şaşkına döndüğünüzü söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra yanlarına giderek arz eyledim. (Huzurun daha sâf olmamıştır. Vazîfene devam et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar) buyurdu. Ayrılamıyacağını anlatan, (Füsûs)ün yazısını okudum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî “kaddesallahü sirrehül'azîz”, olgun bir Velînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre de ayrılamazlar) buyurdu. Emrlerine uyarak, verdikleri vazîfeye devam ettim. Onların çok kıymetli yardımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var ile yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum. Dışarda, bir varlıktan başka, hiçbir var görmedim. Kendilerine bunu bildirince, (Fark-ı ba'del-cem') mertebesi, işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir. Bundan ilerisi herkesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân olunur. Tesavvuf büyükleri, bu mertebeye (Tekmîl makamı) demişlerdir buyurdu.
Bu fakiri ilk olarak, sekrden sahva ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zaman, kendi bedenimin her zerresine baktığım zaman, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gösteren bir ayna gibi gördüm. Bu makamdan, yine hayrete götürdüler. Kendime getirdiklerinde, Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile buldum. Önceki makamı, ikinci makamdan aşağı gördüm. Yine hayrete daldırdılar. Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâberlik, etrâfını çevirmek ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla berâber, yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de, o ânda görülmekte idi. Fakat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yoktu. Yine hayrete daldırdılar. Sahva getirdikleri zaman, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen bağlılıklardan başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir bağlılıktır. Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete daldırdılar. Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl oldu. Yine kendime getirdiklerinde, Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetten başka olarak göründü. Bu âlemle, anlaşılan ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağlılığı yok idi. Âlem de böylece görülmekte idi. O ânda, öyle bir ilim ihsân olundu ki, bu ilim, Hak teâlâ ile mahlûklar arasında hiçbir bağlılık bırakmadı. Her iki şühûd var iken, bildirdiler ki, böylece, hiçbir bağlılık olmadan görülen, Hak teâlânın kendi değildir. Tekvîn sıfatının âlemle olan bağının, Âlem-i misâlde olan sûretidir. Çünki, Onun zâtı, mahlûklarla bir ilgisi olmaktan çok uzaktır. Anlaşılabilen veya anlaşılamıyan hiçbir bağlantısı yoktur. Arabî beyt tercemesi:
Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acaba?
yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada.
Kıymetli kardeşim! Hâllerin hepsini açıklamaya ve marifetleri anlatmaya kalkışırsam, çok uzun sürer. Dinliyenleri usandırabilir. Hele (Tevhîd-i vücûd) marifetleri, herşeyin zıl, görüntü olduğu anlatılırsa, sonu gelmez. Bütün ömürlerini tevhîd-i vücûd marifetlerinde geçirenler, bu sonsuz deryadan bir damla ele geçirememişlerdir. Şuna da, çok şaşılır ki, onlar, bu fakiri, tevhîd-i vücûd sahiplerinden saymazlar. Tevhîd bilgilerine inanmıyan âlimlerden sanırlar. Görüşleri kısa olduğu için, tevhîd marifetleri üzerinde durmağı olgunluk bilirler. Bu bilgilerden ilerlemeği, gerilemek sanırlar. Fârisî beyt tercemesi:
Câhildirler, kendilerini de bilmezler,
hüner sanmaktan aybları çekinmezler.
Bunların dayandıkları birinci senet, eski tesavvufcuların tevhîd-i vücûdî üzerindeki sözleridir. Allahü teâlâ, bunlara insâf versin! O büyüklerin, bu makamlardan ilerlemediklerini, o makamda bağlanıp kaldıklarını nerden biliyorlar? Biz, tevhîd-i vücûdî marifetleri yoktur demiyoruz. Var olduğunu, fakat bu makamdan daha yüksek makamlara ilerleneceğini de söyliyoruz. Eğer, bu makamları aşanlara, bu bilgilere inanmıyor adını takıyorlarsa, ona bir diyeceğimiz yoktur.
Yine sözümüze dönelim. Birşeyin örneği, o şeyi tanıtır. Bir damla sızıntı, bir su menba'ını buldurur. Biz de az bildirdik. Bir damla ile haber veriyoruz.
Kardeşim! Kıymetli hocamız, beni yetişti ve yetiştirebilir görerek, tarîkati öğretmek için izn verince ve tâliblerden çoğunu, bu yana gönderince, kemâle gelmiş olduğuma ve tâlibleri yetiştirebileceğime inanamıyordum. (Bu işte duraklama! Büyüklerimiz, bu makamların, kemâl ve tekmîl makamı olduğunu bildirmişlerdir) buyurdu. (Bu makama inanmamak, o büyüklerin yüksekliğine inanmamak olur) dedi. Emrlerine uyarak, tarîkati talim etmeğe başladım. Tâliblere çalışmalarına yardımcı olmaya uğraştım. Bu uğraşmalarımın tâliblere çok faydalı olduğu görüldü. Öyle oldu ki, senelerce çalışarak kavuşulabilenler, birkaç saatte ele geçiyordu. Birkaç zaman uğraştım. Sonra, yine noksân olduğumu, aşağıda kaldığımı anladım. Tesavvuf büyüklerinin, son mertebe dedikleri, gelip geçici (Tecellî-i zatî)ler, bu yolda hiç hâsıl olmamıştı. (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) ne demek olduğunu bilmiyordum. Bu kemâllere de kavuşmak lâzımdı. Bunları düşündükce, aşağıda kalmış olduğumu iyi anladım. Yanımda bulunan tâlibleri toplıyarak, geride olduğumu, hepsine bildirdim. Dağılmalarını söyledim. Fakat bu sözlerimi aşağı gönüllülük, bir incelik sandılar. Yanımdan ayrılmadılar. Az zaman sonra, Allahü teâlâ, umduklarıma kavuşturdu. Sevgili Peygamberinin sadakası olarak ihsânda bulundu.
FASL - Büyüklerimizin yolunun temeli, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin îtikatına uygun olarak inanmak ve sünnet-i seniyyeye yapışmaktır “alâ sahibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Bid'atlerden ve nefsin isteklerinden de sakınmak ve işleri, elden geldiği kadar azîmetle yapmak, ruhsat ile hareketten kaçınmaktır.
[(Azîmet), helâl olduğu belli olmıyan şübheli şeyleri de yapmamak, haram ve mekruhlardan herhâlde kaçmaktır. (Ruhsât), islâmiyetin izin verdiği, câiz olur dediklerinden sakınmamaktır].
Önce, cezbe hâsıl olup kendinden geçer. Buna (Adem) denir. Bundan sonra (Bekâ) bulup kendine gelir. Buna (Vücûd-i adem) denir. Bu adem ve kendinden geçmek, hissi gayb etmek, duygusuz olmak değildir. Az kimsede, his de gidebilir. Bu bekâ sahibi, insanlık isteklerine dönebilir. Nefsin huylarına uyabilir. Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâda ise, geri dönmek câiz değildir. Behâüddîn-i Buhârî, (Vücûd-i adem, insanlık arzularına döner. Fakat, Vücûd-i fenâ, geriye hiç dönmez) sözünü, belki bunun için söylemiştir. Çünki, birinci Bekânın sahibi, daha yoldadır. Yolda olan geri dönebilir. İkincisi, müntehîdir, kavuşmuştur. Kavuşan, geri dönmez. Büyüklerden biri, (Yolda olan döner. Kavuşmuş olan dönmez) buyurdu. Vücûd-i adem sahibi, her ne kadar yolda ise de, nihâyet, bidâyette yerleştirilmiş olduğu için, nihâyette olanları bilir. Müntehînin, yolun sonunda kavuştukları, buna topluca tattırılır. Bu nisbet, müntehîde bol olduğundan, ruhuna da, bedenine de yayılır. Vücûd-i adem sahibinde ise, yalnız kalbindedir. Müntehîde yayılmış, dağılmıştır. O, insanlık sıfatlarına dönmez. Çünki, bu nisbetin, onun bedeninin her mertebesine yayılması, onun sıfatlarını yok etmiş, fânî yapmıştır. Bu (Fenâ), Allahü teâlânın büyük bir nîmetidir. Allahü teâlâ, azmıyan kulundan, nîmetini geri almaz. Vücûd-i adem sahibi, böyle değildir. Bu nisbet, onun bedenine geçmemiştir. Böyle olmakla berâber, bedenin mertebeleri kalbe bağlı olduğu için, bu nisbet kalb yolu ile, bütün bedene de, toplu, kısa olarak geçer. Bedenin isteklerini azaltır. Fakat, tâm yok edemez. Bunun için geri dönebilir. Çünki azalmış, yok olmamıştır. Yok olan, geri dönmez. Bu yüksek zincirin büyüklerinden birkaçı, bidâyetteki kendinden geçmeğe ve bundan sonra hâsıl olan bekâya (Fenâ) ve (Bekâ) demişlerdir. Bu mertebede, (Tecellî-i zatî) olur. Hak teâlânın zatı görünür de demişlerdir. Bu Bekânın sahibine, (Vâsıl), kavuşmuş demişlerdir. Devamlı huzur, müşâhede demek olan (Yâd-i dâşt) de, bu mertebede hâsıl olur sanmışlardır. Bütün böyle sözler, nihâyetin bidâyette yerleştirilmiş olmasından ileri gelmektedir. Çünki, Fenâ ve Bekâ, yalnız müntehîye hâsıl olur. Ancak, müntehî kavuşmuştur. Tecellî-i zatî, yalnız buna olur. Allahü teâlânın devamlı huzuru, ancak müntehî içindir. Çünki, o hiç geri dönmez. Fakat, birinci söz de, bu bakımdan doğrudur. Sağlam bir görüşe dayanmaktadır. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin (Fıkarât) kitabındaki Fenâ ve Bekâ ve Tecellî-i zatî ve Zat-i ilâhînin şühûdü ve vasl ve Yâd-i dâşt yazıları da, bunlar gibidir. Büyüklerden biri buyurdu ki, Hâce hazretlerinin, sevdiklerinden birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydana gelmiş olan bu Kitap, başlangıcda olan marifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmıştır. (İnsanlara, aklları erdiği kadar söyleyiniz!) gözetilerek yazılmıştır. (Risâle-i silsiletil-ahrâr) kitabı da böyledir. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin sözlerine uygun olarak yazılmıştır. Dînin kuvvetlendiricisi, yüksek hocamız mevlânâ Muhammed Bâkî hazretlerinin, (Rubâ'ıyyât şerhı) kitabı da böyledir. Bu Bekâ, hattâ Cezbede hâsıl olan her Bekâ, (Tevhîd-i vücûdî) ile karışıktır. Bunun içindir ki, büyüklerden birçoğu, Hakk-ul-yakîni anlatırken tevhîd-i vücûdî ile karıştırmıştır. Birçoğu da bu sözlerden şübheye düşmüşler. Bunların Hakk-ul-yakîni, cezbede olmuştur demişlerdir. Çünki böyle marifetler, o makamda hâsıl olur. (Tecellî-i sûrî) başka şeydir. Ne olduğunu, kavuşanlar bilir. Kesret aynasında vahdeti görürken, ayna belli olmaz, yalnız sonsuz var olan görünürse, bu makama (Yâd-i dâşt) demişlerdir. Yâd-i dâşt bu mertebenin adıdır demişlerdir. Buna, (Tecellî-i zatî) ve (Şühûd-i zatî) de demişlerdir. Bu makama, (İhsân makamı) demişlerdir. Bu yok olmaklığa (Vasl) demişlerdir. Fârisî mısra' tercemesi:
Sen onda yok ol! Kavuşmak budur.
Bu ismleri koyan, dînin yardımcısı, hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleridir. Daha önce gelen büyüklerden hiçbiri böyle ismler hiç söylememişlerdir. Fârisî mısra' tercemesi:
Güzellerin yaptığı, güzel olur!
O büyük zat buyuruyor ki, (Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, ruhun aynasıdır. Ruh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın aynasıdır. Bilinmiyen hakîkatler, bilinmiyen zattan çıkıp, bu uzun yollardan geçerek, dile gelir. Söz hâlini alarak, hakîkatlere uygun yaradılışlı olanların kulaklarına gelir). Yine buyuruyor ki, (Büyüklerden birkaçının hizmetinde bulundum. Bana iki şey ihsân ettiler. Birisi şudur ki, herne yazsam yenilik olur. Eski birşey söylemem. İkincisi de, her ne söylesem beğenilir, red edilmez). Bu mukaddes kelimeler, söyliyenin büyüklüğünü göstermektedir. Bunları söylerken, kendisinin arada olmadığı anlaşılmaktadır. Ayna olmaktan başka birşey değildir. Onların içyüzlerini ve derecelerinin yüksekliğini, ancak Allahü teâlâ bilir. Kendi hâllerine uygun olarak, bu mesnevîleri söylerdi. Fârisî iki beyt tercemesi:
Herkes, birşey sanarak sevdi beni;
gel de, içimden dinle esrârımı!
Sırlarım, iniltimden ayrı değil,
fakat, anlıyacak göz, kulak var mı?
Bu fakir, o büyük Velînin bilgilerinden ve marifetlerinden, bir parça, bu mektûbun sonunda, kısa anlayışıma göre yazmaya çalışacağım. Her iş, Allahü teâlânın dilediği gibi olur.
Allahü teâlâ, bir kimseyi, cezbe hâsıl olduktan ve temâm olduktan sonra, sülûk nîmeti ile şereflendirirse, bu kimse cezbenin yardımı ile çok uzun bir yolu, çok kısa bir zamanda geçer. Bu yolun, ellibin senelik olduğunu bildirmişlerdir. Me'âric sûresinin dördüncü âyetinin, (Melekler ve Ruh, ellibin sene uzunluğundaki bir günde, ona çıkarlar) meâl-i şerifindeki uzunluk bunu gösteriyor demişlerdir. Böylece, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah makamının kendisine kavuşur. Sülûkün sonu, Seyr-i ilallah yolculuğunun sonuna kadardır. Buraya (Fenâ-i mutlak) denir. Bu makamdan sonra, cezbe başlar. Buna, Seyr-i fillah ve Bekâ-billah denir. Seyr-i ilallah, sâlikin ismine kadar olan yolculuktur. Seyr-i fillah, bu ismde olan seyrdir. Çünki her ismde sonsuz ismler bulunur. Bunun için, bu ismdeki yolculuk sonsuz olur. Bu fakirin bu makamda, ayrıca bir marifeti vardır. Biraz sonra, inşâallahü teâlâ bildirilecektir. Yükselirken, bu ism, (Ayn-i sâbite)nin üstündedir. Çünki, sâlikin ayn-i sâbitesi, bu ismin zıllidir. Onun ilimdeki sûretidir. Allahü teâlânın lutf ederek seçdikleri, bu ismden de ileri yükselirler. Allahü teâlânın dilediği kadar, sonsuz ilerlerler. Arabî beyt tercemesi:
Bundan sonrasını anlatmak çok incedir,
anlatmamak daha iyi olan da vardır.
Başka yollardan vâsıl olanlar da, ikincisinde, bunlarla ortak iseler de ve Fenâ-fillah ile Bekâ-billaha kavuşmuşlarsa da, onların riyâzetler çekerek ve mücâhedeler yaparak, çok uzun zamanda sonuna varabildikleri yolu, bu yolun büyükleri, tadını alarak ve şühûd nîmeti ve maksûda kavuşmanın zevkı ile, çok kısa bir zamanda geçer, aradıklarına kavuşurlar. Kavuştuktan sonra da, sonsuz ilerlerler. Sülûk ile sona varanlar arasında, böyle ilerlemeğe ve yakînliğe kavuşan pekazdır. Çünki, cezbenin sülûkten önce olması için, biraz sevilmiş olmak lâzımdır. İstenmedikce çekilmek olmaz. Çekilirse, daha yakîn olur. İstenilen ile isteyen arasında çok ayrılık vardır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir. Fârisî iki beyt tercemesi:
Sevilenlerin aşkı, gizli ve keskindir.
Sevenlerin aşkı, davul zurna iledir.
Sevenler, aşk ateşi ile erir, biter,
Sevilen, hem semizler, hem de dâim güler.
Süâl: Başka silsilelerdeki sevilenler de, böyle ilerliyor ve yaklaşıyorlar. Onlarda da cezbe, sülûkten önce oluyor. Böyle olunca, bu yolun, başkalarından üstünlüğü ne olur? Niçin daha yakın olur?
Cevâb: Başka tarîkler, bu işi elde etmek için kurulmamıştır. Bunlarda bulunan pekaz kimseyi, rastgele bu nîmetle şereflendirirler. Bu yol ise, bu nîmeti elde etmek için kurulmuştur. Bu yolun büyüklerinin sözleri arasında yer alan (Yâd-i dâşt), cezbe ve sülûkün her ikisi de hâsıl olduktan sonra ele geçebilir. Buna nihâyet demek şühûd ve huzur mertebelerinin ötesidir. Bunu şöyle açıklıyalım: Şühûd, yâ sûret aynasında, veya manâ aynasında olur. Yâhud da, sûretin ve manânın ötesinde olur. Bu perdesiz olan şühûde (Berkî), yâni şimşek gibi demişlerdir. Yâni, bu şühûd şimşek çakar gibi hâsıl olup, sonra hemen araya perde girer. Allahü teâlânın büyük nîmeti olarak, bu şühûd, perdelenmeyip, devam ederse, buna (Yâd-i dâşt) demişlerdir ki, gayb olmıyan huzur demektir. Çünki şühûd, perdelenirse, gayb olur. Perdelenmeden devamlı olmadıkca, Yâd-i dâşt denilmez. Burada bir incelik vardır: Her kavuşan, geriye döner. Fakat huzuru devam eder. Fakat, bu nisbetin onda bulunması, şimşek çakar gibi olur. Mahbûblarda ise, böyle değildir. Çünki bunlarda, cezbe, sülûkten öncedir. Huzurun bunlarda bulunması, devamlıdır. Bütün varlıkları bu nisbet olmuştur. Yukarıda buna işaret eyledik. Bedenleri, ruhları gibi olmuştur. Bâtınları, zâhirleri gibi ve zâhirleri, bâtınları gibi olmuştur. Bunun için, bunların huzurları süreklidir. Nisbetleri, bütün nisbetlerden üstün olmuştur. Kitaplarında ve risâlelerinde, böyle olduğu bildirilmektedir. Çünki (Nisbet), huzur demektir. Huzurun son mertebesi de, perdesiz devamlı olmasıdır. Bu yolun büyüklerinin, bu nisbet yalnız bizimdir demeleri, bu yolu, bu nîmeti elde etmek için kurdukları bakımındandır. Böyle olduğunu biraz önce bildirmiştik. Yoksa, başka silsilelerin büyüklerinden birkaçına hâsıl olması da câizdir ve hâsıl olmuştur. Evliyânın büyüklerinden şeyh Ebû Sa'îd-i Ebül-Hayr “kaddesallahü sirreh” bu huzura işaret etmekte ve üstâdından bunu açıklamasını istemektedir. Bu iş devamlı mıdır demiş. Üstâdı ise, hayır devamsızdır demiştir. Tekrar sormuş. Tekrar bu cevâbı almış. Üçüncü soruşunda, üstâdı, devamlı olabilir. Fakat, çok az kimselere nasip olur buyurmuştur. Şeyh bunu işitince raks ederek, bu, o çok az rastlananlardan biridir demiştir.
Mutlak nihâyet, ötelerin ötesidir demiştik. Bunu açıklıyalım. Bu huzur hâsıl olduktan sonra, ilerlenirse, hayret girdâbına düşülür. Bu huzur da, başka mertebeler gibi, arkada kalır. Bu hayrete, (Hayret-i kübrâ) denir. Büyüklerin büyükleri içindir. Böyle olduğu, kitaplarında bildirilmektedir. Büyüklerden biri, bu makamda şöyle bildiriyor. Fârisî beyt tercemesi:
Güzelliğin beni alt üst etti.
Birşey bilmiyorum, aklım gitti.
Bir başkası buyuruyor. Fârisî beytler tercemesi:
Aşk, küfürden, dinden yüksek oldu.
Îmandan, inkârdan üstün oldu.
Aklı koyup, yüz âlem dolaştım,
küfür ve din ortadan gayb oldu.
Küfür, din, şek ve yakîn, herbiri,
akıl ile şimdi berâber oldu.
Her varlık, yol kesicidir sana!
hepsi bir, Sedd-i İskender oldu.
Bir başkası buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Hiç yok, yalnız O var dediler, yükseldiler.
yüce serâydan, hepsi eli boş döndüler.
Bu hayret hâsıl olduktan sonra, (Marifet makamı) vardır. Acaba kimi bu nîmete kavuştururlar? Hayret makamı olan (Küfr-i hakîkî)den sonra, (Îman-ı hakîkî)ye kavuştururlar. İşin iç yüzünü bilenlere göre, aranılan en son makam budur. Davet makamı ve islâmiyetin sahibine tâm uymak burasıdır. Yûsüf sûresinin yüzsekizinci âyetinin, (Ben herkesi ve bana tâbi olanları, Allahü teâlâya davet ederim) meâl-i şerifinde bildirilen davet, bu makamda yapılır. O, dînin ve dünyanın efendisi , (Yâ Rabbî! Bana, doğru îman ve sonu küfür olmıyan yakîn ihsân eyle!) diyerek, bu îmanı istemiştir. Hayret makamı olan (Küfr-i hakîkî)den Allahü teâlâya sığınmış, (Fakrden ve küfürden sana sığınırım) buyurmuştur. Bu mertebe, Hakk-ul-yakîn mertebelerinin son mertebesidir. Bu makamda, bilmek ve görmek, birbirlerine perde olmazlar. Arabî beyt tercemesi:
Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun?
zevallı âşık, birkaç damla ile doysun!
İyi dinle! Allahü teâlâ, anlayışını arttırsın! Bu büyüklerin cezbeleri iki dürlüdür: Birincisi, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîktan gelmektedir. Bu bakımdan, yolları, bu hazrete bağlıdır” radıyallahü anh”. Buna kavuşmak, husûsî bir teveccüh ile olur. Bütün varlıkları, varlıkta durduran budur. Kendinden geçmek ve kendini yok bilmek bu cezbede olur. Bu yolun ikinci cezbesi, Behâüddîn-i Buhârîden gelmektedir. [O zaman başlamıştır.] Zat-i ilâhî ile olmaktan hâsıl olur. Bu cezbe, Hâce hazretlerinden, birinci talebesi olan, hâce Alâ'üddîn hazretlerine geldi. Kendisi, zamanının kutb-i irşâdı olduğundan, bu cezbeyi elde etmek için de bir yol kurdu. Bu yola, bu Silsile-i aliyyede, (Alâiyye yolu) denildi. Büyükler buyuruyor ki, en kısa yol, (Alâiyye yolu)dur. Bu cezbe, Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinden gelmekte ise de, bu elde etmek yolunu bulan, hâce Alâ'üddîn-i Attâr hazretleridir. Doğrusu, bu yolu çok bereketlidir. Bu yolda az ilerlemek, başka yollarda çok ilerlemekten daha faydalıdır. Zamanımıza gelinciye kadar, Alâiyye Ahrâriyye silsilesinin büyükleri, bu nîmete kavuşmuşlardır. Tâlibleri bu yolda yetiştirmişlerdir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bu büyük nîmeti, Ya'kûb-i Çerhî hazretlerinden aldı. Ya'kûb-i Çerhî “aleyhimürrıdvân”, hâce Alâ'üddîn hazretlerinin halîfelerinden idi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîktan gelen cezbeyi elde etmek için de, başka bir yol kurulmuştur. Bu yol (Vukûf-i adedî)dir.
Cezbeden sonra hâsıl olan sülûk de, iki dürlüdür, hattâ çok dürlüdür: Birisi, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerini maksada kavuşturan yoldur. Peygamberlerin sonuncusu de bu cezbe ve bu sülûk ile vâsıl olmuştur. Eshâb-ı kirâm arasında Resûlullaha en çok ihlâsı olan ve Resûlullahda fânî olan, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğu için bu yola kavuştu. Bu cezbe ve sülûk, imam-ı Câfer-i Sâdık hazretlerine olduğu gibi ulaştı. İmâmın annesi, hazret-i Sıddîkın soyundan olduğu için, imam-ı Câfer-i Sâdık, (Ebû Bekr, beni iki kerre meydana getirdi) buyurmuştur. [Böylece, Sıddîktan gelen cezbeyi ve onun soyundan olduğunu bildirmiştir.] İmâm hazretleri, yüksek babalarından da, başka bir nisbet almış ve bu iki yolu kendisinde toplamıştı. Bu cezbeyi, onlardan gelen sülûk ile birleştirdi. Bu sülûk ile maksada vardı. İki sülûk arasındaki ayrılık şöyledir ki, hazret-i Emîr “kerremallahü vecheh”, (Seyr-i âfâkî) ile ilerlemiştir. Hazret-i Sıddîkın sülûkü, âfâka o kadar bağlı kalmaz. Cezbe odasının dıvârı delinerek maksada yetiştirmeğe benzer. Birinci sülûkte marifetler hâsıl olur. İkincisinde, tâlibi muhabbet kaplar. Bunun için, hazret-i Emîr, ilim şehrinin kapısı oldu. Hazret-i Sıddîk ise, O Serverin hılletinden pay aldı. Hadis-i şerifde, (Halîl edinseydim, Ebû Bekri halîl edinirdim) buyuruldu. Hazret-i imam-ı Câfer-i Sâdık cezbe ile sülûk-i âfâkîyi topladığı için, muhabbetten ve marifetten çok pay aldı. Çünki, cezbesi muhabbete, sülûki ise ilimlere ve marifetlere kaynak idi. İmâm-ı Câfer-i Sâdık bu birleşik nisbeti, sultan-ül'ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine emânet olarak bıraktı. Bu emânet, sanki onun sırtında kalmıştır. Yavaş yavaş, elverişli olanlara ulaştıracaktır. Bu emâneti yüklenmeden önce, başka tarafa bakıyordu. Bu nisbetle ilgisi yoktu. Bunu yüklenmesinde nice hikmetler vardır. Bu nisbeti taşıyanlara, her ne kadar bundan az pay düşer ise de, bu nisbette büyüklerin nûrları çok bulunur. Şöyle ki, bu nisbette bulunan az bir sekr, Sultan-ül'ârifînin nûrlarından bulaşmıştır. Bu sekr, mübtedîlerin hissini giderir. Aklını dağıtır. Sonra kendisi, yavaş yavaş yok olur. Sahv kaplar. Bu nisbet, sahv mertebelerinde de bulunur. Görünüşte sahvdır. İçi ise, sekrdir. Şu beyt bunların hâlini anlatmaktadır. Fârisî beyt tercemesi:
İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı,
Böyle güzel yürüyüş az bulunur cihânda!
Bunun gibi, her büyükten bir nûr alarak, elverişli olanlara ulaşmıştır. Ârif-i Rabbânî hâce Abdülhâlık-i Goncdevânî hazretleri, Hâcelerimiz zincirinin baş halkasıdır. Bunun zamanında, bu nisbet yeniden tâzelendi. Meydana çıktı. Bundan sonra, bu yolda (Sülûk-i âfâkî), yine örtüldü. Cezbe hâsıl olduktan sonra, sülûk başka yollarla yapılarak yükseldiler. Hâce Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü sirrehül aktes” dünyaya gelinceye kadar böyle kaldı. Bunun zamanında, bu nisbet, bu cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile birlikte yine meydana çıktı. Her ikisi ile, marifeti ve muhabbeti bir araya topladı. Bununla birlikte, hazret-i Sıddîktan gelen başka bir cezbeyi de, Şâh hazretlerine ihsân ettiler. Bunu yukarıda bildirmiştik. Hâce Alâ'üddîn-i Attâr hazretleri, halîfesi olunca, Şâh hazretlerinin kemâllerinden çok pay aldı. Her iki cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile şereflendi. Kutb-i irşâd makamına ulaştı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri de, Şâh hazretlerinin kemâllerinden tâm pay aldı. Şâh hazretleri, son günlerinde, (Beni görmek isteyen Muhammed Pârisâyı görsün!) buyurdu. Bir kerre de, (Behâüddînin var olması, Muhammed Pârisânın meydana gelmesi içindir), buyurduğunu kendisi haber vermiştir. Muhammed Pârisâ hazretlerine, (Ferdiyet) nisbetinin kemâllerini, mevlânâ Ârif-i Kerânî hazretleri son günlerinde ihsân eylemiştir. Bu nisbet kendisini kapladığı için şeyhlik yapamadı ve talebeyi kemâle kavuşturamadı. Yoksa, kemâlin ve kemâle erdirmenin en yüksek derecesinde idi. Hâce Behâüddîn-i Buhârî Muhammed Pârisâ için, (Eğer o şeyhlik yapsaydı, âlem nûrla dolardı) buyurmuştu. Mevlânâ Ârif, bu ferdiyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn [Kışlâkî] hazretlerinden almıştı.
Ferdiyet nisbetinde yüz, Hak teâlâya karşıdır. Şeyhlikle, talebe yetiştirmekle, öğretmekle ilgisi yoktur.
Eğer bu nisbet, davet makamı olan ve tâlibleri kemâle kavuşturan (Kutb-i irşâd) nisbeti ile birleşirse, ferdiyet nisbeti ağır basınca, irşâd etmek ve kemâle kavuşturmak az olur. Eğer iki nisbet de tâm ise, görünüşte halk iledir. İçi ise, hep Hak teâlâ iledir. İnsanları yetiştirmekte, en yüksek derece, bu iki nisbeti taşıyan zâtın makamıdır. (Kutbiyyet-i irşâd) nisbeti de, yalnız başına insanları kemâle erdirmeğe yetişir. Fakat bu büyüklerin bu makamda ayrı bir mertebeleri vardır. Bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onların yanında bulunmak, kötü huyları yok eder. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bu büyük devlete kavuşmuştu. Bu yüksek makamla şereflenmişti. Kutbiyyet nisbeti, kendisine Sırrî-i Sekâtîden gelmişti. Ferdiyet nisbeti de, Muhammed Kassâbdan hâsıl olmuştu. Cüneyd hazretleri buyurdu ki, (Herkes beni Sırrînin mürîdi sanır. Ben Muhammed Kassâbın mürîdiyim). Bu sözü, (Ferdiyet nisbeti)nin çok olduğunu, (Kutbiyyet nisbeti)ni, onun yanında yok bildiğini göstermektedir.
Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin talebelerinden sonra, bu yüksek zincirin büyük halkası, hâce-i Ahrâr hazretleridir. Hâcelerin cezbesini temâmladıktan sonra, (Seyr-i âfâkî)ye başladı. Seyrini isme kadar ulaştırdı. İsme girmeden önce, Fenâ hâsıl oldu. Sonra yine cezbeye döndü. Böylece, ayrı bir Fenâ sahibi oldu. Ayrıca bunun Bekâsına da kavuştu. Bu makamda büyük şân sahibi oldu. Fenâ ve Bekâ bilgileri ve marifetleri, kendisine bu makamda verildi. Makamlar ayrı olduğundan, bilgileri de başkadır. Birisinde tevhîd-i vücûd vardır. Ötekinde yoktur. Tevhîd ile ilgileri olan ihâta, sereyân, Zat-i ilâhî ile berâberlik, kesrette vahdeti görmek, kesretin, [yâni mahlûkların hepsinin] gayb olması, öyle ki, sâlik kendisine (Ben) diyemez gibi bilgiler de hep böyledir. Mutlak Fenâdan sonra hâsıl olan bilgiler böyle değildir. Bunların hepsi, islâmiyet bilgilerine uygundur. Hiçbirini islâmiyete uydurmak için sıkıntı çekilmez. Soruya cevâba yer kalmaz. Fakat, hangi cezbe olursa olsun, cezbede olan Bekâ, sekrden kurtulmaz. Tâm sahv olmaz. Bâkî olduğu hâlde, kendisine ben diyemez. Hiçbir kelime ile kendisine işaret edemez. Çünki, cezbede muhabbet kaplar. Muhabbet kaplayınca, sekr lâzım olur. Bunun için, hiçbir zaman sekrden kurtulamaz. Bilgileri de sekrle karışık olur. Vahdet-i vücûdü anlatır. Çünki vahdet-i vücûd, sekrden ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından hâsıl olur. Mâ-sivâ görünmez. Sahva gelirse, mahbûbu görmek başka olur. Mâ-sivâyı görmek başka olur. Vahdet-i vücûde inanmaz olur. Mutlak Fenâdan sonra olan Bekâ, sülûkün sonudur. Sahvın ve marifetin başlangıcıdır. Bu makamda sekr bulunmaz. Fenâ hâlinde, sâlikten gayb olan şeylerin hepsi geri gelir. Fakat şimdi, asl olarak gelmişlerdir. (Bekâ-billah) da, bu demektir. Buradaki bilgilerde sekr olmaz. Bütün bilgileri, Peygamberlerin bilgilerine uygundur.
Büyüklerden birisinden işittiğime göre, hace-i Ahrâr hazretleri, annesinin babasından da bir nisbet almıştır. Büyük babası şaşılacak hâllere ve kuvvetli cezbelere sahipti. Hâce hazretleri, oniki kutbun makamından da çok pay almıştır. Dîni kuvvetlendirmek, bu kutblara bağlıdır. Muhabbette büyük şânları vardır. Hâce-i Ahrârın islâmiyeti kuvvetlendirmesi ve dîne yardım etmesi, aldığı bu paydan ileri gelmektedir. Mubârek hâllerinden birazı, yukarıda bildirilmişti.
Hâce-i Ahrârdan sonra bu büyüklerin yolunu canlandıran, edeblerini her yere ve en çok, bunların kemâllerinden hiç haberleri olmayan Hindistân memleketlerine yayan âriflerin büyüğü ve marifetlerin kaynağı ve Allahü teâlânın râzı olduğu dînin bekçisi, üstâdımız ve efendimiz Muhammed Bâkî “sellemehüllâhü teâlâ” olduğu, güneş gibi meydandadır. Kemâllerinden az birşey mektûbuma eklemek istedim. Buna râzı oldukları anlaşılamıyarak, bu işe cesaret olunamadı.