Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

kader(devam)

Hak'kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye "bunu niye böyle yaptın" deme!

Allah'ın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz Allah işinin eseridir.

Hz Mevlana (k.s.)

Bugün bi akrabam bunu sordu da anlattım
Buraya da koymam gerektiğini hissettim

Mevlana hazretlerinin nefs üzerinde Allah'tan gelen bir yeteneği vardır.
Onda öyle bilgiler öyle bir Aşk vardır ki hem hırpalar hem bırakmaz Hakk'a dosdoğru yaklaştırır!

"...Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir."

[Ahzab/4]


Hiç bi işini sözünü eksik bırakmamıştır ki bu ona yakışmazdı da. Bu alıntının devamında ve aslında alıntının içinde de ne kadar garip ve gizli görünse de apaçık olanı bildirmiştir. Ama biz yeterli Aşkı alamamış gönüller, onun Aşkından bir perişan olur sarsılırız! Çünkü zaten hem Hakk'ın kendisi (Allah) hem de Allah'ın işlerinin eserleri öyle kolay anlaşılacak işler değildir.

Şimdi kendimce açıklamaya çalışayım alıntının bizi sarstığı noktaları

"Hak'kın yaptıklarını da gör,
bizim yaptıklarımızı da.
Her ikisini de gör
ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil,"

Hak (yaşanan Hakikat) Allah'ın işlerinin eserlerinin bizce görülen resmidir...
mesela hakkı gözlerken birinin birini öldürdüğünü görsek
evet bir insan birini öldürmüştür
bu açıktır
yani o birisi diğerini öldürmüştür Allah değil...
Hem Azrail(a.s.)'de görünmez ama!, o işin çok derin kısmı.
Evet Hakk'a (Gerçeğe) bildiğimiz kadarıyla baktığımızda durum böyledir; Allah değil o biri diğerini öldürmüştür!

O halde biri birini öldürdü diye suçu o birine değil de Allah'a atmanın manası nedir ?!

Şimdi burada başka bir soru da gelir şöyle ki

Eğer Allah o birini öldürüyorsa; sen neden öldürdün?...

Çünkü eğer o ötekini öldürmeseydi de
Allah onun canını eceliyle veya kazasıyla alırdı..

Sen neden araya girdin?

Hikmetin nedir?

Hikmetle işin yoksa! İnkar'a nasıl Hakk bir yol bulabilirsin ki!

Elbette ki cehalet..

Öyle değil mi mesela anne karnında ölen bir çocuğu ya da kazara ölen bir kişiyi sen mi öldürüyorsun irade ederek?

O halde neden o kişiyi sen kasıtlı olarak öldürdün?

Allah bunu soracaktır..

Yani Hakk!..

Yani GERÇEK..

bir başka açıdan da durum şöyledir

Eğer sen bir şeyin Allah izin vermeden olamayacağını biliyorsan
neden Allah'ın izin verdiği bir şeye gönlün bu kadar kırık ve Halk'ı (yaratılan ve yaratılmışları) sanki bütün güç ellerindeymiş bütün irade ellerindeymiş gibi büyük görüyorsun?

Örneğin ölüm Allah'ın işidir
eğer Allah ölümü yaratmış olmasaydı
o kişi kast etsin ya da etmesin diğerinin canını alabilir miydi?

Örneğin belediye suyu kesti belediyeye kızdın
demediğini bırakmadın :)
ya da elektrik idaresine kızdın bağırdın elektriği kesti diye
eğer Allah bir şeyin kesintisiz olmasını dileseydi
o elektrik ya da su kesilirmiydi?

O halde nefsine hakim ol!
her işin bir hikmeti her işin bir başlangıcı ve sonu var!
her işin, bir Allah'ın takdir ettiği ki gerçek ve hepsi o kısımdır!
bir de bizim düşünüşümüze denk getirdiği Hüküm var! O kısmın içinde!
ne Gerçek tamamen halkın yazdığı bir şeydir!
ne de tamamen Allah'ın istediği bir şeydir!!
Allah'ın muradı başkadır!!

Allah dilediğini yapabilir
ama Allah ölümü yaratıyor diye sen gidip birisinin nasıl canını alabilirsin?
hem yapabileceğine emin misin bunu?
Allah güneşi doğudan doğuruyor diye
sen doğurabiliyor musun?
ya da sen bir doktorsun diyelim bir hastanın canını kurtarabiliyorken diğer ölen hastanın canını geri çevirebiliyor musun?

yaptıklarımıza dikkat etmek ve Allah'ın bizim için yarattığı bu dünya da haddimizi ve sorumluluğumuzu bilmeliyiz
zira Allah bunu istemekde ve bunun için bizi her gün sorguya çekmektedir.
hesap günü gelmeden önce yaptıklarını yapmadıklarını sorgula
yoksa o gün yaptıkların sana sorulduğunda cevap verememek ya da herşeyi sen yaptın demek ya da madem güçlüydün yapsaydın demek yeterli olmayacaktır!
Allah'ın senin için hazırladığı işlere uyanık ol
Onunla ol, O sana yapman gerekenleri nasıl her gün güneşi doğuruyorsa öyle! bildirecek ve yardım ediyor...

Mevlana hazretlerine selam olsun!
Onun söylediklerini ne kadar açsan açılır işin sonu gelmez. Çünkü o işlerini O'na teslim etmiş ve ettiği gibi de onda çok işler tasarruf edilmiştir!
Kendini teslim ettiği yerden gelecek olanlar nasıl denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa bitirilemezse! ondan gelenler de elbette öyle olmuştur...

Hu
s.a.v.

manastırlar kiliseler havralar

“Onlar ki, başka degil, sirf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır.

Şüphesiz ki Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile bertaraf edip savmasaydı; manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın ismi çok çok anılan mescidler yıkılır giderdi.

Allah kendisine yardım edenlere elbette yardım eder, şüphesiz ki Allah pek kuvvetlidir, aziz olandır.” (Hacc: 40)

İmam-ı Rabbani (k.s.)/Tenzih

(Yoktur) ve (odur) gibi sözler,
O makamdan geri dönerler.

***

Çok cilve var, aranan sevgilide,
Kavuştum sanma, bir cilve görünce!

***

Pâdişâh, koca-karı kapısına,
gelirse, ey yeğit, sen buna şaşma!

(imam ı rabbani hazretleri 287.mektub)

Bu mektûb, hakîkatleri bilen, kardeşi meyân gulâm Muhammed hazretlerine yazılmıştır. Cezbe ve sulûk ve bunların marifetleri bildirilmektedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Bize doğru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize doğru yolu göstermeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. Peygamberlerin hepsi doğru olarak gelmiştir. Onların sonuncusu ve en üstünü olan Muhammed hep doğru söylemiştir.
Tâliblerin, gevşek ve yaradılışları aşağı olduklarından ve kâmil ve mükemmil olan bir Rehber bulamadıklarından, uzun yolu kısalttıkları ve yüksekleri bırakıp, aşağı şeyler arkasında koştukları görülmektedir. Yolda ellerine geçen en değersiz şeyleri bile birşey sanıp, onlara bağlanıp kalmakta ve onları aranılan şey sanarak, yolun sonuna vardık, kâmil ve müntehî olduk demektedirler. Yolun sonuna varanların ve aranılana kavuşanların, yolun sonundan ve vardıkları yüksek makamlardan bildirdiklerini, bu aşağı yaradılışlı olanlar, hayâlleri geniş olduğu için, kendi bozuk hâllerine benzetmektedirler. Fârisî mısra' tercemesi:
Fâre, rü'yâda deve olmuş!
Büyük denizden bir damlaya, hattâ damlanın görüntüsüne ve okyânusdan bir sızıntıya, hattâ bunun görüntüsüne kavuşunca, doyuvermişlerdir. Maddeden olanları maddesiz, anlaşılamıyan şey bilmişler. Bunları görünce, Ona kavuştuklarını sanmışlardır. Benzeri olanı, benzeri olmıyana benzetmişler, onu bırakıp, buna sarılmışlar. Anlaşılamıyana, başkalarından öğrenerek inananlar ve anlaşılamıyanı arayanlar, sülûk yolunu temâmlamıyan bu tâliblerden ve serâb ile avunan bu susuzlardan katkat daha iyidirler. Haklı ile haksız arasında ve doğru yolda gidenle yoldan sapan arasındaki ayrılık pekçoktur. Aradıklarına kavuşamıyarak, mahlûku sonsuz bilen tâliblere yazıklar olsun! Anlaşılabilen şeyleri anlaşılamıyan sanıyorlar. Suçları, keşflerinin yanlış olmasına bağışlanmayıp da, hesâba çekilirlerse, vay hâllerine! Yâ Rabbî! Unuttuklarımızdan, yanıldıklarımızdan bizleri sorumlu tutma! Bir kimse, hacca gitmek istiyor. Sevinerek yola çıkıyor. Yolda, Kâbeye benzer bir ev görüyor. Yalnız şekli benziyor ise de, onu Kâbe sanıyor. Orada kalıyor. Bir başkası, hacca gitmiş olanlardan duyarak Kâbeyi öğreniyor. Onu seviyor. Hacca gitmek istiyor. Fakat yola çıkmamış, bir adım atmamıştır. Bununla berâber, başka birşeye Kâbe dememiş, yalnız Kâbeye, doğru olarak inanmıştır. Bu kimse, yanılmış olan birincisinden daha iyidir. Evet, Kâbeye varmamış, fakat başka bir binâyı da Kâbe sanmamış olan üçüncü bir hac yolcusu, doğru inanan, fakat yola çıkmamış olandan elbette daha iyidir. Çünki bu, hem inanmakta, hem de, kavuşmak için yolculuk yapmaktadır. Bunun daha üstün olduğu meydandadır.
Bunlardan birçoğu da, kendilerini ermiş sanarak ve kavuştuklarını hayâl ederek, şeyhlik yapmakta, herkese yol göstermeğe kalkışmaktadırlar. Kendileri bozuk oldukları için, yaradılışı yüksek, bu yola uygun olan çoklarını da bozmaktadırlar. Sohbetleri, kalbleri kararttığı için, tâliblerin isteklerini, çalışmalarını yok etmektedirler. Kendileri sapıttıkları gibi, başkalarını da, doğru yoldan saptırmışlardır. Kendileri yıkıldıkları gibi, başkalarını da yıkmışlardır.
Kemâle geldiğini, kavuştuğunu sanmak, sülûk yapmamış meczûblarda, cezb edilmiyen sâliklerden daha çok olmaktadır. Çünki, mübtedîdeki ve müntehîdeki cezbeler, görünüşte ortaktır. Aşk ve muhabbetleri, görünüşte eşiddir. İşin içyüzü böyle değildir. Hâlleri başkadır: Fârisî mısra' tercemesi:
Toprak başkadır, temiz âlem başkadır.
Başlangıcda bulunan herşey bozuktur. Nefsin istekleri karışıktır. Sonda, Hak ile olduğu için, herşey Hak içindir. Bunu biraz sonra, inşâallahü teâlâ açıklıyacağız. Görünüşteki bu benzerlik ve bağlılık, yanlış hayâllere yol açmıştır. Ebû Bekr-i Sıddîktan gelen yolda cezbe sülûkten önce olduğu için, bu yolda, sülûk nîmetine kavuşmamış olan meczûblarda, böyle hayâller ve bu gibi vehmler çok olur. Bunlardan birçoğuna, cezbe makamında, çeşidli hâller hâsıl olur. Bir hâlden, başka bir hâle dönerler. Bunları, sülûk konaklarında ilerlemek ve (Seyr-i ilallah) yolculuğu sanırlar. Bu değişmeleri görünce, kendilerini (Meczûb-i sâlik) bilirler.
Bunun için, kısa aklımla düşündüm ki, cezbe ve sülûkün ne olduklarını, bu iki makam arasındaki ayrılıkları, herbirinin, kendisini diğerinden ayırmaya yarayan hâssalarını ve mübtedî ile müntehînin cezbleri arasındaki farkları ve tekmîl ve irşâd makamlarının ne olduğunu ve bu makama bağlı olan bilgileri yazayım. Böylece, doğruyu açığa çıkarayım. Yanlış olanların bozukluğunu göstereyim. Suçlular, beğenmeseler de, bu hizmeti yapmaya, Allahü teâlânın yardımı ile başladım. Doğru yolu gösteren ancak Odur. O, çok iyi bir sahip ve çok iyi vekîldir.
Bu mektûbda, iki maksadla bir hâtime vardır:
Birinci maksadda, cezbe makamındaki marifetler bildirilmektedir.
İkinci maksadda, sülûk bilgileri vardır.
Hâtimede, tâliblere çok lüzûmlu ve faydalı olan çeşidli bilgiler vardır.
BİRİNCİ MAKSAD: Sülûkü bitirmemiş olan meczûblar, çok çekilseler de ve hangi yoldan çekilseler de, (Erbâb-i kulûb)dandırlar. Sülûk yapmadan ve (Tezkiye-i nefs) olmadan, kalb makamından ileri geçilemez. Kalbin sahibine varılamaz. Onların çekilmeleri, kalbe olan çekilmedir. Onların sevgileri kendilerinden değildir, dışardandır. Kendileri içindir. Sevilen için değildir. Çünki bu makamda, nefs ruh ile birleşmiştir. Zulmet, nûr ile bir aradadır. Kalb makamından kurtulmak ve kalbin sahibine kavuşmak ve ruhun aranılana çekilmesi, ruh nefsden kurtulup aranılana dönmedikce ve nefs ruhdan ayrılarak kulluk makamına inmedikce, olamaz. Bu ikisi, bir arada kaldıkca, (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye) sağlamdır ve ayaktadır. Yalnız ruhun çekilmesi düşünülemez. Ruhun nefsden kurtulması ancak, sülûk konaklarını geçdikten ve Seyr-i ilallah yolculuğunu bitirdikten ve Seyr-i fillah başladıktan ve belki de, (Seyr-i anillah-i billah) yolculuğundaki (Fark-ı ba'delcem') makamına kavuştuktan sonra hâsıl olabilir. Fârisî beyt tercemesi:
Her dilenci, olur mu bir kahraman?
nerede sivri sinek, nerede Süleymân?
Müntehî ile mübtedînin cezbleri arasındaki fark anlaşılmış oldu. Erbâb-i kulûb meczûblarının şühûdları, kesret yâni mahlûklar perdesi arkasında olur. Anlasalar da, anlamasalar da böyledir. Bu kesrette gördükleri de, yalnız Âlem-i ervâhdır. Ruhların âlemi, letâfet, ihâta ve sereyân bakımlarından, görünüşte, kendini yaratana benzer. (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yarattı) hadis-i şerifi, böyle olduğunu bildirmektedir. Bunun için, ruhun şühûdünü, Hakkın şühûdü sanırlar. İhâta, sereyân, kurb ve mâıyyet de böyledir. Çünki sâlik, bulunduğu makamın bir üstünü görebilir. Daha üst makamları göremez. Bunların bulunduğu makamın üstü, (Ruh makamı)dır. Bunun için, ruh makamından yukarısını göremezler. Ruhun şühûdünden başka, şühûdleri olmaz. Ruhun üstünü görebilmek için, ruh makamına kavuşmak lâzımdır. Muhabbet ve çekilmek de, şühûd gibidir. Hak teâlânın şühûdü için, belki Ona muhabbet ve çekilmek için, Seyr-i ilallahın sonundaki Fenânın hâsıl olması lâzımdır. Fârisî beyt tercemesi:
Bir kimsede hâsıl olmazsa Fenâ,
Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!
Başka söz bulunamadığı için şühûd diyoruz. Yoksa, bu büyüklerin işi, başkalarının dedikleri şühûdün çok ilerisindedir. Bunların aradıkları, anlaşılamıyan bir varlık olduğu gibi, Ona kavuşmaları da, anlaşılamıyan bir kavuşmaktır. Maddeli, ölçülü olan, Ona yol bulamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşıyabilir. Fârisî beyt tercemesi:
Anlaşılmaz, ölçülmez bağlantılar,
Hak ile ruhumuz arasında var!
Sülûk sahiplerinden hakîkate varmış olanlara göre, Hak teâlânın ihâta, sereyân, kurb ve mâıyyeti ilim yolu ile anlaşılmaktadır. Doğru yolun âlimleri de böyle söylemişlerdir. Allahü teâlâ, bu âlimlerin çalışmalarına bolbol mükâfât versin! O büyüklere göre, Allahü teâlânın kendisi bu âleme yakındır, sereyân etmiştir sanmak, birşeye kavuşmamış olmağı, uzakta kalmış olmağı gösterir. Yaklaşmış olanlar, Allahü teâlâ yakındır demezler. Büyüklerden biri buyurdu ki, (Yakın olduğunu söyliyen, uzaktadır. Uzaktayım diyen yakındır. Tesavvuf da budur). (Tevhîd-i vücûd) bilgileri, kalbin çekilmesinden ve muhabbetten hâsıl olmaktadır. Cezb edilmiyen, sülûk yolunda ilerliyen (Erbâb-i kulûb) bu bilgilere yakalanmaz. Sülûk ile kalbden büsbütün ayrılıp, kalbin sahibine dönmüş olan meczûblar da, bu bilgilerden uzaklaşırlar. Tevbe ederler. Meczûblardan birçoğu, sülûk yoluna girdikleri ve bu yolun konaklarında ilerledikleri hâlde, eski makamlarını unutmazlar. Yukarı makamlara bakmazlar. Tevhîd bilgileri, bunları bırakmaz. Bu tehlikeden kurtulamazlar. Bunun için, yakınlık konaklarına ve mukaddes makamlara yükselmezler. Yâ Rabbî! Bu zâlimlerin şehrinden bizi çıkar. Senden bize bir sahip gönder. Senden bize bir yardımcı ihsân eyle!
Aranılana kavuşmak, bu bilgilerden kurtulmakla belli olur. Çünki, hiçbirşeye benzemiyene yaklaştıkça âlem, yaratandan o kadar uzak bulunur. Bu zaman âlemi yaratandan başka bilmemek ve yaratanı, âlemi çevirmiş sanmak gibi şeyler olmaz. Arabî mısra' tercemesi:
Toprağa düşen nerede?
Herşeyin sahibine olan nerede?
MARİFET 1: Hâce Nakşibend hazretleri, (Nihâyeti, başlangıcda yerleştirdik) buyurdu. Bu söz, müntehîlerde olan cezb ve muhabbet, bu yolda, başlangıcda olanlara olan cezb ve muhabbette yerleştirilmiştir demektir. Çünki müntehînin çekilmesi, ruhun çekilmesidir. Mübtedînin cezbi ise, kalbin çekilmesidir. Kalb, ruh ile nefs arasında geçid gibi olduğundan, kalb çekilirken, ruh da cezb olunmaktadır. Başlangıcda bu yerleşmenin, yalnız bu tarîkte olması, büyüklerin bu yolu, bunun hâsıl olması için, koymuş olduklarındandır. Bu yolu, buna kavuşmak için, kurdukları içindir. Yoksa, bütün cezblerde de, bu yerleşmek vardır. Fakat, başka tarîkatlerde, rastgele hâsıl olabilmektedir. Buna kavuşmaları için, belli bir yolları yoktur. Bundan başka, bu büyüklerin yolundaki cezbe makamı çok şânlıdır. Başkaları böyle değildir. Olsa da, çok azdır. Bunun için, bunların bir çoğuna, bu makamda, sülûk konaklarını aşmamış olsalar bile, sülûk edenlerin karıştıkları Fenâ ve Bekâya benzeyen Fenâ ve Bekâ hâsıl olur. (Tekmîl), yâni başkalarını yetiştirebilmek makamından birşeylere kavuşurlar ki, (Seyr-i anillah-i billah) yolculuğu makamına benzemektedir. Böylece uygun yaradılışlı olanları yetiştirebilirler. Aşağıda, bunu daha açıklıyacağız. İnşâallahü teâlâ.
Burada bir incelik vardır: Şöyle ki, ruh bu bedene gelmeden önce, mukaddes âlemi biraz biliyordu. Bedene gelince, bu bilgisi kalmadı. Bu yolun büyükleri, ruha eski bilgisini hâtırlatacak bir yol buldular. Fakat ruh, bedene bağlı kaldıkca, o mukaddes makama dönen kalb oluyor. Kalbin dönmesi, nefsin ve ruhun da dönmeleri demektir. Ruhun maksada dönmesi, kalbin dönmesinde yerleştirilmiştir. Müntehîlerde, ruh Fenâ bulduktan ve hakkânî vücûdle Bekâ bulduktan sonra, ruh maksada dönmektedir. Ruhun o Bekâsına (Bekâ-billah) denir. Kalbin teveccühü içinde bulunan, ruhun teveccühü ve belki ruhun bedene gelmeden önceki teveccühü, ruhun varlığı ile birlikte olan teveccühüdür. Ruh daha fânî olmamıştır. Ruhun varlığı ile olan teveccühü ile, ruhun Fenâsı ile olan teveccühü başka başkadır. Kalbin teveccühü içinde olan ruhun teveccühüne nihâyet denilmesi, nihâyette yalnız ruhun teveccühü kaldığı içindir. Nihâyetin, bidâyette yerleştirilmesi demek, nihâyetin görüntüsünün bidâyette yerleştirilmesidir. Kendisinin yerleştirilmesi demek değildir. O bidâyette yerleştirilemez. Görüntünün yerleştirildiğini açıkça söylememeleri, belki, bu (Tarîka-i aliyye) talebesini çalıştırmak için olabilir. İşin doğrusu, Allahü teâlânın yardımı ile, bizim bildirdiğimizdir. Sâbıkların çekilmeleri, çalışmakla, uğraşmakla değildir. Rehberin teveccühü ve huzuru iledir. Onlarınki de, kalbin çekilmesidir. Ruhun bedene gelmeden önce olan teveccühünden de, biraz kalmıştır. Ruhun bedene gelmeden önceki teveccühünün meydana çıkması için uğraşmak, bedene gelince, teveccühü unutanlar için lâzımdır. Çalışmaları, sanki önceki teveccühü hâtırlatmak içindir. O kaçırılmış olan nîmeti bulmak içindir. Eski teveccühü unutanlar, adı geçen sâbıklardan daha latîf yaradılışlıdırlar. Çünki eski teveccühün hepsini unutmak, teveccühün tâm olduğunu ve onda yok olmuş olduğunu gösterir. Teveccühü unutmamak, böyle değildir. Böyle olmakla berâber, sâbıkların teveccühleri, bütün varlıklarına yayılmış, işlemiştir. Bedenleri de, ruhları gibi olmuştur. Sevilmiş ve seçilmiş olanlar da böyledir. Fakat, sevilmişlerdeki yayılış ile sâbıklardaki yayılış, başkadır. Birşeyin kendisi ile görüntüsünün başka olmaları gibidir. Buna kavuşanlar, böyle olduğunu iyi bilirler. Evet, kavuşan muhiblerde ve olgunlaşan mürîdlerde de bu yayılış vardır. Fakat, şimşek gibi gelip geçicidir, sürekli değildir. Devamlı yayılma, ancak sevilmiş olanlar içindir.
MARİFET 2: Erbâb-ı kulûb meczûbları, kalb makamında yerleşince ve o makamın marifetine ve şü'ûruna kavuşunca, tâliblere faydalı olabilirler. Bunların yanında bulunanlarda, kalbin çekilmesi ve muhabbeti hâsıl olabilir. Fakat kendileri, kemâle yetişmiş olmadıkları için, yanında bulunanlar da olgunlaşamazlar. (Nâkısdan kâmil gelmez) demişlerdir. Bunlar, yanındakileri kavuşturamaz iseler de, sülûk erbâbından daha faydalı olurlar. Çünki, sülûkün sonuna varsalar ve müntehîlerin cezbine kavuşsalar da, (Seyr-i anillah-i billah) ile, kalb makamına indirilmemişlerdir. Bu âleme döndürülmemiş olan müntehî, başkalarını yetiştirmek, onlara fayda vermek makamına mâlik olmaz. Onun âleme teveccühü, bağlılığı kalmamıştır ki, fayda verebilsin. Kendisine uyulan kimse, bir geçiddir. Çünki, geçid makamı olan, kalb makamına inmiştir. Ruhdan ve nefsden faydalanmaktadır. Ruh yolu ile, yukarıdan istifâde etmekte, nefs yolu ile aşağıya fayda vermektedir. Onun Allahü teâlâya teveccühü ile insanlara teveccühü bir aradadır. İkisinden biri, ikincisine perde olmaz. İfâdeyi ve istifâdeyi birlikte yapmaktadır. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı şeyhin bir geçid olmasına, Hak ile halk arasında aracı olmasıdır diyorlar. Teşbîhi ve tenzîhi kendinde toplamıştır diyorlar. İyi bilmelidir ki, geçid olmağı böyle anlamak sekrden ileri gelmektedir. Rehberlik ise, sahv hâlidir. Şü'ûrlu olmaktır. Öyle sözler, bu makamına yakışmaz. Çünki bu makamda, onların nefsleri, ruhun her tarafı kaplayan nûrları içindedir. Nûrların içinde bulunması, sekre sebeb olmuştur. Kalbin geçid olması makamında ise, nefs ve ruh birbirinden ayrılmıştır. Bundan dolayı, burada sekr olamaz. Burada, davet makamına uygun olan sahv vardır.
Olgun olan zatı kalb makamına indirdikleri zaman, geçid gibi olduğu için, âlemle bağlılık hâsıl eder. Yaradılışı uygun olanları yetiştirir. Hâlleri değişmiyen meczûbun da, kalb makamında bulunduğu zaman, âlemle bağlılığı vardır. Tâliblere teveccüh eder. Kalbin çekilmesi ve muhabbeti olsa bile, çekilmeğe ve muhabbete kavuşmuştur. Bundan dolayı, tâliblere faydalı olur. Şunu da bildirelim ki, hâli değişmeyen meczûbun verdiği fayda miktarı, geri dönmüş müntehînin yaptığı faydadan daha çoktur. Müntehînin Faydası ise, meczûbun faydasından daha kıymetlidir. Çünki geri dönmüş müntehînin âlem ile bağlılığı var ise de, bu bağlılık, görünüştedir. Doğrusuna bakılırsa, âlemden ayrıdır. Asla doğrudur. Onunla bâkîdir. Meczûb ise, âleme sıkı bağlıdır. Âlemin bir parçasıdır. Âlemin bâkî olduğu bekâ ile bâkîdir. İşte bunun için, tâlibler, meczûba tâm yakındırlar. Bunun için, ondan daha çok fayda hâsıl ederler. Geri dönen müntehîden ise, daha az istifâde ederler. Fakat vilâyet kemâllerinin mertebelerine yükselmek, ancak müntehînin yardımı ile olur. Bundan dolayı, müntehîden istifâde etmek daha kıymetlidir. Bundan başka, müntehînin hakîkatte himmeti ve teveccühü yoktur. Meczûbun ise, himmet ve teveccühü vardır. Himmet ve teveccüh ile tâlibi ilerletir ise de, kemâle ulaştıramaz. Şunu da bildirelim ki, tâliblerin meczûblardan edinecekleri teveccühün sonu, ruhun unutmuş olduğu eski teveccühüdür. Bunların sohbetinde, ruh eski teveccühünü hâtırlar. Kalbin teveccühünde, eski teveccüh de birlikte hâsıl olur. Müntehîlerin sohbetinde hâsıl olan teveccüh böyle değildir. Eskiden bulunmıyan yeni bir teveccühdür. Ruhun fenâsından belki de (Hakkânî vücûd) ile Bekâsından sonra hâsıl olan bir teveccühdür. Bundan dolayı, birinci teveccüh kolay hâsıl olur. İkinci teveccüh güc hâsıl olur. Kolay olan, çok olur. Güç olan, daha az olur. Bunun için, demişlerdir ki, cezbe hâsıl etmek için şeyhin Faydası olmaz. Çünki, o bağlılık önceden var idi. Ruh bedene gelince unutuldu. Hâtırlatmak, uyandırmak lâzım oldu. Bunu hâtırlatan zata, (Öğretici) denir. (Yetiştirici) denmez. Sülûk konaklarında ilerletmek için yetiştirici şeyh lâzımdır. Onun yetiştirmesi lâzımdır. Yetiştiricilerin, hâli değişmiyen böyle meczûblara, tâlibleri yetiştirmek için izn vermesi uygun değildir. Bunları kemâle erdirmek, yetiştirmek için bırakması doğru olmaz. Çünki, tâlibler arasında yüksek yaradılışlı olanlar vardır. Olgunlaşacak ve başkalarını da yetiştirebilecek yükseklikte yaradılmışlardır. Bunlar, böyle bir meczûbun eline düşerse, yaradılışlarındaki olgunlaşma kuvvetleri yok olabilir. Yükselmez olurlar. Buğday yetiştirmeğe elverişli bir toprağa, iyi buğdayın sağlam tohumu ekilirse, toprağın kuvvetine göre iyi buğday elde edilir. Kötü buğday tohumu veya nohud ekilirse, iyi buğday vermek şöyle dursun, toprağın yetiştirme kuvveti bozulur. Eğer bir meczûba izn vermekte fayda görür ve onun tâliblere faydalı olacağını anlarsa, onun tâlibleri yetiştirmesini birkaç şarta bağlar. Bunlardan biri, tâlib onun yetiştirme yoluna uygun olmalıdır. Onun yanında tâlibin yaradılışındaki kuvvet bozulmamalıdır. Kendi nefsi de, bu başkanlıktan dolayı taşkınlık yapmamalıdır. Çünki nefsi tezkiye bulmamış, kötü isteklerden vazgeçmemiştir. Bundan başka, tâlibin kendisinden herşeyi aldığını ve daha da alacak kuvvette olduğunu anlarsa, bunu ona bildirmeli, başka Rehbere giderek onun yanında işini bitirmesini söylemelidir. Kendini müntehî olarak tanıtmamalı, başkalarını aldatarak, herkesin yolunu kesmemelidir. İşte, meczûbun hâline ve zamana göre, bu şartlardan uygun olanı bildirmeli, bunları gözetmesini sıkıca söyliyerek izn vermelidir. Geri dönmüş olan müntehînin tâlibleri yetiştirmesi için, böyle şartlar lâzım değildir. Çünki o, Hakka teveccüh ile halka teveccühü kendisinde toplamış olduğundan, her tarîka ve her yaradılıştaki tâlibe uygundur. Herkes, yaradılışındaki kuvvet kadar ve ona bağlılığı kadar, ondan istifâde edebilir. Her ne kadar, şeyhlerin sohbetinde, onlara bağlılığın az veya çok olmasından dolayı, çabuk ve yavaş ilerlemek ayrılıkları olabilir. Fakat hepsinin yetiştirme kuvvetleri birdir. Tâlibleri yetiştirirken, hâsıl olacak şöhretin Allahü teâlânın bir hîlesi, aldatması olmasından korkması, bunun için Hak teâlâya sığınması ve Onun merhametine sarılması lâzımdır. Çünki, bu işte ve bütün işlerinde ve bütün zamanlarında Hak teâlâya sığınması, ona ihsân edilmiştir. Hiçbir vakt, hiçbir işinde ondan ayrılmaz. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir.
İKİNCİ MAKSAD: Burada sülûk anlatılacaktır.
Bir tâlib, sülûk yolu ile yükselmek istediği zaman, kendi rabbi, yetiştiricisi olan isme varır ve bu ismde fânî, yok olursa, (Fenâ makamı)na kavuşmuş olur. Bu ism ile bekâ bulduktan sonra, (Bekâ makamı)na kavuşmuş olur. Bu Fenâ ve Bekâ ile, vilâyetin birinci mertebesine yükselmekle şereflenmiş olur. Bu sözümüzü açıklamak ve incelemek lâzımdır.
AÇIKLAMA: Allahü teâlâdan gelen feyz iki dürlüdür: Birincisi, var etmek, varlıkta durdurmak, yaratmak, rızk vermek, hayat vermek, öldürmek gibi nîmetlerdir.
İkincisi, îman, marifet ve vilâyet ile Peygamberlik mertebelerinin başka başka kemâlleridir. Birinci feyzler, ihsânlar, Allahü teâlânın sıfatlarından gelir. İkinci feyzlerin bir çoğu, yine sıfatlardan ve başka bir çoğu da, şü'ûnlardan gelir. Sıfatlar ile şü'ûnlar arasında çok ince ayrılık vardır. Bu başkalıklar, ancak Muhammed aleyhisselâmın vilâyetine kavuşanlardan pekaz kimselere bildirilir. Bunları bildiren hiç kimse yoktur. Kısaca söyleriz ki: Sıfatlar, Allahü teâlânın zatından ayrı olarak dışarda vardır. Şü'ûnlar ise, Zat-i ilâhîde var denilen şeylerdir. Meselâ, su öyle yaratılmıştır ki, yukardan aşağı düşer. Onun bu düşmesi, kendisinde, hayat, ilim, kudret ve irâde varlığını düşündürür. Çünki ilim sahipleri, ağır oldukları için ve bildikleri için yukardan aşağı inerler. Yukarıya bakmazlar. İlim ise, diri olanda bulunur. İrâde, ilme bağlı olur. Kudretin de var olması lâzım gelir. Çünki irâde, gücü yeten iki şeyden birini seçmektir. Suda bunları düşünmek, şü'ûnlara benzer. Bu şü'ûnlar var iken, suyun başka sıfatları da olabilir. Bu sıfatlar, sudan ayrı olarak var olur. Yukarıdaki düşüncelerle, yâni şü'ûnlarla, su diridir, âlimdir, kâdirdir ve dileyicidir denilemez. Bunları söyleyebilmek için, ayrıca sıfatların bulunması lâzımdır. Âlimlerden birkaçı, su için bu ismleri söylemişler ise de, sözleri, şü'ûn ile sıfatları birbirlerinden ayıramadıkları için olmuştur. Sıfatların yokluğunu söyliyenler de, bu ikisini ayıramıyanlardır. Sıfatlar ile şü'ûnlar arasında ikinci bir ayrılık daha vardır: Şü'ûnların bulunduğu makam, dalgalanan şanlı bir makamdır. Sıfatların makamı böyle değildir. Muhammed Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem” ve Onun gölgesinde bulunan Evliyâsına, ikinci feyz, şü'ûnlardan gelir. Başka Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve berekâtühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i etbâ'ihim” ve onların gölgesinde bulunan Evliyâya bu feyz, hattâ birinci feyz de sıfatlardan gelir.
Resûlullahın rabbi olan ve ikinci feyzin gelmesine vâsıta olan ism, ilmin şânının zıllidir. İlim şânı, toplu olan ve birbirinden ayrılmış olan bütün şü'ûnları kendinde toplamaktadır. İlim şânının bu görüntüsüne (Kâbiliyyet-i zat) denir. İlim şânı ve bunun kendinde toplamış olduğu bütün şü'ûnlar, Zat-i teâlânın kâbiliyyetidir. Bu kâbiliyyet, Zat-i teâlâ ile ilim şânı arasında bir geçid ise de, bunun Zat-i teâlâ tarafı anlaşılamaz olduğundan, bu geçid yalnız ilim şânına karşı olan tarafı ile anlaşılabilmektedir. Bunun için, bu kâbiliyyete ilim şânının zılli denilmiştir. Bir şeyin zılli, o şeyin ikinci bir mertebede görüntüsüdür. Onun kendisi değildir, benzeridir. Bu kâbiliyyetin hâsıl olması, iki tarafının hâsıl olması demektir. Bundan dolayı, bu geçid, mükâşefede, ilim şânının altında görünmektedir. Bu şândan sonra ve onun altında göründüğü için, onun zılli demek uygun olmuştur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme ve bâreke” gölgesinde bulunan Evliyânın rableri olan, onlara ikinci feyzin gelmesinde geçid olan ismler, bu kâbiliyyetin zılleridir. Bu toplu olan kâbiliyyetin açılmış, dağılmış parçalarıdır. Başka Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ ve teslîmatühü alâ nebiyyina ve aleyhim” rableri ve hem birinci, hem ikinci feyzlerin gelmesine geçid olan, ayrıca dışarda bulunan sekiz sıfatın Zat-i teâlâdaki kâbiliyyetidir. O Peygamberlerin görüntüsü altında bulunan Evliyânın rableri, hem birinci ve hem ikinci feyzin gelmesinde geçid olan bu sekiz sıfattır. Resûlullaha birinci feyzin gelmesinde geçid olan, Allahü teâlânın sıfatlarının, Zat-i teâlâdaki kâbiliyyetidir. Sanki, başka Peygamberlere “salevâtüllahi ve berekâtühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim” feyzlerin gelmesinde geçid gibi olan kâbiliyyetler, bu toplu olan kâbiliyyetin zılleri, açılıp yayılmış şeklidir. Resûlullahın görüntüsü üzerinde bulunan Evliyâya birinci feyzin gelmesinde geçid gibi olanlar da başkadır. Çünki bunlar, sıfattırlar. Görülüyor ki, Muhammedî olan Evliyâya birinci feyzin gelmesindeki geçidler, ikinci feyzin gelmesindeki geçidlerden başkadır. Başka Evliyâda ise, bu geçidler başka değildir. Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, (Muhammed aleyhisselâmın rabbi, yâni feyz gelmesinde geçid olan, sıfatların zattaki kâbiliyyetidir) dediler. Bu sözleri, şü'ûn ile sıfatları birbirinden ayıramadıklarını göstermektedir. Hattâ şü'ûn makamını bilmediklerini göstermektedir. Doğruyu meydana çıkaran, ancak Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren Odur. Resûlullahın rabbi, yâni her iki feyzin de gelmesine geçid olan, hem şü'ûn makamındaki ve hem sıfatların makamındaki rabbi, bütün rablerin rabbidir. Yâni ana geçid, ana yol olduğu iyi anlaşıldı. Bundan başka, Resûlullahın vilâyetinin kemâlleri mertebelerine feyz, doğrudan doğruya geçid olmaksızın, Zat-i ilâhîden gelmekte olduğu da anlaşılmış oldu. Çünki şü'ûnlar, zattan başka değildirler. Zattan başkalıkları, yalnız akıl iledir. Bundan dolayı, (Tecellî-i zatî), yalnız Resûlullah için oldu. Onun izinde gidenlerin büyükleri, Onun yolundan feyz aldıkları için, bunlar da, o makamdan birşeye kavuşmuşlardır. Başkalarının feyz almalarına, sıfatlar geçid olmaktadır. Sıfatlar, ayrı bir varlıkta dışarda mevcut oldukları için, arada sağlam perdedirler. Bunlar (Tecellî-i sıfâtî)ye kavuşurlar. Sıfatların Zattaki kâbiliyyeti, akıl ile, düşünce ile vardır. Dışarda varlığı yoktur. Sıfatlar, dışarda vardırlar. Bunların kâbiliyyetleri ise, dışarda yoktur. Fakat kâbiliyyetler, Zat ile sıfatlar arasında geçid gibidirler. Belki de şü'ûnlarla sıfatlar arasındadırlar. Geçidin iki ucu, iki tarafındakine benzer. Bunun için, kâbiliyyetler de, sıfatlar gibi olarak, perdelik yapmışlardır. Fârisî beyt tercemesi:
Dostun ayrılığı, az olsa da, az değildir.
Gözde yarım kıl olsa, çok görünür.
Yukardaki bildirilenlerden anlaşıldı ki, Zat-i teâlânın perdesiz olarak görünmesi, (Tecellî-i şühûdî)de olabilir. Fakat (Tecellî-i vücûdî)de olamaz. Bunun için, Resûlullaha, vilâyet kemâllerinin feyzinin gelmesinde hiçbirşey perde olmamaktadır. Vücûdün feyzinin gelmesinde ise, sıfatların Zattaki kâbiliyyetleri perde olmaktadır. Bu, yukarda bildirildi.
Süâl: Şü'ûn ve bunların kâbiliyyetleri, akıl ile düşünülür şeyler olunca, zihnde var olurlar. İlim, bunlara perde olur. Bununla berâber, sıfatların perdeleri dışarda, şü'ûnun perdeleri ilimde olmaz mı?
Cevâb: Zihnde var olan şey, dışarda var olan iki şey arasında perde olamaz. Dışarda var olan şeye, yine dışarda var olan şey perde olur. Zihnde var olan şey, perde olsa bile, bazı marifetler hâsıl olunca, bu perde aradan kalkar. Dışarda var olan perde ise, aradan hiç kalkmaz.
Yukardaki bilgilerden anlaşılıyor ki, Muhammedî olan kimsenin (Seyr-i ilallah) denilen yolculuğunun sonu, onun rabbi olan isme kadardır. Bu ism de, şânın zıllidir. Bu ismde fenâ bulduktan sonra (Fenâ-fillah) makamına kavuşmakla şereflenir. Eğer bu ismde bâkî olursa (Bekâ-billah) makamına kavuşur. Bu Fenâya ve Bekâya kavuşmakla (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) “alâ sahibihessalâtü vesselâmü vettehıyye” vilâyetinin birinci mertebesine ayak basmış olur. Muhammedî olmıyan bir Velî, rabbi olan sıfata ve o sıfatın kâbiliyyetine yetişir. Eğer kavuşmuş olduğu bu ismde, yâni sıfatta ve kâbiliyyette fânî oldu ise, ona (Fânî-fillah) denilemez. Bunun gibi, bu ismde bekâ bulunca da, (Bâkî-billah) değildir. Çünki (Allah) ismi bütün şü'ûnları ve sıfatları bulunan bir mertebenin ismidir. Şü'ûnun Zattan başka olması, akıl ile olduğundan, şü'ûn Zattan ve birbirlerinden başka değildir. Bundan dolayı şü'ûnda bir bakımdan Fenâ bulmak, her bakımdan Fenâ bulmak olur. Belki de, Zat-i teâlâda Fenâ bulmak olur. Bunun gibi, şü'ûnda bir bakımdan Bekâ bulmak, her bakımdan Bekâ bulmak olur. Bundan dolayı, böyle olunca (Fânî-fillah) ve (Bâkî-billah) demek doğru olur. Hâlbuki sıfatlarda böyle değildir. Çünki sıfatlar, Zattan ayrı olarak dışarda vardır. Bunlar, Zat-i teâlâdan ve birbirlerinden başkadırlar. Bir sıfatta Fenâ bulmakla, her sıfatta Fenâ bulmuş olmaz. Sıfatlarda Bekâ bulmak da böyledir. Bunun için, böyle fânî olana, Fânî-fillah denilemez. Belki, yalnız fânî ve yalnız bâkî denilebilir. Yâhud, sıfatın ismi söylenerek denilir. İlm sıfatında fânî veya bu sıfatla bâkî gibi denilir. Bundan anlaşılıyor ki, Muhammedî olan Evliyânın Fenâsı tâmdır. Bekâsı da kâmildir.
Muhammedî olan Velî, şü'ûna doğru yükselir. Şü'ûnun bu âlemle hiç ilgisi yoktur. Çünki âlem, sıfatların zıllidir. Şü'ûnun görüntüsü değildir. Bundan dolayı sâlikin şânda Fenâsı, onun tâm Fenâsı olur. Öyle olur ki, sâlikin varlığı ve eseri, izi hiç kalmaz. Bekâsında da, bütün varlığı, o şân ile bâkî olur. Sıfatta fânî olan böyle değildir. Kendisi ve eseri büsbütün yok olmaz. Çünki, sâlikin varlığı o sıfattandır ve o sıfatın zıllidir. Aslın görünmesi, kendi zıllini büsbütün yok etmez. Hâsıl olan Bekâ da, Fenâsı kadardır. Bundan dolayı, Muhammedî olan Velî insanlık sıfatlarına geri dönmez. Koğulmak korkusundan mahfûzdur. Çünki, kendisinden büsbütün geçmiştir. Hak teâlâ ile bâkî olmuştur. Bu makamdan geri dönmek olamaz. Sıfatlarda Fenâ bulmak, böyle değildir. Çünki bu Fenâda, sâlikin varlığının eseri izi yok olmadığı için geri dönebilir. Vâsıl olan Velînin insanlık sıfatlarına dönmesi câiz olur diyen ve olmaz diyen âlimler vardır. Böyle başka söylemeleri, yukarda bildirdiğimiz ayrılıktan ileri gelebilir. Bu sözün doğrusu, Muhammedî olan, geri dönmekten korunmuştur. Başkaları için bu korku vardır. Sâlik fenâya kavuştuktan sonra, varlığının eseri de yok olur denildiği gibi, yalnız varlığı yok olur, eseri yok olmaz diyenler de olmuştur. Bu sözün doğrusunu, biraz açıklamak ister. Şöyle ki, Muhammedî olan sâlik fânî olunca, hem kendi, hem de eseri yok olur. Başkalarının ise, eseri yok olmaz. Çünki, sâlikin aslı olan sıfat yok olmamıştır. Bunun zılli de yok olmaz. Burada bir incelik vardır, şöyle ki:
Aynın ve eserin yok olması demek, görünmemeleri demektir. Varlıkları yok olmak değildir. Varlıkların yok olması ilhâda ve zındıklığa yol açar. Tesavvuf büyüklerinden bir çoğu, kendisi yok olur dedi. Eser yok olmaz dediler. Eseri yok bilmek, eserin yok olacağını söylemek, ilhâd ve zındıklık olur dediler. Burada da, sözün doğrusu, Allahü teâlânın bildirmesi ile bizim söylediğimizdir. Ne kadar şaşılır ki, vücûd yok olur dedikleri hâlde, kendisi de yok olur demişlerdir. Çünki, vücûdünün kendisi yok olur demek de, eser yok olur demek gibi, ilhâd ve zındıklık olur. Sözün kısası, kendisinin de ve eserinin de vücûdü yok olamaz. Aynın ve eserin de şühûdleri yok olabilir. Yok olmuştur da. Fakat, yalnız Muhammedî olanlarda yok olmuştur.
Muhammedî olan Evliyâ, kalb makamından büsbütün kurtulmuşlar, kalbin sahibine kavuşmuşlardır. Hâlleri değişmez. Mâsivâya köle olmaktan tâm âzâd olmuşlardır. Başka Evliyâda eserlerin vücûdü bulunduğundan, hâlden hâle dönerler. Kalb makamından dışarı çıkamazlar. Çünki, eserlerin varlığı ve hâllerin değişmesi (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye)den olur. Başka Evliyânın şühûdleri, perde arkasında olur. Çünki, sâlikin varlığı ne kadar çoksa, aranılanın perdeleri de o kadar çok olur. Eser kaldıkca, perde de bu eserdir.
MARİFET 3: Eğer sâlik, bilinen sülûkten başka bir sülûk yolu ile, yüksek mertebelerden bir mertebede, rabbi olan isme yetişirse veya bu isme yetişmiyerek, bu mertebede fânî olursa, buna da, (Fenâ-fillah) demek doğru olur. Bu mertebede (Bekâ) da böyledir. Fenâ-fillahı bu ism için söylemek, bu fenâ, başka fenâların mertebelerinin birinci mertebesi olduğu içindir.
MARİFET 4: Sülûkün çeşidleri vardır. Birçoğunda önce, cezbe yoktur. Birçoğunda ise, önce cezbe vardır. Birçoğunda da, sülûk yolundaki konakları geçerken, cezbe hâsıl olur. Bir başkaları, sülûk konaklarını geçer. Fakat cezbe hâsıl olmaz. Sevilmişlerde, cezbe önce olur. Öteki çeşidleri, sevenler içindir. Muhiblerin, yâni sevenlerin sülûkü, bilinen on makamı geçmektir. Sıra ile, birer birer geçilir. Mahbûbların, yâni sevilmişlerin sülûkünde, on makam, toptan hâsıl olur. Sıra ile, birer birer geçmelerine lüzûm kalmaz. (Vahdet-i vücûd) bilgisi ve buna benzer olan, ihâta, sereyân, Zat-i ilâhînin mâıyyeti gibi şeyler, önce olan veya ortada hâsıl olan cezbelerde olur. Cezbesiz olan sülûkte ve müntehîlerin cezbelerinde, böyle bilgiler hâsıl olmaz. Bunu yukarıda bildirmiştik. Müntehîlerde hâsıl olan (Hakk-ul-yakîn)in de, tevhîd-i vücûdîye bağlı olan bilgilerle bir ilgisi yoktur. Her nerede, tevhîd-i vücûdî sâliklerinin makamlarına uygun olan hakk-ul-yakîn bildirilmiş ise, bu, mübtedî olan veya ortada olan meczûbların hakk-ul-yakînidir.
MARİFET 5: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı buyurdu ki, (Tâlibde cezbe hâsıl olunca, bundan sonra, onun yol göstericisi, artık bu cezbedir. Başka yol gösterici istemez. Bu cezbe ona yetişir). Bu cezbe sözü ile, eğer Seyr-i fillahın cezbesini demek istiyorlarsa, evet öyledir, yetişir. Fakat, yol gösterici demeleri, bu isteklerine uygun olmaz. Çünki, Seyr-i fillahdan sonra, yol kalmamıştır ki, yol gösterici lâzım olsun. Sülûktan önce olan cezbe de olamaz. Sözlerinden de, bunun olmadığı anlaşılmaktadır. Geriye ortadaki cezbeyi dilemiş olmaları kalıyor. Bunun yalnız başına, tâlibi aradığına kavuşturabileceği bilinememektedir. Çünki ortada bulunanlardan çoğu, bu cezbe hâsıl olduğu zaman, yukarıya yükselmekten vazgeçmektedirler. Bu cezbeyi, müntehîlerin cezbesi sanmaktadırlar. Yolda hâsıl olan cezbe, eğer yol göstermek için yetişseydi, bunları yolda bırakmazdı. Evet, başlangıcdaki cezbe, sevilenlerde hâsıl olduğu için, buna yetişir denilirse, yeri vardır. Mahbûbları ihsân çengeli ile çekerler. Bunları yolda bırakmazlar. Fakat, başlangıcda hâsıl olan her cezbenin de yetişeceği söylenemez. Arkasından sülûk gelen cezb, yol göstermek için yetişir. Sülûke kavuşmazsa, kısır bir meczûbdur. Sevilmişlerden değildir.
SON: Tesavvuf büyüklerinden birçoğu, (Tecellî-i zatî) şü'ûrü giderir ve hissi yok eder dediler. Bunlardan birkaçı, kendi hâllerini şöyle anlattı: Tecellî-i zatî hâsıl olunca, uzun zaman hissiz, hareketsiz düşmüşüm. Herkes, beni öldü zannetmiş. Birkaçı da, Tecellî-i zatî üzerinde konuşmağı ve başka şeyleri yasak ettiler. Sözün doğrusu ise, bu Tecellî-i zatî, ismlerden bir ismin perdesi arkasından olmaktadır. Perdenin arada kalması, tecellîye kavuşanın, varlığında kalan eserin çokluğu kadar uzun sürer. Şü'ûrun gitmesi de, kalan bu eserden ileri gelmektedir. Eğer tam fânî olup da, (Bekâ billah) ile şereflenirse, bu tecellî onun şü'ûrunu hiç gidermez. Arabî beyt tercemesi:
Ateş, içine düşen kimseyi yakar,
Ateş olmuş kimse ise, nasıl yanar?
Bir kimse ateşe düşerse yanar, kül olur. Bir kimse, yanıp ateş olmuş ise, ateş artık onu yakamaz.
Perde arkasında olan tecellî, (Tecellî-i zat) değildir. (Tecellî-i sıfât) demektir. Resûlullah için olan Tecellî-i zat, perdesiz olan tecellîdir. Perde bulunması, şü'ûrsuzluk olması ile anlaşılır. Şü'ûrsuzluk, uzaklığı gösterir. Şü'ûr, perdesizliği gösterir. Şü'ûr, tâm olan huzurda olur. Büyüklerden biri, perdesiz olan tecellînin biricik sahibi olan Muhammed aleyhisselâmın hâlini şöyle anlatıyor. Fârisî nazm tercemesi:
Mûsâ , sıfatlardan,
Bir ışık görüp, aklı gitti temâm.
Sen ise Muhammed !
Zâtına bakar ve gülerdin müdâm.
Perdesiz olan bu tecellî-i zatî, sevilmişler için aralıksızdır. Sevenler için ise, şimşek gibi gelip geçicidir. Çünki mahbûbların bedenleri, ruhları gibi olmuştur. Bu benzerlik bütün bedenlerine işlemiştir. Sevenlerde, bedenin bu benzeyişi çok az olur. Hadis-i şerifde, (Allahü teâlâ ile öyle vaktim vardır ki...) buyuruldu. Burada bildirilen vakt, şimşek gibi gelip geçen tecellîler değildir. Çünki O Server, sevilmişlerin şâhıdır. O tecellî, O Server için süreklidir. Belki bu aralıksız tecellîde bulunan şeylerden biri bildirilmiştir ki, bu şey az zaman hâsıl olmaktadır. Tadını tadanlar, bunu iyi anlar.
MARİFET 6: (Allahü teâlâ ile öyle vaktim vardır ki, o zaman hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana ortak olamaz) hadis-i şerifini anlatırken, tesavvuf büyükleri ikiye ayrılmıştır: Birçoğu, burada bildirilen vakt, sürekli, kesiksiz vakttir dedi. Başkaları ise, arasıra olan vakttir dedi. Sözün doğrusu şöyledir ki, sürekli olmakla berâber, bunun arasıra olan yerleri de vardır. Yukarıda buna işaret etmiştik. Bu fakire göre, arasıra olan vakt, namazda olmaktadır. Belki, bunun içindir ki, hadis-i şerifde, (Namaz, gözümün bebeğidir) buyurularak, buna işaret olunmuştur. Başka bir hadis-i şerifde, (Kulun Rabbine en yakîn olduğu zaman, namazdadır) buyuruldu. Alak sûresinin ondokuzuncu [19] âyetinde, (Secde et ve yaklaş!) buyuruldu. Allahü teâlâya yakınlık ne kadar çok olursa, başka şeylerin araya karışması o kadar az olur.
Süâl: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı kendi hâllerinin kuvvetini, sürekli olduğunu bildirmek için, (Namazdaki hâlim, namazdan önceki hâlim gibidir) diyor. Yukarıdaki hadis-i şerif, hattâ âyet-i kerime ise, hâlin sürekli olmadığını bildirmektedir. Bu nasıl olur?
Cevâb: Zamanın sürekli olduğu meydandadır. Söz konusu olan, bu sürekli zaman içinde ayrıca az bulunan zamanların da olup olmamasıdır. Bu az zamanların bulunduğunu anlamıyanlar, buna yok demişlerdir. Bu makama kavuşturulanlar ise, varlığını bildirmişlerdir. Sözün doğrusu şudur ki, Resûlullahın artıklarını toplamakla şereflendirilen bir kimse, namazda gönlünü toparlayıp, namazdaki o ni'metten biraz tadabilir. Fakat namazda Resûlullaha mahsûs olan nîmetim artıklarını toplamakla şereflenenler pekazdır. Allahü teâlâ, sonsuz olan ihsânı ile ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hurmetine bu makama bizleri de kavuştursun!
MARİFET 7: Sıfatların sahiplerinden olan müntehîler, bilgiler ve marifetler bakımından meczûblara yakındırlar. Her ikisinin şühûdleri birbirine benzer. Çünki, ikisi de (Erbâb-i kulûb)dendirler. Bununla berâber, sıfatların sahipleri, bilgilerin ve marifetlerin inceliklerini anlarlar. Meczûblar böyle değildir. Bundan başka, sıfatların erbâbı, sülûk etmekle ve yukarı yükselmekle, yükselmemiş meczûblardan daha çok yaklaşırlar. Lâkin aslın sevgisi meczûbları sarmıştır. Arada perdeler varsa da, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadis-i şerifine göre meczûblar da, asla yakın ve berâber sayılır. Meczûblar, sevgi bakımından, Muhammedî olan Evliyâya benzerler. Çünki, arada perdeler bulunsa bile, meczûblarda da aslın sevgisi vardır.
MARİFET 8: Tesavvuf büyüklerinden birkaçı, (Kutblar Tecellî-i sıfâta, Fertler Tecellî-i zata kavuşur) demişlerdir. Bu sözleri üzerinde biraz düşünmek lâzımdır. Çünki, kutb yaradılışta Muhammedîdir. Muhammedî olanlar, Tecellî-i zata kavuşur. Evet, bu tecellînin de çeşidleri vardır. (Efrâd)ın kavuştuğu kurba, (Aktâb) kavuşamaz. Fakat ikisi de, zatın tecellîsine kavuşur. Bunlar belki kutb demekle, (Kutb-i ebdâl) demek istemişlerdi. Çünki bu kutb, İsrâfîl aleyhisselâmın zılli üzerindedir. Muhammed aleyhisselâmın zılli üzerinde değildir.
MARİFET 9: Hadis-i şerifde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yarattı) buyurdu. Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yoktur. Nasıldır denilemez. Âdemin ruhu, kendi hulâsası, özüdür. Allahü teâlâ, Âdemin ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yarattı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, ruh da mekânsızdır. Ruh da madde değildir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhdur. Bunun gibi, âlemi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyz, önce ruha gelir. Ruhdan bedene yayılır. Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmektedir. Hadis-i kudsîde, (Yere ve göke sığmam. Fakat mümin kulumun kalbine sığarım) buyurdu. Çünki, yer ve gök çok geniş olmakla berâber maddedirler. Mekânlıdırlar. Birşeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bunlarda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, benzeri olanla bir arada bulunmaz. Mümin kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir. Müminin kalbi denildi. Çünki kâmil, olgun müminlerden başkasının kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüştür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmıştır. Onlar gibi olmuştur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmıştır. Anlaşılacak hâle gelmiştir. Anlaşılamıyanı yerleştirmek gücü kalmamıştır. A'râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvan gibidir. Belki hayvandan daha sapıktır) buyuruldu. Tesavvuf büyükleri arasında kalbinin geniş olduğunu söyliyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır. Çünki, mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fakat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan ruha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki daha da küçüktür. Şunu da söyleriz ki, müminin kalbi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Belki, sonsuz olanla bâkî olmuştur. Arş, içindekilerle birlikte, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri bile kalmaz. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bunu anlatırken, (Hâdis, kadîme yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz) buyurdu. Bu, ruh için dikilmiş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Mekânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rahmân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmaya yakışmıyan, emânet yükünü taşıyamaz. Sultânın hediyyelerini, ancak onun hayvanları taşır. Ahzâb sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen, (Emâneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik, yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zâlim oldu. Câhil oldu) buyuruldu.
İnsan kendine çok zulmetti. Varlığından ve kendi ile birlikte var olanlardan bir iz, bir eser kalmadı. Çok câhil oldu. Çünki, maksadı kavrıyamadı. Aranılandan bilgi edinemedi. O mekânda, anlayamamak, anlamaktır. Bilmediğini söylemek, bilmektir. Allahü teâlâyı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımaktır.
TENBÎH: Yazılar arasında, Allahü teâlânın yerleşmesi veya Onda birşeyin yerleşmesi, Ona yaklaşmak anlaşılan kelimeler bulunursa, başka kelime bulunamadığı için olduğunu anlamalı. Böyle sözleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak anlamalıdır.
MARİFET 10: İnsan, (Âlem-i sagîr)dir. İnsandan başka olan herşey (Âlem-i kebîr)dir. Âlem-i sagîr ve Âlem-i kebîr, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görüntüleridir. Zâtındaki kemâllerin ve şü'ûnün aynalarıdır. Âlemler kapalı bir hazîne idi. Gizli bir defîne idi. Bunları meydana çıkarmak diledi. Toplu iken açmak, yaymak istedi. Aslını göstermek için, özünü belli etmek için, âlemi yarattı. Âlemin, kendi yaratanı ile biricik bağlılığı, Onun mahlûku olmasıdır. Başka hiçbir ilgisi yoktur. Onun büyüklüğünü, yüksekliğini, kemâllerini göstermektedir. Bundan başka bağlılık söylemek, meselâ birleşmek, benzemek, etrâfını kuşatmak, berâber olmak gibi sözler, hep sekrden ve hâllerin kaplamasındandır. Hâlleri doğru olan büyükler , sekrden kurtulmuş, sahve, şü'ûra kavuşmuşlardır. Böyle şeyler söylemezler. Söylemiş iseler, tevbe ve istigfâr ederler. Yolda ilerlerken, bunlardan birçoğuna böyle bilgiler hâsıl olur ise de, nihâyete kavuşunca, bu bilgiler yok olur. İslâmiyyete uygun olan ledünnî bilgiler ihsân olunur. Bunu iyi anlatabilmek için, şöyle benzetebiliriz: Fen sahibi, derin bir âlim, bilgilerini, fenlerini dışarı çıkarmak, anlatmak isterse, harfler ve sesler kullanır. Bu harflerin ve seslerin içinde bilgilerini ortaya döker. Bu harfler ve sesler, bilgileri göstermektedir. Âlimle hiçbir bağlılıkları yoktur. Yalnız, âlim bu harflerin sahibidir. Bunlar da, onun yüksekliğini gösteren işaretlerdir. Harflere ve seslere, âlimin kendisidir, yâhud bilgilerin kendisidir denemez. Harfler ve sesler, bu bilgileri kaplamıştır, berâberdir gibi şeyler de söylenemez. Bilgiler, âlimin kafasında olduğu gibidir. Hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. Evet, harflerle sesler, bunları göstermekte, bunlar da onlar ile gösterilmektedir. Bu kadarcık bağlılık, aslı olmıyan birkaç şey hayâle getirir. Bu şeylerin âlimle ve bilgilerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu harfler ve sesler dışarda vardırlar, âlim ve onun bilgileri dışarda vardır, harfler, sesler ise, vehm ve hayâldir demek yanlıştır. Bunun gibi (Mâ-sivâ) adı da verilen âlem, dışarda vardır. Bu varlık, bir görüntü ve asla bağlı olan bir varlık ise de, dışarda vardır. Âlem vehm ve hayâldir demek yanlıştır. Eski Yunan felsefecilerinden Sofistâî denilen birkaçı böyle söylemiştir. Böyle söyliyenlerin, âlem için bir hakîkat vardır demeleri, âlemi vehm ve hayâl olmaktan kurtarmaz. O zaman, hakîkat var olmuş olur, âlem değil. Çünki, âlemi o hakîkatten başka bilmektedirler.
[Allahü teâlâdan başka herşeye, yâni her mahlûka, (Âlem) veya (Mâsivâ) denir].
TENBÎH: Âlemin ismlere ve sıfatlara ayna olması demek, ismlerin ve sıfatların sûretlerine, görüntülerine ayna olması demektir. Âlem, ismlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünki ism de, ismin sahibi gibi, hiç bir mertebe ile çevrilemez. Sıfat da, sıfatın sahibi gibi hiçbir aynada görülemez. Fârisî beyt tercemesi:
Dar olan şekil ve sûret kabına manâ nasıl sığar?
Dilencinin kulübesinde, sultânın ne işi var?
MARİFET 11: O Serverin izinde gidenlerin büyükleri, Ona uydukları için, Onun için olan Tecellî-i zatîden pay alırlar. Başka Peygamberlere ise Tecellî-i sıfât vardır. Tecellî-i zat, Tecellî-i sıfâttan daha şereflidir. Fakat, şunu da bilmelidir ki, Peygamberlere Tecellî-i sıfâtta, kurb mertebeleri hâsıl olmaktadır. Bu ümmetin büyüklerine, Tecellî-i zattan bir pay düştüğü hâlde, bu mertebeler hâsıl olmaz. Bunun benzeri şöyledir ki, bir kimse, güneşe âşık olarak, güneşe doğru yükselse ve yaklaşsa, güneşle arasında ince bir perdeden başka uzaklık kalmasa, başka birisi de, güneşi çok sevse, fakat ona yaklaşmasa, güneşle arasında hiçbir perde olmasa, birincinin güneşe daha yakın olduğu ve onun üstünlüğünü daha iyi anlıyacağı meydandadır. Daha yakın olan ve marifeti daha çok olan, elbette daha üstündür. Bunun içindir ki, ümmetlerin en hayrlısı olan bu ümmetin Evliyâsından hiçbiri Peygamberleri en üstün ise de, hiçbir Peygamberin derecesine yetişemez. Bu Velîye, kendi Peygamberini en üstün yapan üstünlüklerden, Ona uyduğu için, verilmiş ise de, Peygamberler, her bakımdan üstündürler. Evliyâ, artık toplayıcıdırlar. Sözümüz burada temâm oldu. Bundan dolayı ve bütün nîmetlerinden dolayı, Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve hepsine ve mukarreb meleklere ve Sıddîklara ve şehitlere ve sâlihlere salât ve selâm olsun!
Hakka bırak her işini, esbâba yapış yeter,
Bu sözüm olsun sana, ârif isen, her an rehber.

(imam ı rabbani hazretleri 290.mektub)

Bu mektûb, molla Muhammed Hâşime yazılmıştır. Allahü teâlânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine başlangıcda ihsân etmiş olduğu yolu bildirmektedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve Onun temiz olan Âlinin ve Eshâbının hepsine salât ve selâm olsun ! Tesavvuf âlimlerinin yolları arasında en kısa, en uygun, en sağlam, en sâlim, en kuvvetli, en doğru, en iyi, en yüksek ve en olgun olanı Ebû Bekr-i Sıddîktan gelen yoldur. Bu yolda bulunanların ruhlarını ve sahiplerinin sırlarını, Allahü teâlâ taktîs eylesin! Bu yolun bütün bu üstünlükleri ve bu yolda yetişenlerin şânlarının üstün olması, sünnet-i seniyyeye yapıştıkları ve bid'atlerden sakındıkları içindir. Eshâb-ı kirâmda olduğu gibi “aleyhimürrıdvan minelmelikilmennân”, bu büyüklerin de, bidâyetlerinde, nihâyetlerinin kazancı yerleştirilmiştir. Yüksek dereceye kavuştuktan sonra, huzurları devamlı olmuştur. Başkalarının huzuru geçicidir.
Kardeşim! Allahü teâlâ, seni doğru yola ulaştırsın! Bu fakir, bu yola özendiğim zaman, Allahü teâlâ, işimi kolaylaştırdı. Vilâyet kaynağı, hakîkatin mütehassısı, nihâyetin başlangıcda yerleştirilmiş olduğu yolun kılavuzu, vilâyet derecelerine kavuşturan caddenin sürücüsü, dînin koruyucusu, şeyhimiz ve imamımız, şeyh Muhammed Bâkî hazretlerine kavuşturdu. Bu yoldaki büyüklerin seçkinlerinden olan bu yüksek zat, Allahü teâlânın ismini zikr etmeği öğretti. Teveccüh buyurdu. Bu fakirde, zikrin tadı tâm hâsıl oldu. Sevincimin çokluğundan ağladım. Birgün sonra, bu büyüklerin kıymet verdikleri ve (Gaybet) dedikleri, şü'ûrsuzluk hâsıl oldu. Kendimden geçince, büyük bir deniz gördüm. Dünyadaki şeklleri, sûretleri, bu deniz içinde gölge gibi gördüm. Şü'ûrsuzluğum çoğaldı. Bir sâ'at, iki sâ'at sürdüğü günler oldu. Bütün geceyi kaplamaya başladı. Olanları, kendilerine arz ettim. (Fenâ)dan biraz hâsıl olmuş buyurdu. Zikr etmeği yasakladı. (Bu huzuru elden kaçırma!) dedi. İki gün sonra, bilinen (Fenâ) hâsıl oldu. Arz eyleyince, (Vazîfeni yap!) buyurdu. Fenânın Fenâsı hâsıl oldu. Arz eyledim. (Bütün âlemi bir birleşmiş topluluk olarak görüyor musun?) buyurdu. (Evet) dedim. (Fenânın Fenâsında, âlemi böyle birleşik görmekle birlikte, şü'ûrsuzluk da hâsıl olur) buyurdu. Hemen o gece, buyurduğu gibi, Fenâ hâsıl oldu. Bunu ve bundan sonra olanı arz eyledim ve Allahü teâlâyı, ilm-i huzurî ile bildiğimi ve kendisinde bulunmıyan sıfatlarla birlikte bildim dedim. Bundan sonra, bütün eşyayı kaplıyan bir nûr göründü. Onu Hak teâlâ sandım. Bu nûr siyah idi. Arz eyledim. (Nûr perdesi arkasında Hak teâlâ görülmüştür. Bu nûrdaki genişlik, ilimdedir. Zat-i teâlâ herşeyle ilgili olduğu için, geniş görünmektedir. Bunu yok etmek lâzımdır) buyurdu. Sonra, bu nûr küçülmeğe başladı. Darlaştı. Nokta gibi oldu. (Noktayı da yok etmek, hayrete gelmek lâzımdır) buyurdu. Öyle yaptım. Hayâl olan nokta da yok oldu. Hayrete daldım. Hak teâlâ, kendini kendi görür gibi göründü. Arz eyledim. (İşte, Nakşibendiyyenin huzuru, bu huzurdur) buyurdu. Bu yoldakilerin nisbeti, bu huzur demektir. Bu huzura, gayb olmıyan huzur da denir. Nihâyetin bidâyette yerleşmesi, burada olur. Bu yolda, tâlibe bu nisbetin hâsıl olması, başka yollarda, tâlibin maksada kavuşmak için, çalışılacak zikrleri ve vazîfeleri rehberlerinden almalarına benzer. Fârisî mısra' tercemesi:
Gül bağçemi gör de, behârımı anla!
Bu fakirde bu nisbetin hâsıl olması, zikr öğrendiğim günden, iki ay ve birkaç gün sonra başladı. Bu nisbet hâsıl olduktan sonra, (Fenâ-i hakîkî) denilen, başka bir fenâ hâsıl oldu. Kalb o kadar genişledi ki, yer küresinin ortasından Arşa kadar, bütün âlem, bu genişlik yanında, hardal dânesi kadar bile değildi. Bundan sonra, kendimi ve âlemin her parçasını, hattâ her zerreyi, Hak teâlâ olarak gördüm. Bundan sonra âlemin her zerresini birer birer hep kendim gördüm. Kendimi onların herbiri olarak gördüm. Sonra, bütün âlemi, bir zerrede yok buldum. Sonra, kendimi ve her zerreyi, o kadar geniş gördüm ki, bütün âlemi hattâ âlemin birkaç katını içimde gördüm. Kendimi ve her zerreyi, her zerreye yayılmış, sızmış olan nûr gördüm. Âlemdeki şekller, sûretler, bu nûrda yok oldular. Sonra kendimi ve hattâ her zerreyi, bütün âlemi tutuyor, varlıkta durduruyor gördüm. Arz eyledim. Tevhîdde (hakk-ul-yakîn) mertebesi işte budur. (Cem'ul-Cem') bu makamdır, buyurdu. Önce, âlemin şekillerini, sûretlerini hep Hak teâlâ bulmuş olduğum gibi, bunlardan sonra, hepsini hayâl gördüm. Önce, Hak bulduğum her zerreyi, şimdi hep vehm ve hayâl buldum. Çok şaşırdım. Bu sırada, (Füsûs) kitabındaki, kıymetli babamdan işittiğim, (Bu âleme isterseniz Hak deyiniz, isterseniz mahlûk deyiniz. İsterseniz, bir bakımdan Hak deyiniz ve başka bir bakımdan, mahlûk deyiniz. İsterseniz, ikisi arasını ayıramıyarak şaşkına döndüğünüzü söyleyiniz!) sözünü hâtırladım. Bu söz sıkıntımı giderdi. Bundan sonra yanlarına giderek arz eyledim. (Huzurun daha sâf olmamıştır. Vazîfene devam et de, var ile yok birbirinden tâm ayrılsınlar) buyurdu. Ayrılamıyacağını anlatan, (Füsûs)ün yazısını okudum. (Şeyh Muhyiddîn-i arabî “kaddesallahü sirrehül'azîz”, olgun bir Velînin hâlini bildirmemiş. Birçoklarına göre de ayrılamazlar) buyurdu. Emrlerine uyarak, verdikleri vazîfeye devam ettim. Onların çok kıymetli yardımları ile, Allahü teâlâ, iki gün sonra, var ile yokun ayrıldığını gösterdi. Hakîkî varlığı, hayâl olandan ayrı buldum. Dışarda, bir varlıktan başka, hiçbir var görmedim. Kendilerine bunu bildirince, (Fark-ı ba'del-cem') mertebesi, işte budur. Çalışmakla, buraya kadar varılabilir. Bundan ilerisi herkesin yaradılışında bulunana uygun olarak ihsân olunur. Tesavvuf büyükleri, bu mertebeye (Tekmîl makamı) demişlerdir buyurdu.
Bu fakiri ilk olarak, sekrden sahva ve Fenâdan Bekâya getirdikleri zaman, kendi bedenimin her zerresine baktığım zaman, Hak teâlâdan başka birşey bulamadım. Her zerremi, Onu gösteren bir ayna gibi gördüm. Bu makamdan, yine hayrete götürdüler. Kendime getirdiklerinde, Hak teâlâyı kendi vücûdümün, her zerresinde değil, her zerresi ile buldum. Önceki makamı, ikinci makamdan aşağı gördüm. Yine hayrete daldırdılar. Kendime gelince, Hak teâlâyı, âlemle ne bitişik, ne ayrı, ne içinde, ne de dışında bulamadım. Önce bulmuş olduğum, berâberlik, etrâfını çevirmek ve içine işlemek gibi şeylerin hepsi, şimdi yok oldu. Böyle olmakla berâber, yine öyle görüldü. Sanki his olunuyordu. Âlem de, o ânda görülmekte idi. Fakat, bu bağlantıların hiçbiri, Allahü teâlâda yoktu. Yine hayrete daldırdılar. Sahva getirdikleri zaman, Allahü teâlânın, âlem ile, önce görülen bağlılıklardan başka bir bağlılığı olduğu anlaşıldı. Bu, hiç anlaşılamıyan bir bağlılıktır. Hak teâlâ, hiç anlaşılamıyan bir nisbet ile görüldü. Yine hayrete daldırdılar. Bu mertebede biraz kabz, sıkıntı hâsıl oldu. Yine kendime getirdiklerinde, Hak teâlâ, o anlaşılamaz nisbetten başka olarak göründü. Bu âlemle, anlaşılan ve anlaşılamıyan hiçbir nisbeti, bağlılığı yok idi. Âlem de böylece görülmekte idi. O ânda, öyle bir ilim ihsân olundu ki, bu ilim, Hak teâlâ ile mahlûklar arasında hiçbir bağlılık bırakmadı. Her iki şühûd var iken, bildirdiler ki, böylece, hiçbir bağlılık olmadan görülen, Hak teâlânın kendi değildir. Tekvîn sıfatının âlemle olan bağının, Âlem-i misâlde olan sûretidir. Çünki, Onun zâtı, mahlûklarla bir ilgisi olmaktan çok uzaktır. Anlaşılabilen veya anlaşılamıyan hiçbir bağlantısı yoktur. Arabî beyt tercemesi:
Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acaba?
yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada.
Kıymetli kardeşim! Hâllerin hepsini açıklamaya ve marifetleri anlatmaya kalkışırsam, çok uzun sürer. Dinliyenleri usandırabilir. Hele (Tevhîd-i vücûd) marifetleri, herşeyin zıl, görüntü olduğu anlatılırsa, sonu gelmez. Bütün ömürlerini tevhîd-i vücûd marifetlerinde geçirenler, bu sonsuz deryadan bir damla ele geçirememişlerdir. Şuna da, çok şaşılır ki, onlar, bu fakiri, tevhîd-i vücûd sahiplerinden saymazlar. Tevhîd bilgilerine inanmıyan âlimlerden sanırlar. Görüşleri kısa olduğu için, tevhîd marifetleri üzerinde durmağı olgunluk bilirler. Bu bilgilerden ilerlemeği, gerilemek sanırlar. Fârisî beyt tercemesi:
Câhildirler, kendilerini de bilmezler,
hüner sanmaktan aybları çekinmezler.
Bunların dayandıkları birinci senet, eski tesavvufcuların tevhîd-i vücûdî üzerindeki sözleridir. Allahü teâlâ, bunlara insâf versin! O büyüklerin, bu makamlardan ilerlemediklerini, o makamda bağlanıp kaldıklarını nerden biliyorlar? Biz, tevhîd-i vücûdî marifetleri yoktur demiyoruz. Var olduğunu, fakat bu makamdan daha yüksek makamlara ilerleneceğini de söyliyoruz. Eğer, bu makamları aşanlara, bu bilgilere inanmıyor adını takıyorlarsa, ona bir diyeceğimiz yoktur.
Yine sözümüze dönelim. Birşeyin örneği, o şeyi tanıtır. Bir damla sızıntı, bir su menba'ını buldurur. Biz de az bildirdik. Bir damla ile haber veriyoruz.
Kardeşim! Kıymetli hocamız, beni yetişti ve yetiştirebilir görerek, tarîkati öğretmek için izn verince ve tâliblerden çoğunu, bu yana gönderince, kemâle gelmiş olduğuma ve tâlibleri yetiştirebileceğime inanamıyordum. (Bu işte duraklama! Büyüklerimiz, bu makamların, kemâl ve tekmîl makamı olduğunu bildirmişlerdir) buyurdu. (Bu makama inanmamak, o büyüklerin yüksekliğine inanmamak olur) dedi. Emrlerine uyarak, tarîkati talim etmeğe başladım. Tâliblere çalışmalarına yardımcı olmaya uğraştım. Bu uğraşmalarımın tâliblere çok faydalı olduğu görüldü. Öyle oldu ki, senelerce çalışarak kavuşulabilenler, birkaç saatte ele geçiyordu. Birkaç zaman uğraştım. Sonra, yine noksân olduğumu, aşağıda kaldığımı anladım. Tesavvuf büyüklerinin, son mertebe dedikleri, gelip geçici (Tecellî-i zatî)ler, bu yolda hiç hâsıl olmamıştı. (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) ne demek olduğunu bilmiyordum. Bu kemâllere de kavuşmak lâzımdı. Bunları düşündükce, aşağıda kalmış olduğumu iyi anladım. Yanımda bulunan tâlibleri toplıyarak, geride olduğumu, hepsine bildirdim. Dağılmalarını söyledim. Fakat bu sözlerimi aşağı gönüllülük, bir incelik sandılar. Yanımdan ayrılmadılar. Az zaman sonra, Allahü teâlâ, umduklarıma kavuşturdu. Sevgili Peygamberinin sadakası olarak ihsânda bulundu.
FASL - Büyüklerimizin yolunun temeli, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin îtikatına uygun olarak inanmak ve sünnet-i seniyyeye yapışmaktır “alâ sahibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”. Bid'atlerden ve nefsin isteklerinden de sakınmak ve işleri, elden geldiği kadar azîmetle yapmak, ruhsat ile hareketten kaçınmaktır.
[(Azîmet), helâl olduğu belli olmıyan şübheli şeyleri de yapmamak, haram ve mekruhlardan herhâlde kaçmaktır. (Ruhsât), islâmiyetin izin verdiği, câiz olur dediklerinden sakınmamaktır].
Önce, cezbe hâsıl olup kendinden geçer. Buna (Adem) denir. Bundan sonra (Bekâ) bulup kendine gelir. Buna (Vücûd-i adem) denir. Bu adem ve kendinden geçmek, hissi gayb etmek, duygusuz olmak değildir. Az kimsede, his de gidebilir. Bu bekâ sahibi, insanlık isteklerine dönebilir. Nefsin huylarına uyabilir. Fenâdan sonra hâsıl olan Bekâda ise, geri dönmek câiz değildir. Behâüddîn-i Buhârî, (Vücûd-i adem, insanlık arzularına döner. Fakat, Vücûd-i fenâ, geriye hiç dönmez) sözünü, belki bunun için söylemiştir. Çünki, birinci Bekânın sahibi, daha yoldadır. Yolda olan geri dönebilir. İkincisi, müntehîdir, kavuşmuştur. Kavuşan, geri dönmez. Büyüklerden biri, (Yolda olan döner. Kavuşmuş olan dönmez) buyurdu. Vücûd-i adem sahibi, her ne kadar yolda ise de, nihâyet, bidâyette yerleştirilmiş olduğu için, nihâyette olanları bilir. Müntehînin, yolun sonunda kavuştukları, buna topluca tattırılır. Bu nisbet, müntehîde bol olduğundan, ruhuna da, bedenine de yayılır. Vücûd-i adem sahibinde ise, yalnız kalbindedir. Müntehîde yayılmış, dağılmıştır. O, insanlık sıfatlarına dönmez. Çünki, bu nisbetin, onun bedeninin her mertebesine yayılması, onun sıfatlarını yok etmiş, fânî yapmıştır. Bu (Fenâ), Allahü teâlânın büyük bir nîmetidir. Allahü teâlâ, azmıyan kulundan, nîmetini geri almaz. Vücûd-i adem sahibi, böyle değildir. Bu nisbet, onun bedenine geçmemiştir. Böyle olmakla berâber, bedenin mertebeleri kalbe bağlı olduğu için, bu nisbet kalb yolu ile, bütün bedene de, toplu, kısa olarak geçer. Bedenin isteklerini azaltır. Fakat, tâm yok edemez. Bunun için geri dönebilir. Çünki azalmış, yok olmamıştır. Yok olan, geri dönmez. Bu yüksek zincirin büyüklerinden birkaçı, bidâyetteki kendinden geçmeğe ve bundan sonra hâsıl olan bekâya (Fenâ) ve (Bekâ) demişlerdir. Bu mertebede, (Tecellî-i zatî) olur. Hak teâlânın zatı görünür de demişlerdir. Bu Bekânın sahibine, (Vâsıl), kavuşmuş demişlerdir. Devamlı huzur, müşâhede demek olan (Yâd-i dâşt) de, bu mertebede hâsıl olur sanmışlardır. Bütün böyle sözler, nihâyetin bidâyette yerleştirilmiş olmasından ileri gelmektedir. Çünki, Fenâ ve Bekâ, yalnız müntehîye hâsıl olur. Ancak, müntehî kavuşmuştur. Tecellî-i zatî, yalnız buna olur. Allahü teâlânın devamlı huzuru, ancak müntehî içindir. Çünki, o hiç geri dönmez. Fakat, birinci söz de, bu bakımdan doğrudur. Sağlam bir görüşe dayanmaktadır. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin (Fıkarât) kitabındaki Fenâ ve Bekâ ve Tecellî-i zatî ve Zat-i ilâhînin şühûdü ve vasl ve Yâd-i dâşt yazıları da, bunlar gibidir. Büyüklerden biri buyurdu ki, Hâce hazretlerinin, sevdiklerinden birkaçına yazmış olduğu mektûblardan ve risâlelerden meydana gelmiş olan bu Kitap, başlangıcda olan marifetleri mübtedîlere anlatmak için yazılmıştır. (İnsanlara, aklları erdiği kadar söyleyiniz!) gözetilerek yazılmıştır. (Risâle-i silsiletil-ahrâr) kitabı da böyledir. Hâce-i Ahrâr hazretlerinin sözlerine uygun olarak yazılmıştır. Dînin kuvvetlendiricisi, yüksek hocamız mevlânâ Muhammed Bâkî hazretlerinin, (Rubâ'ıyyât şerhı) kitabı da böyledir. Bu Bekâ, hattâ Cezbede hâsıl olan her Bekâ, (Tevhîd-i vücûdî) ile karışıktır. Bunun içindir ki, büyüklerden birçoğu, Hakk-ul-yakîni anlatırken tevhîd-i vücûdî ile karıştırmıştır. Birçoğu da bu sözlerden şübheye düşmüşler. Bunların Hakk-ul-yakîni, cezbede olmuştur demişlerdir. Çünki böyle marifetler, o makamda hâsıl olur. (Tecellî-i sûrî) başka şeydir. Ne olduğunu, kavuşanlar bilir. Kesret aynasında vahdeti görürken, ayna belli olmaz, yalnız sonsuz var olan görünürse, bu makama (Yâd-i dâşt) demişlerdir. Yâd-i dâşt bu mertebenin adıdır demişlerdir. Buna, (Tecellî-i zatî) ve (Şühûd-i zatî) de demişlerdir. Bu makama, (İhsân makamı) demişlerdir. Bu yok olmaklığa (Vasl) demişlerdir. Fârisî mısra' tercemesi:
Sen onda yok ol! Kavuşmak budur.
Bu ismleri koyan, dînin yardımcısı, hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleridir. Daha önce gelen büyüklerden hiçbiri böyle ismler hiç söylememişlerdir. Fârisî mısra' tercemesi:
Güzellerin yaptığı, güzel olur!
O büyük zat buyuruyor ki, (Dil kalbin aynasıdır. Gönül de, ruhun aynasıdır. Ruh, insanın hakîkatinin aynasıdır. İnsanın hakîkati de, Hak teâlânın aynasıdır. Bilinmiyen hakîkatler, bilinmiyen zattan çıkıp, bu uzun yollardan geçerek, dile gelir. Söz hâlini alarak, hakîkatlere uygun yaradılışlı olanların kulaklarına gelir). Yine buyuruyor ki, (Büyüklerden birkaçının hizmetinde bulundum. Bana iki şey ihsân ettiler. Birisi şudur ki, herne yazsam yenilik olur. Eski birşey söylemem. İkincisi de, her ne söylesem beğenilir, red edilmez). Bu mukaddes kelimeler, söyliyenin büyüklüğünü göstermektedir. Bunları söylerken, kendisinin arada olmadığı anlaşılmaktadır. Ayna olmaktan başka birşey değildir. Onların içyüzlerini ve derecelerinin yüksekliğini, ancak Allahü teâlâ bilir. Kendi hâllerine uygun olarak, bu mesnevîleri söylerdi. Fârisî iki beyt tercemesi:
Herkes, birşey sanarak sevdi beni;
gel de, içimden dinle esrârımı!
Sırlarım, iniltimden ayrı değil,
fakat, anlıyacak göz, kulak var mı?
Bu fakir, o büyük Velînin bilgilerinden ve marifetlerinden, bir parça, bu mektûbun sonunda, kısa anlayışıma göre yazmaya çalışacağım. Her iş, Allahü teâlânın dilediği gibi olur.
Allahü teâlâ, bir kimseyi, cezbe hâsıl olduktan ve temâm olduktan sonra, sülûk nîmeti ile şereflendirirse, bu kimse cezbenin yardımı ile çok uzun bir yolu, çok kısa bir zamanda geçer. Bu yolun, ellibin senelik olduğunu bildirmişlerdir. Me'âric sûresinin dördüncü âyetinin, (Melekler ve Ruh, ellibin sene uzunluğundaki bir günde, ona çıkarlar) meâl-i şerifindeki uzunluk bunu gösteriyor demişlerdir. Böylece, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah makamının kendisine kavuşur. Sülûkün sonu, Seyr-i ilallah yolculuğunun sonuna kadardır. Buraya (Fenâ-i mutlak) denir. Bu makamdan sonra, cezbe başlar. Buna, Seyr-i fillah ve Bekâ-billah denir. Seyr-i ilallah, sâlikin ismine kadar olan yolculuktur. Seyr-i fillah, bu ismde olan seyrdir. Çünki her ismde sonsuz ismler bulunur. Bunun için, bu ismdeki yolculuk sonsuz olur. Bu fakirin bu makamda, ayrıca bir marifeti vardır. Biraz sonra, inşâallahü teâlâ bildirilecektir. Yükselirken, bu ism, (Ayn-i sâbite)nin üstündedir. Çünki, sâlikin ayn-i sâbitesi, bu ismin zıllidir. Onun ilimdeki sûretidir. Allahü teâlânın lutf ederek seçdikleri, bu ismden de ileri yükselirler. Allahü teâlânın dilediği kadar, sonsuz ilerlerler. Arabî beyt tercemesi:
Bundan sonrasını anlatmak çok incedir,
anlatmamak daha iyi olan da vardır.
Başka yollardan vâsıl olanlar da, ikincisinde, bunlarla ortak iseler de ve Fenâ-fillah ile Bekâ-billaha kavuşmuşlarsa da, onların riyâzetler çekerek ve mücâhedeler yaparak, çok uzun zamanda sonuna varabildikleri yolu, bu yolun büyükleri, tadını alarak ve şühûd nîmeti ve maksûda kavuşmanın zevkı ile, çok kısa bir zamanda geçer, aradıklarına kavuşurlar. Kavuştuktan sonra da, sonsuz ilerlerler. Sülûk ile sona varanlar arasında, böyle ilerlemeğe ve yakînliğe kavuşan pekazdır. Çünki, cezbenin sülûkten önce olması için, biraz sevilmiş olmak lâzımdır. İstenmedikce çekilmek olmaz. Çekilirse, daha yakîn olur. İstenilen ile isteyen arasında çok ayrılık vardır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir. Fârisî iki beyt tercemesi:
Sevilenlerin aşkı, gizli ve keskindir.
Sevenlerin aşkı, davul zurna iledir.
Sevenler, aşk ateşi ile erir, biter,
Sevilen, hem semizler, hem de dâim güler.
Süâl: Başka silsilelerdeki sevilenler de, böyle ilerliyor ve yaklaşıyorlar. Onlarda da cezbe, sülûkten önce oluyor. Böyle olunca, bu yolun, başkalarından üstünlüğü ne olur? Niçin daha yakın olur?
Cevâb: Başka tarîkler, bu işi elde etmek için kurulmamıştır. Bunlarda bulunan pekaz kimseyi, rastgele bu nîmetle şereflendirirler. Bu yol ise, bu nîmeti elde etmek için kurulmuştur. Bu yolun büyüklerinin sözleri arasında yer alan (Yâd-i dâşt), cezbe ve sülûkün her ikisi de hâsıl olduktan sonra ele geçebilir. Buna nihâyet demek şühûd ve huzur mertebelerinin ötesidir. Bunu şöyle açıklıyalım: Şühûd, yâ sûret aynasında, veya manâ aynasında olur. Yâhud da, sûretin ve manânın ötesinde olur. Bu perdesiz olan şühûde (Berkî), yâni şimşek gibi demişlerdir. Yâni, bu şühûd şimşek çakar gibi hâsıl olup, sonra hemen araya perde girer. Allahü teâlânın büyük nîmeti olarak, bu şühûd, perdelenmeyip, devam ederse, buna (Yâd-i dâşt) demişlerdir ki, gayb olmıyan huzur demektir. Çünki şühûd, perdelenirse, gayb olur. Perdelenmeden devamlı olmadıkca, Yâd-i dâşt denilmez. Burada bir incelik vardır: Her kavuşan, geriye döner. Fakat huzuru devam eder. Fakat, bu nisbetin onda bulunması, şimşek çakar gibi olur. Mahbûblarda ise, böyle değildir. Çünki bunlarda, cezbe, sülûkten öncedir. Huzurun bunlarda bulunması, devamlıdır. Bütün varlıkları bu nisbet olmuştur. Yukarıda buna işaret eyledik. Bedenleri, ruhları gibi olmuştur. Bâtınları, zâhirleri gibi ve zâhirleri, bâtınları gibi olmuştur. Bunun için, bunların huzurları süreklidir. Nisbetleri, bütün nisbetlerden üstün olmuştur. Kitaplarında ve risâlelerinde, böyle olduğu bildirilmektedir. Çünki (Nisbet), huzur demektir. Huzurun son mertebesi de, perdesiz devamlı olmasıdır. Bu yolun büyüklerinin, bu nisbet yalnız bizimdir demeleri, bu yolu, bu nîmeti elde etmek için kurdukları bakımındandır. Böyle olduğunu biraz önce bildirmiştik. Yoksa, başka silsilelerin büyüklerinden birkaçına hâsıl olması da câizdir ve hâsıl olmuştur. Evliyânın büyüklerinden şeyh Ebû Sa'îd-i Ebül-Hayr “kaddesallahü sirreh” bu huzura işaret etmekte ve üstâdından bunu açıklamasını istemektedir. Bu iş devamlı mıdır demiş. Üstâdı ise, hayır devamsızdır demiştir. Tekrar sormuş. Tekrar bu cevâbı almış. Üçüncü soruşunda, üstâdı, devamlı olabilir. Fakat, çok az kimselere nasip olur buyurmuştur. Şeyh bunu işitince raks ederek, bu, o çok az rastlananlardan biridir demiştir.
Mutlak nihâyet, ötelerin ötesidir demiştik. Bunu açıklıyalım. Bu huzur hâsıl olduktan sonra, ilerlenirse, hayret girdâbına düşülür. Bu huzur da, başka mertebeler gibi, arkada kalır. Bu hayrete, (Hayret-i kübrâ) denir. Büyüklerin büyükleri içindir. Böyle olduğu, kitaplarında bildirilmektedir. Büyüklerden biri, bu makamda şöyle bildiriyor. Fârisî beyt tercemesi:
Güzelliğin beni alt üst etti.
Birşey bilmiyorum, aklım gitti.
Bir başkası buyuruyor. Fârisî beytler tercemesi:
Aşk, küfürden, dinden yüksek oldu.
Îmandan, inkârdan üstün oldu.
Aklı koyup, yüz âlem dolaştım,
küfür ve din ortadan gayb oldu.
Küfür, din, şek ve yakîn, herbiri,
akıl ile şimdi berâber oldu.
Her varlık, yol kesicidir sana!
hepsi bir, Sedd-i İskender oldu.
Bir başkası buyuruyor ki, fârisî beyt tercemesi:
Hiç yok, yalnız O var dediler, yükseldiler.
yüce serâydan, hepsi eli boş döndüler.
Bu hayret hâsıl olduktan sonra, (Marifet makamı) vardır. Acaba kimi bu nîmete kavuştururlar? Hayret makamı olan (Küfr-i hakîkî)den sonra, (Îman-ı hakîkî)ye kavuştururlar. İşin iç yüzünü bilenlere göre, aranılan en son makam budur. Davet makamı ve islâmiyetin sahibine tâm uymak burasıdır. Yûsüf sûresinin yüzsekizinci âyetinin, (Ben herkesi ve bana tâbi olanları, Allahü teâlâya davet ederim) meâl-i şerifinde bildirilen davet, bu makamda yapılır. O, dînin ve dünyanın efendisi , (Yâ Rabbî! Bana, doğru îman ve sonu küfür olmıyan yakîn ihsân eyle!) diyerek, bu îmanı istemiştir. Hayret makamı olan (Küfr-i hakîkî)den Allahü teâlâya sığınmış, (Fakrden ve küfürden sana sığınırım) buyurmuştur. Bu mertebe, Hakk-ul-yakîn mertebelerinin son mertebesidir. Bu makamda, bilmek ve görmek, birbirlerine perde olmazlar. Arabî beyt tercemesi:
Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun?
zevallı âşık, birkaç damla ile doysun!
İyi dinle! Allahü teâlâ, anlayışını arttırsın! Bu büyüklerin cezbeleri iki dürlüdür: Birincisi, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîktan gelmektedir. Bu bakımdan, yolları, bu hazrete bağlıdır” radıyallahü anh”. Buna kavuşmak, husûsî bir teveccüh ile olur. Bütün varlıkları, varlıkta durduran budur. Kendinden geçmek ve kendini yok bilmek bu cezbede olur. Bu yolun ikinci cezbesi, Behâüddîn-i Buhârîden gelmektedir. [O zaman başlamıştır.] Zat-i ilâhî ile olmaktan hâsıl olur. Bu cezbe, Hâce hazretlerinden, birinci talebesi olan, hâce Alâ'üddîn hazretlerine geldi. Kendisi, zamanının kutb-i irşâdı olduğundan, bu cezbeyi elde etmek için de bir yol kurdu. Bu yola, bu Silsile-i aliyyede, (Alâiyye yolu) denildi. Büyükler buyuruyor ki, en kısa yol, (Alâiyye yolu)dur. Bu cezbe, Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinden gelmekte ise de, bu elde etmek yolunu bulan, hâce Alâ'üddîn-i Attâr hazretleridir. Doğrusu, bu yolu çok bereketlidir. Bu yolda az ilerlemek, başka yollarda çok ilerlemekten daha faydalıdır. Zamanımıza gelinciye kadar, Alâiyye Ahrâriyye silsilesinin büyükleri, bu nîmete kavuşmuşlardır. Tâlibleri bu yolda yetiştirmişlerdir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, bu büyük nîmeti, Ya'kûb-i Çerhî hazretlerinden aldı. Ya'kûb-i Çerhî “aleyhimürrıdvân”, hâce Alâ'üddîn hazretlerinin halîfelerinden idi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîktan gelen cezbeyi elde etmek için de, başka bir yol kurulmuştur. Bu yol (Vukûf-i adedî)dir.
Cezbeden sonra hâsıl olan sülûk de, iki dürlüdür, hattâ çok dürlüdür: Birisi, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerini maksada kavuşturan yoldur. Peygamberlerin sonuncusu de bu cezbe ve bu sülûk ile vâsıl olmuştur. Eshâb-ı kirâm arasında Resûlullaha en çok ihlâsı olan ve Resûlullahda fânî olan, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk olduğu için bu yola kavuştu. Bu cezbe ve sülûk, imam-ı Câfer-i Sâdık hazretlerine olduğu gibi ulaştı. İmâmın annesi, hazret-i Sıddîkın soyundan olduğu için, imam-ı Câfer-i Sâdık, (Ebû Bekr, beni iki kerre meydana getirdi) buyurmuştur. [Böylece, Sıddîktan gelen cezbeyi ve onun soyundan olduğunu bildirmiştir.] İmâm hazretleri, yüksek babalarından da, başka bir nisbet almış ve bu iki yolu kendisinde toplamıştı. Bu cezbeyi, onlardan gelen sülûk ile birleştirdi. Bu sülûk ile maksada vardı. İki sülûk arasındaki ayrılık şöyledir ki, hazret-i Emîr “kerremallahü vecheh”, (Seyr-i âfâkî) ile ilerlemiştir. Hazret-i Sıddîkın sülûkü, âfâka o kadar bağlı kalmaz. Cezbe odasının dıvârı delinerek maksada yetiştirmeğe benzer. Birinci sülûkte marifetler hâsıl olur. İkincisinde, tâlibi muhabbet kaplar. Bunun için, hazret-i Emîr, ilim şehrinin kapısı oldu. Hazret-i Sıddîk ise, O Serverin hılletinden pay aldı. Hadis-i şerifde, (Halîl edinseydim, Ebû Bekri halîl edinirdim) buyuruldu. Hazret-i imam-ı Câfer-i Sâdık cezbe ile sülûk-i âfâkîyi topladığı için, muhabbetten ve marifetten çok pay aldı. Çünki, cezbesi muhabbete, sülûki ise ilimlere ve marifetlere kaynak idi. İmâm-ı Câfer-i Sâdık bu birleşik nisbeti, sultan-ül'ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine emânet olarak bıraktı. Bu emânet, sanki onun sırtında kalmıştır. Yavaş yavaş, elverişli olanlara ulaştıracaktır. Bu emâneti yüklenmeden önce, başka tarafa bakıyordu. Bu nisbetle ilgisi yoktu. Bunu yüklenmesinde nice hikmetler vardır. Bu nisbeti taşıyanlara, her ne kadar bundan az pay düşer ise de, bu nisbette büyüklerin nûrları çok bulunur. Şöyle ki, bu nisbette bulunan az bir sekr, Sultan-ül'ârifînin nûrlarından bulaşmıştır. Bu sekr, mübtedîlerin hissini giderir. Aklını dağıtır. Sonra kendisi, yavaş yavaş yok olur. Sahv kaplar. Bu nisbet, sahv mertebelerinde de bulunur. Görünüşte sahvdır. İçi ise, sekrdir. Şu beyt bunların hâlini anlatmaktadır. Fârisî beyt tercemesi:
İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı,
Böyle güzel yürüyüş az bulunur cihânda!
Bunun gibi, her büyükten bir nûr alarak, elverişli olanlara ulaşmıştır. Ârif-i Rabbânî hâce Abdülhâlık-i Goncdevânî hazretleri, Hâcelerimiz zincirinin baş halkasıdır. Bunun zamanında, bu nisbet yeniden tâzelendi. Meydana çıktı. Bundan sonra, bu yolda (Sülûk-i âfâkî), yine örtüldü. Cezbe hâsıl olduktan sonra, sülûk başka yollarla yapılarak yükseldiler. Hâce Behâüddîn-i Buhârî “kaddesallahü sirrehül aktes” dünyaya gelinceye kadar böyle kaldı. Bunun zamanında, bu nisbet, bu cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile birlikte yine meydana çıktı. Her ikisi ile, marifeti ve muhabbeti bir araya topladı. Bununla birlikte, hazret-i Sıddîktan gelen başka bir cezbeyi de, Şâh hazretlerine ihsân ettiler. Bunu yukarıda bildirmiştik. Hâce Alâ'üddîn-i Attâr hazretleri, halîfesi olunca, Şâh hazretlerinin kemâllerinden çok pay aldı. Her iki cezbe ve Sülûk-i âfâkî ile şereflendi. Kutb-i irşâd makamına ulaştı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri de, Şâh hazretlerinin kemâllerinden tâm pay aldı. Şâh hazretleri, son günlerinde, (Beni görmek isteyen Muhammed Pârisâyı görsün!) buyurdu. Bir kerre de, (Behâüddînin var olması, Muhammed Pârisânın meydana gelmesi içindir), buyurduğunu kendisi haber vermiştir. Muhammed Pârisâ hazretlerine, (Ferdiyet) nisbetinin kemâllerini, mevlânâ Ârif-i Kerânî hazretleri son günlerinde ihsân eylemiştir. Bu nisbet kendisini kapladığı için şeyhlik yapamadı ve talebeyi kemâle kavuşturamadı. Yoksa, kemâlin ve kemâle erdirmenin en yüksek derecesinde idi. Hâce Behâüddîn-i Buhârî Muhammed Pârisâ için, (Eğer o şeyhlik yapsaydı, âlem nûrla dolardı) buyurmuştu. Mevlânâ Ârif, bu ferdiyet nisbetini zevcesinin pederi Mevlânâ Behâeddîn [Kışlâkî] hazretlerinden almıştı.
Ferdiyet nisbetinde yüz, Hak teâlâya karşıdır. Şeyhlikle, talebe yetiştirmekle, öğretmekle ilgisi yoktur.
Eğer bu nisbet, davet makamı olan ve tâlibleri kemâle kavuşturan (Kutb-i irşâd) nisbeti ile birleşirse, ferdiyet nisbeti ağır basınca, irşâd etmek ve kemâle kavuşturmak az olur. Eğer iki nisbet de tâm ise, görünüşte halk iledir. İçi ise, hep Hak teâlâ iledir. İnsanları yetiştirmekte, en yüksek derece, bu iki nisbeti taşıyan zâtın makamıdır. (Kutbiyyet-i irşâd) nisbeti de, yalnız başına insanları kemâle erdirmeğe yetişir. Fakat bu büyüklerin bu makamda ayrı bir mertebeleri vardır. Bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onların yanında bulunmak, kötü huyları yok eder. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî, bu büyük devlete kavuşmuştu. Bu yüksek makamla şereflenmişti. Kutbiyyet nisbeti, kendisine Sırrî-i Sekâtîden gelmişti. Ferdiyet nisbeti de, Muhammed Kassâbdan hâsıl olmuştu. Cüneyd hazretleri buyurdu ki, (Herkes beni Sırrînin mürîdi sanır. Ben Muhammed Kassâbın mürîdiyim). Bu sözü, (Ferdiyet nisbeti)nin çok olduğunu, (Kutbiyyet nisbeti)ni, onun yanında yok bildiğini göstermektedir.
Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin talebelerinden sonra, bu yüksek zincirin büyük halkası, hâce-i Ahrâr hazretleridir. Hâcelerin cezbesini temâmladıktan sonra, (Seyr-i âfâkî)ye başladı. Seyrini isme kadar ulaştırdı. İsme girmeden önce, Fenâ hâsıl oldu. Sonra yine cezbeye döndü. Böylece, ayrı bir Fenâ sahibi oldu. Ayrıca bunun Bekâsına da kavuştu. Bu makamda büyük şân sahibi oldu. Fenâ ve Bekâ bilgileri ve marifetleri, kendisine bu makamda verildi. Makamlar ayrı olduğundan, bilgileri de başkadır. Birisinde tevhîd-i vücûd vardır. Ötekinde yoktur. Tevhîd ile ilgileri olan ihâta, sereyân, Zat-i ilâhî ile berâberlik, kesrette vahdeti görmek, kesretin, [yâni mahlûkların hepsinin] gayb olması, öyle ki, sâlik kendisine (Ben) diyemez gibi bilgiler de hep böyledir. Mutlak Fenâdan sonra hâsıl olan bilgiler böyle değildir. Bunların hepsi, islâmiyet bilgilerine uygundur. Hiçbirini islâmiyete uydurmak için sıkıntı çekilmez. Soruya cevâba yer kalmaz. Fakat, hangi cezbe olursa olsun, cezbede olan Bekâ, sekrden kurtulmaz. Tâm sahv olmaz. Bâkî olduğu hâlde, kendisine ben diyemez. Hiçbir kelime ile kendisine işaret edemez. Çünki, cezbede muhabbet kaplar. Muhabbet kaplayınca, sekr lâzım olur. Bunun için, hiçbir zaman sekrden kurtulamaz. Bilgileri de sekrle karışık olur. Vahdet-i vücûdü anlatır. Çünki vahdet-i vücûd, sekrden ileri gelir. Muhabbetin kaplamasından hâsıl olur. Mâ-sivâ görünmez. Sahva gelirse, mahbûbu görmek başka olur. Mâ-sivâyı görmek başka olur. Vahdet-i vücûde inanmaz olur. Mutlak Fenâdan sonra olan Bekâ, sülûkün sonudur. Sahvın ve marifetin başlangıcıdır. Bu makamda sekr bulunmaz. Fenâ hâlinde, sâlikten gayb olan şeylerin hepsi geri gelir. Fakat şimdi, asl olarak gelmişlerdir. (Bekâ-billah) da, bu demektir. Buradaki bilgilerde sekr olmaz. Bütün bilgileri, Peygamberlerin bilgilerine uygundur.
Büyüklerden birisinden işittiğime göre, hace-i Ahrâr hazretleri, annesinin babasından da bir nisbet almıştır. Büyük babası şaşılacak hâllere ve kuvvetli cezbelere sahipti. Hâce hazretleri, oniki kutbun makamından da çok pay almıştır. Dîni kuvvetlendirmek, bu kutblara bağlıdır. Muhabbette büyük şânları vardır. Hâce-i Ahrârın islâmiyeti kuvvetlendirmesi ve dîne yardım etmesi, aldığı bu paydan ileri gelmektedir. Mubârek hâllerinden birazı, yukarıda bildirilmişti.
Hâce-i Ahrârdan sonra bu büyüklerin yolunu canlandıran, edeblerini her yere ve en çok, bunların kemâllerinden hiç haberleri olmayan Hindistân memleketlerine yayan âriflerin büyüğü ve marifetlerin kaynağı ve Allahü teâlânın râzı olduğu dînin bekçisi, üstâdımız ve efendimiz Muhammed Bâkî “sellemehüllâhü teâlâ” olduğu, güneş gibi meydandadır. Kemâllerinden az birşey mektûbuma eklemek istedim. Buna râzı oldukları anlaşılamıyarak, bu işe cesaret olunamadı.

(vahiy)

gerçek (cenabı hak) ta noksanlıklar bulunmakla birlikte
bu sadece bizim için geçerlidir

çünkü noksanlığın yaratılması da bir kemaldir

çünkü başta yaratmak bir kemaldir
yaratmak oluş anlamına da gelir

Allahda noksanlık yoktur
yaratışında noksanlık yoktur

herşey tamdır

eğer yaratılışta noksanlık olsaydı noksan ya da tamın bizce bilinmesi mümkün olmazdı

tam olana ve eksik olana karşı bir idrakimiz olmazdı

örneğin bir ressamın sürrealist tarzda yaptığı eğri büğrü
figürleri
o ressamın yeteneğindeki noksanlığı göstermez
o onun verdiği eserin ve tarzının bir ürünüdür
hatta bize yeteneğinin ne kadar ileri düzeyde olduğunu
gösterir

işte burada aynen bu örnekteki gibi noksanlık
yaratmakta değil
izleyicinin eserin tarzını anlamayıp
ressam hakkında ne kadar yeteneksiz ressam diye
hükümde bulunmasıyla ilgilidir

bu izleyicinin kendi cahilliği olur
ve ressamla sanatla bağlantıyı kuramamış olur
dolayısıyla da işin gerçeğine varamamış olur

halbuki o eğri büğrülüğün,noksanlığın
ressamın kemalatıyla ve eserin tarzının gereğiyle ilgili
olduğunu bilseydi
hem ressamı lekelemez yakınlığını kurmuş olurdu
hem de eseri anlayabilir ve belki seyirden tarifsiz tadlar
alabilirdi

Allah noksanlıktan münezzehtir
bizlerin noksanlıktan kurtulması da ressamı gereği gibi takdir etmemiz
ve eserlerinin bir bilinçle gereği gibi mükemmel bir biçimde noksan
ve yine gereği gibi mükemmel bir biçimde tam yapıldığını anlamamızla ilgilidir

Allahımız en doğrusunu bilir
bu ince bilgileri bize ileten peygamberlerimize selam olsun
Allah bize yakınlığını nasib etsin

Resûlullah (Aleyhisselâtü Vesselâm) buyurdu ki:

"Müminde imanın yeri, at ile bağlandığı kazığın haline benzer.

At yayıldığı yerde dönüp dolaşıp bağlı olduğu kazığa yaklaştığı gibi, mü’min de gafletle bazı hatalar işler, sonra tövbe ile bağlı olduğu imana geri döner."

eğer noksanlıklardan tamamen temizlerse baya bildiğin yanar insan
onun için noksanlıklar için dahi şükretmek razı olmak lazımdır
günahlar dahi bilerek inat ederek olmamak kaydıyla illa günah işlemek istememek kaydıyla bir rahatlatmadır tövbe vesilesidir

Sabır

Bazen insan sadece sorunlarına bulduğu çözümler,
çözümsüz şeylere ürettiği fikirler olarak algılayabiliyor sabrı..

Ama özünde beyinle ilgili değil, ruhla ilgilidir..
Yani iyi ya da kötü ya da çözümü gelmeyen güç bir şeye karşı
insanın ruhundan ulaştığı dayanıklılık kaynağıdır

Sadece fikirler olarak beyinle ilgili bir şey zannedilirse
öyle karışık durumlar olur ki insan içinden çıkamaz
o zaman da sabra ulaşması gereken benliğini
iyice içinden çıkılamaz bilmecelere daldırabilir
bu da yalnızca sıkıntı ve çelişkiler üretir

Halbuki Sabr'a sığınılsa
cevap/çözüm de zaten zaman içinde mutlaka gelecektir..

Allah'ın bir İsmi/Sıfatı da "es Sabr"dır
O'nu İsimleri ile çağıran, Sıfatlarına dayanan
ruhundan büyük bir Sabra ulaşır
ve rahatlamadan dolayı beyni de çözülür, düşünceler berraklaşır

Yunus 

(Kader)

bkz: http://jonasclean.blogspot.com/2009/07/kader-devam.html

Bir tartışma sırasında ya da sevdiğin biriyle konuşurken kendini ifade edemediysen tam söylenmesi gereken yerde içindeki sözü söyleyemediysen sıkılma buna..

Çünkü ancak "O" dilerse bir istek Kaderde yerini bulabilmiştir..

İnsanlar ne kadar isteseler de,
ister kötü niyetli olsunlar ister iyi niyetli
İster inançlı ister inançsız
istedikleri şeyler ancak Allah dilemişse Kadere uygun düşer

Eğer O dilemezse (ki O el-Evvel, el-Ahir'dir de) ister söyleyeceğin söz büyük bir sevgiyi aşkı ifade etsin
ister bir kuran ayeti olsun
yine de onu dile getirmene izin vermeyebilir!
Çünkü senin planından uygun gördüğün senaryondan önce Onun bir planı ve kaderi var
O Herşeyi bilendir!
çok iyi bilir insan aslında kendinden daha iyi ve üstün olanı!

Hiç bir Allah'ın kulu inkar edemez aslında O'nu
ancak inkar etmeyi arzular ve inkar ettiğini zanneder...

Güneş ne senin arzuladığın bir iş için bir dakika evvvel doğar
ne de senin arzulamadığın bir iş olmasın diye bir dakika geç

Olanlarda Fail olan O'ndan başkası değil!

Hayırlı ile Hayırsız olanın, yani yaşamın
bir insanların arzu ettikleri hayal ettikleri kısmı vardır
bir de Allah'ın irade ettiği kısım
insanlar arzu ettikleri hayal ettikleri kısımlar için ceza veya sevap görürler!

Olanlarda Fail olan O'ndan başkası değil!

Ne kadar bilmesek de daima iyiyi Allah'ın istediği yazdığı gerçek kaderi istemek gerekir
çünkü bilirsin sana kötü gelen bir şey belkide hayırlı
iyi gelen şey de belki hayırsız
onun için başına gelenlere gelmeyenlere mızmızlanma!
Allah'ın dilediği olur de!
bütün yaratılanların evvelinde, olanlara hükmedebilmiş Allah'a güven..

İnsanlar kaderde, yani gerçekte (Hakk'da) bulunabilmek için,
yaptıkları şey kötü bile olsa o şeyi yapmaktan çekinmeyebilirler
mesela susmak iyi bile olsa zırvalamaya yönelebilirler!
hatta belki bi yere kadar zırvalamalarına izin verdi ya "O"!
ama bir yere kadar ya!...

Her insan Ondan dolayı gördüğü acizliği! yaşayan olarak iyi bilir!
Her insan Ondan dolayı gördüğü büyüklüğü! yaşayan olarak iyi bilir!

(Aksakallı amca)

AMCA- Sakin ol… Sen bilimsel derken mutlaka doğru söylüyorsun evet; bütün oluşlar mantıklı bir biçimde varlar; gök gürültüsü iki bulutun havayla birbirine çarpışmasından oluyor evet. Bunu herkes görüyor. Fakat asıl sorman gerekenler bunlar değil burhan. Evrenin ayakta durabilmesi için gereken bu oluşlar nasıl bu kadar akıllılar?

Burhanın gergin dinleyişi

AMCA- Görüyoruz öylesine olmuyor hiçbiri. Bir akıl ve iradeyle hareket ediyorlar fakat bu akıl ve irade nasıl o cansız maddelerden olabilir? Madem o maddelerde akıl ve irade yok o halde bu en küçük varlıklardan en büyüklerine hakim olan akıl ve irade nedir? Bu bilinç ondan başka neyde olabilir? Etrafına bak bu kadar düzenli akıl almayacak derecede incelikli hem de çok güzel olan bu yapı nasıl olurda Ondan başka bir şeye işaret eder? Her gün her an hep aynı şeyler olurken bunun başlangıcı nasıl tesadüf olabilir? Sonrasındaki hiçbir şeyin başlangıcı tesadüf değilken bu büyük bilincin başlangıcının tesadüf olduğunu nasıl düşünürsün? Evrene ezeli diyorsan bu büyük bilinç ve irade cansız maddelerde nasıl olabilir? Her şey bir bilinçle olmuyorsa o halde nasıl her gün farklı şeyler olmuyor neden bir gün olsun güneş batıdan doğmuyor? Bu kadar büyük bir yapı Allah’a işaret etmiyorsa neye işaret edebilir? Yine aynı bilincin ve aklın hayatın iradesinde olan başka bir varlık veya varlıklara mı?

(Quantum fiziği,klasik fizik ve yoktan yaratma üzerine(devam)...)

Uzakdoğu öğretilerinde tanrı anlayışı vahiyle değil de ilhamla idrak ettirildiği için (ki belki de kaynak olarak bilemesek de onlarada bir peygamber gelmiş olabilir çünkü her kavme bir peygamber gelmiş olması mümkünüdr daha eskiye bakarsak da bir zamanlar kurandan öğrendiğimize göre insanlar tek bir ümmetmiş yani böyle bir bağıntıda mümkündür) ahiret bilgileri eksiktir ve zandan ibarettir.

Fakat onlar bile Allah'ın zatı (varlık) hususunda bilim adamlarından daha rahat sonuca ulaşmışlar ve Allah'a "yok varlık" demişlerdir.Bu gerçekten bilen için çok şaşırtıcı bir keşiftir. Yani vahiy almadıkları halde (dediğim gibi zamanında peygamber gönderilmediğini bilmiyoruz) yaratıcının kendisine/zatına "yok varlık" tespitlerine sanki kesin bir bilgileri var gibi inanmışlardır.

Bilim adamlarının ateist ya da pagan/panteist görüşlerinden
kurtulamamamalarının bir sebebi de görmedikleri şeye inanmamalarıdır.Yani uzak doğu öğretileri kadar bile cesaretli değillerdir...

not:Bu tespitler genel olarak bilimden değil bilim adamlarının şahsi ve görünürde olan görüşleri üzerine tespitlerdir

...Halbuki kendileride görmektedir ki bilimin sonu yoktur ve bir şey bilinse bile hep muğlak kalmaktadır. Yani sistemin bulunan kadarına hükmetmeyi başarsalarda sistemin tümüne sahip olamayacaklarını görürler. Çünkü kendi buldukları şeyler ne olursa olsun ne kadar geniş olursa olsun sistemde daha önceden kayıtlıdır...
Yani bir şey yoktu da kendileri bulmadılar ne buldularsa sistemde daha önceden mevcuttu tıpkı "hiçbişey yoktan varolmaz varken de yokolmaz" sözlerindeki gibi.
hatırlatma:Hemen uzak doğu öğretilerindeki "yok varlık" kavramını düşünelim.Evet yok yoktur ama görünüyor ki bir "yok varlık" vardır

islamdan örnek verirsek efendimizin en yakın arkadaşı ebu bekir hazretlerinin (selam olsun) şu sözü de bilim adamlarının o anlayamadığı ve anlayamadığı içinde yoksaydığı (ki tek sebepleri budur) şeye çok güzel bir örnek teşkil eder "Allah`ı idrâk, ancak O`nun idrak edilemeyeceğini idraktir"...

Hatta öyledir ki dediğim gibi bazı bilim adamları hem anlayamadıklarını yok sayar hem de varlığa sanki dalga geçer gibi tanrı yakıştırması yaparlar.
Elbette dalga geçmezler fakat durumları mutlak olarak komiktir.
Çünkü hem tanrıya inanmazlar hem de varlığın görebildiklerini zannettikleri kısımlarına tanrı demekten çekinmeyip göremedikleri ama bütünü görmelerine sebep olacak kısımlarına da bir kalemde yok der geçerler.

Aptallığa bakar mısınız...Ya bir gün sistemin bütününe ulaştığınızda "yok varlık" la karşılaşırsanız ne olacak saygıdeğer bilim adamları ? :)
Çünkü bilimsel olmasa da bütün uzakdoğu öğretileri ve vahiy Allah'ın zatının hiç bir şeye benzemeyen olarak bilimin adı anılmazken haber vermişlerdir...

Şimdi soruyorum hiç bir şeye benzemeyen bir şeyi biz görebilirmiyiz ?
Bize hiç bir şeye benzemeyen "O" varlık görünse "yok" gibi ama "var" olmaz mı ?

Bazı saygıdeğer bilim adamları :) Siz çalışmalarınıza devam ede durun fakat Tanrıya dilinizi uzatmayınız ve karıştırmayınız
çünkü varlığı (Onun davranışlarını) incelerken tamamını göremediğiniz halde bulduğunuz kısmına tanrı demeniz ve varlığın bütününü göremediğiniz sonucuna ulaşamadığınız ulaşamayacağınız ulaşsanızda aynı yere varacağınız halde tanrı yoktur demeniz komik olmaktadır.

Bu gidişle varlığın sonuna geldiğinizde "yok varlık/hiçbir şeye benzemeyen tek varlık"a ulaştığınızda(kıyamet)da "O"nu tanıyamadığınızdan dolayı "yok":) diyecek ve bir sürü kuruntuya ve teoriye boğulacak kendi cehenneminizin içine düşecek ve "yok varlık/hiçbir şeye benzemeyen"i kabul etmediğiniz için gerçek cehennemden de kurtulamayacaksınız...

Not: Bakın bu kadar anlattım ama tekrar ana fikri belirteyim yok zannettikleri varlık vücud itibariyle yok
varlık itibariyle vardır (yok varlık)
ve herşey ondan geldiği için (evren)
ulaştığınız son noktada da karşınıza çıkacak olan yok ama var olan şey yine "O" olacaktır
Çünkü evren yoktan var olmuştur (bak uyanık ol) ve olmaktadır ve ne varsa görüdüğün varlık "O" "yok varlık"ın var etmesidir.
geçen blogumda bahsetttiğim gibi yersiz ve göksüz bir su düşünün ve bir kısmının buza dönüştüğünü düşünün...o şekilde bir varetme...yoksa "yok" var da ordan var etme değil.
Ama biz gördüğümüzde yok gibi gelecek "var" olan..

neyse uzattım:) ama önemlidir

not: Şimdi bazı çok bilmiş ama anlayamamış bilim adamları arkadaşlarımız:)şunu soracaktır
-E ya ulaştığımızda yok değilde görünen bir kaynak bulursak ne olacak haliniz?

:)
el cevap- Şu an "O" kaynak "yok" yani öyle mi ? ve "O" şu an "yok" olan ama "var" olan kaynaktan gelmiş olacak şu ana kadar gelmiş olan ve geliyor olan herşey öyle mi :)?ve şu an o kaynak göremediğimiz için "yok" ama aslında görünmediği halde "var" öyle mi ?

(Quantum fiziği,klasik fizik ve yoktan yaratma üzerine...)

Bütün ateist ya da putperest (yani maddeye ya da enerjiye maddede ve enerjide olmayan zaman üstü akıl ve irade veren) bilim adamlarının temelde Allah'dan koptuğu nokta "hiç bir şey yoktan varolmaz varkende yok olmaz" görüşüdür

Onlar bunu bilimsel olarak gördükleri için ya ateist olmuşlar ya da Allah'ı idrak edemediklerinden dolayı maddeye/enerjiye ilahi vasıflar yüklemek durumunda kalmışlardır

genelde hristiyan kültürde yetişmiş olan bu bilim adamları
aslında kendi dinlerinde ki tanrı/Allah kavramını da tam olarak anlayamamış olmalarından bu sınırda kalırlar.

Çünkü öyledir tanrıyı/Allah'ı tümüyle idrak edebilmek zaten mümkün değildir. İdrak ettiklerinde de "O" hiçbir şeye benzemediği için zaten ona bilimsel bir gözle baktıklarından onlara "O" yok gibi gelecektir...

Sahib olduğu varlığın (zat) aşkınlığını bilen ve bu yönüyle verileri (sıfat) bilimsel olarak değerlendirmiş olan bilim adamları ise elbette "O"nu yarattıklarından ayırd edebilecek ve ondan olan madde/enerji onların imanına engel olmayacaktır.
Gördüklerine saplanıp kalmayacak ve bi de üstüne bunlara tanrı yakıştırması yapmayacaklardır.
Zaten bu şekilde gerçek kamil imana ulaşmış bilim adamları da mevcuttur.
Yani panteist olmayan bilim adamları.

Şimdi bilinmesi gereken en önemli şeye gelelim...

Yoktan yaratmanın anlamı kuranda da geçtiği üzere
bize göre yokluktur.
Yoksa var olan bir şey vardır Allah'ın kendisi...

nasıl senin bir benliğin var herşey atom olduğu halde sen heryerde değilsin ve sınırlı olarak atomları hareket ettirebiliyorsun?...

işte öyle "O"nun bir kendisi var heryerde...
ve kendisinden ayrı olmayan sıfatları bize görünüyor heryerde...
nasıl sen varsın ve sıfatların var fakat sen sadece sıfatların değilsin öyle...

kolaylaştırmak için işin dini boyutunu şöyle bir örnekle izah edebilrim..
sen bu örneği bilimsel düşün:)...

yeri göğü olmayan bir su düşün... sadece su...

bu su kendi içinde (ki kendinden başka bir yer yok düşün sadece su)
bir sürü "su" meydana getiriyor (ruh)...
ama onlar suyu anlayamıyorlar çünkü kendileride su...

su kendi içinde yarattığı o bir sürü suların etrafında onları sınırlayan tek tek buzlar oluşturuyor (vücud ve buzu yaratmasını düşün)
ve su,onları yine buzdan meydana getirdiği topluca rahat hareket edebilecekleri salınabilecekleri daha büyük bir bedenin içine alıyor (evren)...
o sulardan bazıları bu buzdan bedenlerine ve buzdan evrenlerine sığmayarak
eski "O" sınırsız suya kavuşmak hasretiyle yanıp tutuşarak
ya da sıkıntılarından
o buzdan bedenlerini ve buzdan evrenlerini eritmeye çalışıyorlar...
halbuki o buzdan bedenleri ve evrenleri onlara yabancı değildir..
"O" büyük suyun bir yeteneği yani sıfatlarıdır...

Quantum / Belirsizlik/ Klasik Fizikten Quantum Fiziğine (Devam)

Klasik Fizik biraz Aristo geleneğine bağlı olduğu için Sistemin Matematik gibi kesin sonuçlar içerdiğini yani Evrenin bir Saat gibi (Makina) işlediğine inanmışlar.

Quantum Fiziği ise bunun tam aksi olarak Evrenin Mekanik bir yapı değil de Belirsizlik üzerine kurulu olduğunu belirtiyorlar.

Ama şöyle bir gerçek var ki..

"Sistemin" Belirsiz bir yapıdan çıkması Einstein'ın deyişiyle Tanrının Zar attığını değil de, anlık olarak iş başında olduğunu ve Dilediğini Yapabileceği halde (yani Kaos olabilecekken) Sistemin var olması ve Yaşamın sürmesi için devamlı mükemmel kararlar aldığını göstermez mi?

Çünkü Altyapıda Belirsizlik olduğu halde, şahit oluyor ve yaşıyoruz ki görünen yüzde (Vehim/Hayal harici) Fiziksel bir Belirsizlikler yani Kaos olmamakta...

"...Ben şöyle görüyorum: Bu iş pek acayip bir iş.. her şey gözden kaybolmada; ama kimsecikler künhüne eremiyor (Kinaye), hiç bir zerrenin öbüründen haberi yok..."

Feridüddin Attar (k.s.)

"...Dediler ki: "Allah'ı bize açıkça göster"..."

[Bakara/118]

Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)

-Bizim için sahih gün, bütün saatleri eşit olan gündür.


-Her Şeyin gölgesi vardır. Allah’ın gölgesi de Arş’tır.

Zahir arş rahmanın gölgesidir. İnsani arş, Allah’ın gölgesidir.


-Esmalar/İsimler açısından Allah, sıfatların taşıdığı anlamlar açısından zat konumundadır.


-Varlık aleminde ne varsa canlıdır. Çünkü varlık aleminde bulunan her şey Allah’ı hamd ile tesbih eder. Bir canlı da ancak tesbih edebilir. O halde hayat sırrı bütün varlıklarda mevcuttur.



-O olmasaydı biz olmazdık. Ama bizim olmamamız yüce Allah’ın olmamasını gerektirmez.



-O’ndan başkası “O” nu teklikte göremez.



-Eger ulûhiyet sırrını, her ibadet eden kişi, mabudunda, yani, mabuduna ibadet ettiği esnada görmeseydi, O’na ibadet etmezdi.

Sapık kimsenin sapmasının nedeni, ulûhiyeti ilah olmayana nispet etmesidir. O söz konusu mabuda ibadet ederken ulûhiyet sırrına ibadet etmiştir ve bu da sadece yüce Allah’a ait bir niteliktir. Çünkü yüce rabbimiz bu sırrın etkisini o mabuda yansıtmamıştır.

İlahınız tek bir ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur. Bakara Sûresi-163


-Musa as. İçin Harun as., Hz. Muhammed’in sav. dünyadan ayrılmasından sonra onun yerine geçen naibleri konumundadır. O halde varis, kime varis olduğuna, kimin naibi olarak tayin edildiğine baksın.



-Sabretme veya durumu Allah’a şikayet etme arasında aslında bir çelişki yoktur. Eyyüb, gösterdiği sabırla Allah’ın kudretine, yapabilirliğine direnmemiştir, Allah, bu özelliği sebebiyle de Eyyub’a önce sıhhatini sonra ailesini ve onlarla birlikte (elinden çıkanların) benzerini verdi.



-Allah katında din İslam’dır. İslam’ın anlamı ise boyun eğmektir.



-Amel mekana ( yere), ilim ise mekanete (makama) yöneliktir.



-O’nu bilmek, hadis (sonradan olma) özelliklerden O’nu tenzih etmek demektir.



-El-Bari (Yaratıcı) kendisiyle mevcuttur (vardır), vücudunu (varlığını) hiç kimseden almamıştır. “O” Subhanehu “AHAD” Tek’dir. Yani; O’ndan başka bir şey yoktur. Alem ise onunla vardır, varlığını O’ndan almıştır. Alem zati ile mümkün, başkasıyla da vacibül vücuttur. Çünkü başkasından edinmiştir varlığını. Yaratıcı ise vacibül vücuttur, varlığını başka bir şeyden edinmemiştir.



-Muhakkiklere gelince, ezel kavramı, onlara göre, kadimlik hükmündedir ve öncesinin olmasının nefyedilmesi anlamınadır. Dolayısıyla selbi bir sıfattır, temel bir sıfat değildir.



-Yedi kat göğün ve yedi kat yerin günleri yoktur; günler, yörüngelerinde sabit olan yıldızların feleklerine aittir.



-Eğer kendi benliğinle desen, bu sensin, O değil. Eğer O’nun benliğiyle desen, diyen sen değilsin. Dolayısıyla ne anlam yoluyla ne de sekil yoluyla kesinlikle birleşme olmaz.



-“O” Yaratan, var edendir.(Haşr-23) . Bu ayetlerde görüldüğü gibi, “O” dan sonra yer alan isimler, “O” nu ve alemde özel olarak meydana getirilmesi istenen hadiseleri açıklamaktadır. Dolayısıyla isimlerin tümü “O” nun tercümanıdır.



-Salat ve selam basiretler makamından davet eden Hz. Muhammed’in ve önceki ve sonraki ehlibeytinin üzerine olsun.



-Bil ki insan, berzahta gölge ile güneş ışığı arasındaki çizgi gibi mevcut bir varlıktır.

Berzah; iki denizin birlestiği noktada ikisini bir birinden ayıran mevhum çizgi gibidir.



-İman kalplerin amelidir.



-Acıkan biri, ey Rezzak (rızık veren) der. Fakat bazen bu ismi bırakıp; Ey Allah! dediğini görüyoruz. Bu sırada Rezzak ismi, ben ikinci mertebeyim demektedir . Ama bu bağlamda, ey Rabbim! Dese bunun anlamı; ey Rezzak! Değildir. Anlamı: Ey terbiye eden, ey besleyen veya ey ıslah edendir.



-Yiyeceğin az olması gıdadır.



-Sevgi her şeyin tabi olduğu bir sultandır.



-Marifet Allah’ı bilmektir.



-Velayet ve marifet mertebesinin varlığı daimidir. Risalet mertebesi ise sürelidir; tebliğ ile birlikte son bulur.



-Yine de sen bu şekil ve kalıp ulemasını taklit etme; ama ona muhalefet de etme.



-Oluş (kevn) cennette hep olacaktır, somut olarak hissedilecektir, müşahede edilecektir. Çünkü cennet somuttur.



-Şeriatın emrettiği bir amelin islenmesi ve terk edilmesi, mükellefte bu emrin gerektirdiği üç hakkı, yani Allah’ın bu ameldeki hakkını, mükellefin kendisinin bu ameldeki hakkını ve kendi içindeki hakkını hatırlamıyorsa, bu amele itibar edilmez.



-Suda boğulmakta olan bir kimse “Ya Allah” dediği zaman, bu “Ya Gayyas=yardım eden” veya “Ya Munci=Kurtarıcı” veya “Ya Munkiz=Kurtarıcı” demektir. Ağrıları olan birisi “Ya Allah” dedigi zaman bunun anlamı “Ya Safi=Sifa veren” veya “Ya Muafi=Sağlık bahseden” ve benzeridir.



-Allah ismi bütün isimleri(esmaları) kapsamaktadır.



-Bir gün senin ağladığını görmüş. O ve orada bulunup ağladığına tanık olan başkaları, ağlamanın sebebini sormuşlar. Sen su cevabı vermişsin:

“Otuz seneden beri inandığım bir mesele vardı. Biraz önce karsıma çıkan bir delil sayesinde bu meselenin benim inandığım gibi olmadığını anladım. Bu yüzden ağlıyorum. Simdi oluşan kanaatimin de önceki gibi olmasından korkuyorum!..”

Bu senin sözündür. Aklın ve fikrin mertebesini bilen bir kimsenin sükunet bulması veya rahat etmesi imkansızdır. Özellikle Allah’ı bilme hususunda. Kişinin Allah’ın mahiyetini gözlemle, ilmi nazarla bilmesi imkansızdır.



-Fikir var oldukça, kişinin mutmain olması, sükunete kavuşması imkansızdır.



-Kemali ancak başkasına bağlı olan şey yoksuldur. Allah’tan başka her şeyin durumu da budur.



-Allah, aklın fikri ve nazarıyla kendisini bilmesinden münezzehtir.



-Ebu Said el- Harraz’a sorulmuş:

-Allah’ı ne ile bildin?..

-İki zıttı bir arada bulundurmasıyla, diye cevap vermiş.



-Zahir iki nehir, kitabı okumak ve sünnete sarılmak, Batın iki nehir ise tevhit ve minnetti



-Sırrın sırrı sana yükseltildiği, çift tekle buluştuğu zaman, O’dur, sen değilsin. Hak ortaya çıktı, sen gizlendin …



-Kişinin Müslümanlığının güzelliğinin göstergelerinden biri de kendisin ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesidir.



-Zahir oldun, hiç kimseye gizli değilsin Sadece yaratıcıyı bilmeyene gizli olursun.



-Yaşamak için ye, rabbine itaat etmek için yaşa.



-Elinden geldiğince ihtilaflardan, tartışmalardan uzak dur.



-Sana, yerine getirmen durumunda mutlu olacağın bir şeyi tavsiye eden kişi Allah tarafından sana gönderilmiş bir elçidir.



-Adı sanı bilinmeyen silik bir kişi olmaktan ayrılma.



-Sadece Allah’a yönelmek gerekir. İnsanlar sebeplere dayandıkları sırada Allah onlara azap eder, çünkü sebepler her zaman yitip gidebilecek olgulardır.



-Süslenmeye, güzel görünmeye dikkat et. Çünkü bu başlı başına bir ibadettir.



-Dilenciye yedir, içir. Çünkü o, senden dilenmesi sebebiyle seni, kullarına yediren ve içiren hakkın menziline çıkarmıştır.

(böyle büyük bi ilim çok zor bulunuyor yazılı olarak vallahi Allahın selamı ibn arabi hazretlerinin üzerine olsun selam olsun)



-İşlediğin hiçbir ameli hakir görme. Çünkü Allah bu ameli yaratırken ve bizim üzerimize vacip kılarken küçümsememiştir.



-Zahir ve batın, birbirinden ayrılmayan ikiz kardeşlerdir.



-Dua ibadettir, zikir efendiliktir. Dua eden, Ona ulaşır, yanına girer. Zikredense, onun yanındadır. Dua seslenmektir. Seslenmek ise uzaklığı ifade eder.

Ama O’nu O’nun için zikret. Çünkü zikir Allah için, dua ise Allah katındaki nimetler içindir.



-Bir şeyi seven onu kıskanır. Kıskanan sevgiyle beraberdir, sevgiliyle değil. Hakkı seven ve onu kıskanan, onu ancak hayal huzurunda sevmiştir. Hak ise vehmin ve hayalin hakimiyeti altına girmez.



-İsteyen de kazanın dışına çıkamaz, istemeyi terk eden de.



-Her seven, sevdiğine kavuşmuş olsa da özlem duyar.…



“Haydin namaza” diye seslenildiği zaman zatına haber ver.



İlim talep eden cahildir, ilmi terk eden de.

İlmin malumu varlıktır. Görmenin görüneni ise zattır.

İlim, içinde zulüm olmayan bir karanlıktır.



-Yokluğuna dön; çünkü yokluk senin kadimliğinin niteliğidir ve Allah onda senden razıdır. Hakka itaat edip de ölen kimse ölmemiştir.



-Bil ki, rububiyete iman hidayeti artırır. Uluhiyete iman ise hidayetin kendisidir.



-Hakkı unuttuğun zaman, sana onu kimin unutturduğuna bak; eğer hakkı sana unutturan şey, onun sana emrettiği bir şeyse, bil ki hak seninle beraberdir ve sen de onun emriyle berabersin, onunla değil. Eğer hakkı sana unutturan şey, onun nehyettiği bir şeyse, ne sen onunla berabersin, ne de O seninle beraberdir.



-O’nu bilme hususunda ruhunun payına düşeni verdiğin gibi, O’na ibadet etme hususunda bedeninin payına düseni de ver.



-Bir kimse isimlerin ilminin kendisine verildiğini sanıyorsa, ama kendinde etki gücünü bulamıyorsa, bu bağısa itibar edilmez.



-Furkan (hak ile batılı ayırma) ile sonuçlanmayan takvaya itibar edilmez.



-Allah için arkadaşlık ettiğinin belirtisi sana nasihat etmesi ve açıklandığı zaman hakkı kabul etmesidir. Şayet kabalığı varsa dahi, bunun, ona veya sana mutlaka bir faydası vardır.



-Korkunun sebebi zat değilse, ona itibar edilmez.



-Allah’ın takdir ettiği her şeye rıza göstermeye itibar edilmez.



-O namazında yolculuğa çıkmış, sen de zihninde onun peşinden gittiği yere gitmişsin.

Aranızda ne fark var? Nerede Allah!...



Sana zahirini göstermeyen batına itibar etme!..



-Tahkik makamı, çoklukta teklik düşüncesini vermiyorsa, ona itibar edilmez.

Hizmetsiz hürmete itibar edilmez.

Hürmetsiz hizmete de itibar edilmez.

Azıksız yolcunun peşinden gidilmez.



-Ahlaktan yoksun tasavvufa itibar edilmez.



-Bir özgürlük seni Allah’a köle olmaktan müstağni kılıyorsa, ona itibar edilmez.



-Bir şükür beraberinde daha fazla şükrü doğurmuyorsa ona itibar edilmez.



-Musibete karsı sabretme, seni, bu belayı kaldırması için Allah’a dua etmeye yöneltmiyorsa, ona itibar edilmez.



-İnsan burada halifedir, ahirette ise sadece insandır.



-Kim Allah’a gerçekten secde ederse, ebediyen basını secdeden kaldıramaz.



-Senin halka dönük bir zahirin, hakka dönük bir batının vardır. Hak ne zaman senin zahirinde zuhur ederse, halk nezdinde ki saygınlığın ortadan kalkar.

Bu senin için mutluluktur. Çünkü seni hak ile baş başa bırakmış olurlar.

Kul Hakkın nezdinden ayrıldığında, ona hizmet edilir ve saygı gösterilir. Hakkın yanına girdiğinde, çok özel kişilerden başka kimse onu bilmez, saygı göstermez.



-Aslından ayrılıp çıkan gariptir. Gurbetin acısı da şiddetlidir.

Bedbaht insan ahirette gariptir, mutlu insan da dünyada gariptir. Ne mutlu gariplere. Aslından ayrılıp çıkan gariptir.



-“Rabbim Allah’tır” deme, düşmanlarına senin aleyhine fırsat vermiş olursun; ama “Allah Rabbimdir” de; Allah ismi düşmanlarını kahreder, senin aleyhine bir imkan bulamazlar.



-Ölümden önce ilim aracılığıyla kendi nefsini idrak et.



-Aynalar adedince suretler ortaya çıkar.



-Gölgen senin suretindir, sen de suret üzeresin. Su halde sen bir gölgesin.



-Müşrik Hakkı ispat eden, fazladan olarak ortağın varlığını da kabul eden kimsedir.



-Hakkı arayan O’nu bulur; O’ndan isteyene, verir. Ama isteyen O’nu bulamaz



-Alem fena ile beka arasında durmaktadır.



-İblis Allah’ın emrine uymanın gerekli olduğunu biliyordu, ama emre uymadı ve muvaffakiyetten mahrum kaldı.

İlme aldanma. İlim cehaleti ortadan kaldırır ama mutluluğu, saadeti sağlamaz. İlme, imanın eşlik etmesini sağla, o zaman nur üstüne nur olur.

İlmin niçin en büyük perde olduğunu biliyor musun?.. Çünkü ilim sahibi kimse malumu ilmi oranında görmek ister…



-Hakkı idrak etmeyi engelleyen perdeler büyüktürler. Bunların en büyüğü de ilimdir.

Çünkü ilim sahibi olunca, O’nu elde ettim, dersin. Herakliyüs peygamberlik bilgisine sahipti, ancak imanı yoktu, bu bilgisi ona fayda sağlamadı. Yahudiler Hz. Muhammed’in sav. gerçek Nebi olduğunu biliyorlardı. Ama bilmeleri onlara fayda vermedi.



-Dedim ki, Ya Rab!.. Ne ile sana yaklaşayım?..

Dedi ki, Bende olmayanla.

Dedim ki, Sende olmayan nedir?..

Dedi ki, Zillet ve muhtaçlık!...



-O’na dua ettiğin zaman, O’ndan duanın kabulünü iste; çünkü O, kendisinden icabet istemeyenlerin duasına icabet etmez. Eğer icabet istemeden sadece dua ederse, bu dua, da etmemiş olmaktan farksızdır.



-Hakka uyana da muhalefet edene de merhamet et. Çünkü bu durumu taksim eden O’ dur. Kafir, mü’mine merhamet ettiği zaman, Allah, onun azabını hafifletir. Mümin kafire merhamet ettiği zaman, Allah onun ödülünü eksiksiz verir.



-İlim malum değildir. Çünkü insan bir şeyi bilir, ama bu bilme o şeyin kendisi değildir.

İlim bazen malumun kendisi de olur. Çünkü ilimle ilim bilinir.



-Bak, üfleyen biri, bir tek nefesi ile kandili söndürürken, tutuşmuş kuru otları da alevlendiriyor.



-Allah’a karsı kibirlilik edenin karsısında kibirlen, çünkü senin mütevazılığın budur. Kibirlenenlerin büyüklenmeleri karsısında, bunun Allah’tan olduğunu bilsen de tevazu gösterme. Çünkü büyüklük O’nun bir sıfatıdır; ancak imkansız için de O’nun bir hükmü vardır.

Tevazu, bası öne eğmek veya hizmet etmek yahut falanca hakkı eda etmek değildir.

Bu saydıklarımızın tümü reislere karsı dalkavukluk etmenin, onların nezdinde mevki edinmek için hoş görünmeye çalışmanın göstergeleridir. Asıl tevazu, Allah’ı bilmenle arkadaşlık etmendir. Kendini bildiğin tanıdığın zaman rabbini bilir, tanırsın. Rabbini bildiğin zaman, O’nun katında olup da sana ait olan şeyleri ve de sende olup O’na ait olan şeyleri de bilirsin.



-Cansız varlıklar senden daha iyi kulluk etmektedirler; onların ibadeti zatidir



-Allah’ın sizin dualarınızı kabul etmesini, sizin O’nun davetine icabet etmenize bağlamıştır



-Göz yaşlarını döker, kalp hüzünlenir; ama biz rabbimizin razı olduğundan başka bir şey söylemeyiz. Allah’a yemin ederim ey İbrahim! Biz senin ayrılığından dolayı üzülüyoruz.(Hadis)

Sa’d O’na:

-Ya Rasûlullah bu nedir? Dedi. Buyurdular ki:

-Bu Allah’ın kullarının kalplerine yerleştirdiği rahmettir. Allah ancak merhametli kullarına merhamet eder.

O halde ölüye ağlamak mubahtır; bağırıp çağırmadan, feryat etmeden. Bunları kız kardeş olarak sana aktarıyorum ki, günah olmadığını ve sorguya çekilmeyeceğini bilerek göz yaşını akıtıp yüreğini ferahlatsın. Eğer sevabını Allah’tan umarak sabredersen, ecrini Allah verecektir ve büyük bir ödül kazanacaksın.



-Zevkimizin putuna tapınmaya devam ettik. Şehvetlerimizin dizginlerini sonuna kadar salıverdik. Allah’ın hudutlarıyla ilgili olarak alabildiğine aşırı gittik; sanki Allah tarafından bir güvencemiz varmış, sanki tehditlerinin bizi kapsamayacağına ilişkin olarak Allah bize söz vermiş gibi.



-Allah varlığı çift yaratmıştır. Ama kendisi teklikte yalnız kalmıştır.



-Kralların kapısında nöbetçiler vardır, Allah’ın kapısının avlusunda ise bahşişler dağıtılır.



-Allah’ın ötesinde bir son yoktur.



-Hak onu terbiye etmiş, halk da onu yalnız bırakmıştı. Ay’ı tutulmuş, kaderi sinmişti.

Kimse ona bakmıyor, aldırmıyordu. Sevenleri onu terk etmiş, arkadaşları ona öfke besliyorlardı. Allah dilerse bu, onun için bir arınma ve temizlenme vesilesiydi, ki her şeyi bilen ve her şeyden haberdar Allah’ın yardımıyla varoluşunu gerçekleştirsin.



-Soruyu soran kişi ya yeni başlamış bir ümmidir, ya da ilimle haşir nesir olmuş, ilmi bir tarafından edinmeye başlamıştır.



-Allah’ın kitabında, her yerde gece gündüzden önce zikredilir.

Peygamberlerin isrası (gece yolculuğu/miracı) onda gerçekleşmiştir. Faydalar gece elde edilir. Hak gece vakti kullarına tecelli eder. Gece, takdirlerin akısı altında yaşanan bir sükut vaktidir.

Gece gayedir. Çünkü gece iddianın yokluğudur; ne varlık kalır, ne sekil.



-Konuşma kudreti varken kişinin bildiği bir şeyi söylemekten kaçınması nefse en ağır gelen şeylerden biridir.



-Alemde insandan başka hiçbir varlık rablık iddiasında bulunmamıştır. İnsanın bu iddiada bulunmasının nedeni de içinde bulunan bazı güçlerdir.



-Her seven, kavuşmuş olsa bile özlem duyar.



-Kim amaçlarından soyutlanırsa, hastalığının şiddetinden emin olur.



-Senin hakkı görmen, hakkın senin üzerine serdiği bir perdedir.



-İsteme; çünkü istemek yazılanı değiştirmez. Ancak isteğin yazılanla ilgili olması başka.



-Arkadaştan korun, çünkü o, senden ayrılmayan düşmandır. Onun Hakka boyun eğmesini sağla ve hak ile meşgul et. Çünkü o, Allah katında bundan dolayı sana teşekkür edecektir. Arkadaşlarından sana en yakın olanı nefsindir.



-Çorak araziye ekin eken, hasat zamanı pişman olur.



-Sana,”ben hakkım” diyen bir şey gördüğün zaman, ona de ki: Sen Hak ile varsın



-Hakkı hak ile bulusun; onu kendinle arama, kendinden başka bir şey bulamazsın.



-Göç yurdu vatan değildir.



-Hallerin lezzetlerinden kaçın.



-İnsan bütün varlıkların kapsayıcı bir nüshası olduğu için her varlıktan bir hakikati de içinde taşır.



-Öte yandan Hak ile başkası arasında hiçbir açıdan gerçek olarak bir ortaklık yoktur.



-Bütün varlıklar, Allah’tan başkası olsa da kendi içinde hiç kuskusuz haktır. Ancak varlığı kendi zatından kaynaklanmayan bir varlık yok hükmündedir, batıldır.



-Mahlukat içinde akıl erbabına özgü olaylar aklın sınırı doğrultusunda gelişir. Allah’ a bağlı kimselere özgü olaylar da imanın sınırı doğrultusunda cereyan eder.



-Yüce kanun koyucu (sari) bize kaza ve kadere razı olmamızı emretmiştir, takdir edilene, hükme bağlanana değil. Bu ise Hak tealayı seçmektir, seçtiğini değil. Şunu diyemezsin: Allah’ın benim için takdir ettiği günahlara razı oldum.



-Aslında gerçek anlamda bir icat söz konusu değildir.



-Muhtar (seçme hakkına sahip), bir isi istediği zaman yapan, istediği zaman yapmayan kimseye denir. Bir isi yapmaya ya da yapmamaya dair ön bilgi, hakkında ön bilgi olmayan isin vaki olusunun tahayyülünden ibarettir. Bu yüzden ihtiyar imkansızdır.

Zorunlu olmaksa bir ise zorlanmak demektir. Ama zorlama da yoktur. Yani ne zorlama vardır, ne de serbestlik.



-Bazen kimi guruplar uluhiyeti mutlak olarak onlara nispet etme anlayışından sıyrılarak gizli yönü düşünmeye başlamıs ve bunlara, sırf bizi Allah’a yaklastırşınlar diye kulluk ediyoruz, demişlerdir. Böylece onları perdeler ve vezirler gibi görmüşlerdir. Allah’a sığınırız bu tür anlayışlardan… Eğer bu guruplar, bu yönü onların nefsinde görebilmiş olsalardı, uluhiyete bir dıs varlığın sahsında kulluk sunmazlardı. Bilakis uluhiyetin kendisine kulluk ederlerdi.

Bizim dediğimizin özü sudur: Kulluk sunulan mutlak varlık uluhiyettir, varlıklar değil.



-Alemin tümü suret üzeredir. İnsan da alemin bir parçası olarak alemin sureti üzeredir.

Yani insan da suret üzeredir. Ruhanî varlıklar mükemmel istidatları nedeniyle cisimler alemine göre kemale erme noktasında daha güçlü ve daha yatkındırlar. Bu yüzden beser, doğal bir dürtü neticesinde ruhani bir güç elde etme arzusu duyar.



-İlk ortaya çıkan varlık kayıtlı ve muhtaçtır.



-Seni isteyen de ancak seninle sana ulaşabilir.



-Sadıkların kalplerinden en son liderlik sevgisi çıkar.



-Senin gördüğün senin içindedir ve senin suretindir. Ama onu ancak içinde görebilirsin.



-Bütün gözler kayıtlı ve sınırlıdır.



-Şeyler arasında üstünlük nereden geliyor? Evet, senin açından üstünlük, senin kendinle ilgili bilgine göre belirginleşir.



-Kulluk beraberlikten daha yüksektir. Beraberlik bir yoldur ve varacağı son nokta da kulluktur.



-Sınama amaçlı belalar, insanın Allah katındaki mertebesine göre inerler. Peygamber Efendimizin sav. söyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Allah bana verdiği belaları başka hiçbir Nebi’ye vermemiştir.” Bu hadis bir alime sorulmuş ve denilmiş ki:

-Eyyub ve Zekeriyya gibi Nebiler (Selam üzerlerine olsun) çok daha büyük musibetlerle sınanmışlardır. Rasûlullah sav. bu tür belalardan hiç biriyle sınanmamış. O halde Hz. Peygamber sav. in uğradığını belirttiği bu musibet hangisidir?

Bu alim şu cevabı vermiş:

-Hangi bela Rasûlullah sav. in basına gelen beladan daha büyük olabilir? Allah O’nu; “Kabe kavseyn ev edna” makamına yükseltip vasıtasız konuşarak vahye muhatap ettikten sonra su aşağı aleme hitap etmesi için indirmesinden daha büyük bela var mı?

Hiçbir Nebi, Hz. Rasûlullah’ın sav. uğradığı bu belanın benzeri görülmemiştir.



-Ayrıca bu musibetler aracılığıyla kendinizin, Allah’ın inayet gösterdiği ve sınadığı kimselerden olduğunuzu öğrenmiş olursunuz. Çünkü dünyadaki belalar, Allah’ın mümin kullarına verdiği çabuklaştırılmış nimetlerdir.



-Şayet başınıza gelen musibet, cezalandırma mahiyetinde olmayıp, Allah’ın takdiri ile size yöneltilmiş ise, bu takdirde de büyük bir sevaba nail olursunuz.


Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
"Risaleler'inden"