Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

Çok Önemli En Önemli...Tasavvuf/İlim/Muşahede

İKİNCİ MERTEBE
İkinci Mertebe: HİDÂYET MERTEBESldir
İlmi olan ikinci mevkinin unvanı Âlem-i Şehâdete müdebbir olan
imamın kalbine gelen hidâyet yıldızıdır.
Bu yıldız hidâyetin kabulüne sebebdir. Bu da islâmi Feleklerden
dördüncüsüdür.
«Allah, şu hakikâti: Kendisinden başka hiçbir Tanrı olmadığını,
adaleti ayakda tutarak (delilleriyle, Âyetleriyle) açıkladı. Melekler
(bunu ikrar etti, hakîkî) ilim sâhibleri (Nebîler, Alimle)de (böylece
inandı). Ondan başka hiçbir Tanrı yoktur. "O" mutlak ğalibdir, yegane
hüküm ve hikmet sahibidir.»
(Al-i İmrân Sûresi, Âyet: 18)
Bu Âyette Allah Subhânehu, kullarına ilmin şerefini kendi Zât'ını ilimle
vasıflayarak bildirmektedir. Öyle ise, Ey muvaffak ve said oğlum!, ilmin
şerefi kâmille sahib olduğunu itikad et.
ilim sıfatı varlığı vacib, varlığı caiz ve varlığı muhal olan her şeye
bağlantısı bulunduğundan ötürü, sıfatların en kapsamlısıdır. İlmin dışındaki
hiçbir sıfat, varlığı vacib, varlığı caiz ve varlığı muhal olan şeylerin
tamamına taalluk etmez. Belki ilmin dışındaki sıfatlar ya varlığı caiz olan
şeylere veya varlığı vacib ve caiz olanlara bağlantısı olur.
Ey Aziz!.
İlim için iki şeref vardır.
Bu şereflerden birincisi; ilmin kendisi itibariyle,
İkincisi; bilinen şeyler yönüyledir.
Bunların açıklaması:
İlmin kendisi itibariyle olan şerefi, üç şeyden dolayı hâsıl
olmaktadır.
1- ilmin, eşyanın nefs-ul emir (realite)de bulundukları hakikâtlarına seni
ulaştırması,
2- Bilmek istediğin şeylerle alâkalı sende bilgisizlik varsa ilim o
bilgisizliği senden gidermesi,
- 34 -
3- ilim, zanni, şüpheli, ilmi gerçeklerle ters düşen bilgileri ve gaflet
edilen meselelerdeki gafleti izâle etmesi itibariyle, ilmin bizzat kendisinde
büyük bir şeref vardır.
Bilinen şeyler yönüyle ilimdeki şerefe gelince.. O şerefi ma'lumu
elde etme itibariyle hâsıl olan şereftir.
Yani, ma'lumatların bir kısmı, bazı kısımlarına nazaran daha şerefli ve
üstün olduğu gibi, bazı ilimlerde bazısından daha üstün olur. Meselâ;
Hak'kın Sıfat ve Fiillerini bilmekten ötürü Hak'kı bilme vasfı kendisinde
bulunan şahısla Zeyd'in evde olmaklığını bilmekten ötürü kendisinde
Zeyd'in evde oluşunu bilme vasfı.. Bulunan şahıs arasında şeref
bakımından çok büyük fark vardır. Nasıl ki bu iki malum arasında şeref
bakımından hiçbir münasebet yoktur.. Aynen öyle de o iki ilmin arasında
da şeref cihetinde hiçbir alâka mevcûd değildir, öyle ise bu ikinci şeref
malumdan ilme arız olan üstünlük ve şerefdir.
Allah Tealâ, Kurân-ı Kerîm'in birçok yerinde alimlerden övgüyle
bahsetmektedir. Birçok Âyette de kendisini ilimle vasıfladığı gibi, kullarını
da ilimle vasıflıyor. O Âyetlerden biri de mevzunun başlangıcında zikr
ettiğimiz Al-i imrân Sûresinin 18. Âyetidir. Bu Âyette Allah Subhanehu
kendisini Melekleri ve insanları ilimle vasıflamıştır. Zira şahidlik bir şeyi
görüp onu itiraf etmektir. Dolayısıyla burada ki itirafda ancak bilmekle
oluşur. Öyle ise bilinmeyen bir mevzuda şahidlik yapılmaz.
Bu Âyetin işaretiyle şöyle bir netice zuhura gelmektedir. Hakikâtte
Tevhîd Ehlî ancak Ulemâ'dır. Ve böyle olduğunu bu âyetle Allah
Subhanehu Celle, bil'işâre ile bizlere bildirmektedir.
Tevhid kendisine ulaşabilen makamların en şereflisidir. Tevhidin
ötesinde hiçbir makam yoktur. Fakat ikilik vardır.
Öyle ise Tevhîd yolunda itikâd veya hâl yönüyle bir kimsenin
ayakları kayarsa hiç kuşkusuz o kimse şirkin içine düşer. Artık her
kim ki ayağı inançta (itikâtda) kayarsa, o ebedi olarak şakilerden olur.
Ve onu ebedi ateşten ne şefaatçıların şefaati ne de başka bir şey
çıkaramaz.
Her kim de hâl de (yani ameli konularda) ayağı kayarsa o da gaflet
sahibidir. Öyle gaflet ki Zikrullah onu giderir. Veya tevbe eder ve terk
ettiği şeyleri yapabilir. Zira bu gafletten ötürü Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına riâyet etmeyen şahısta imân billah bakîdir. İmânı kaldığı
müddetçe umulur ki Allah ona lûtfuyia afveder.
Öyle ise Allah'ın Rasûlü Aleyhisselâm'ın vasıtasıyla bizlere dinen
inanılması zaruri olan şeylere inanmayan insanlar ebedi olarak ateşte
kalacaklardır.
Ancak dinen inanılması zaruri olan şeylere inandığı halde,
- 35 -
gereğince yaşayamayan insanlar ise, onların hâli Allah'ın dileğine
bağlıdır, isterse onları afveder Cennete koyar ve isterse amellerinden
dolayı cezalarını çektikten sonra Cennete dahil eder.
ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden birisi de Allah Tealâ'nın hazreti
Musa'nın arkadaşı hakkında ki buyruğudur:
«Derken kullarımızdan (öyle) bir kul buldular ki biz ona
tarafımızdan bir Rahmet vermiş, kendisine nezdimizden (haas) bir ilim
öğretmiştik.» (Kehf Sûresi, Âyet: 65)
Burada ki ilim, ilhamla öğrenilen ilimdir. Öyle ise âlim, ilmi kesbiye
sâhib olduğu gibi ilham ve hikmete de sâhibdir.
İlmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de şu âyettir:
«Allah'tan, kulları içinde, ancak alimler korkar.» (Fatır Sûresi, Âyet:
28)
öyle ise ulema; ilim, ilham ve hikmete sâhib oldukları gibi haşyete de
sâhibdirler, ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de:
«İşte misâller!. Biz onları insanlar için irâd ediyoruz. Âlim
olanlardan başkası onları anlamaz.» (Ankebut Sûresi, Âyet: 43)
öyle ise âlimler Allah'ın âyetlerinin hükümlerini ve tafsilatlarını
gereğince anlarlar, ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de;
«ilimde yüksek payeye erenler ise; "Biz "O"na inandık. Hepsi
Rabb'imizin katındadır" derler.» (Al-i imran Sûresi, Âyet: 7)
Öyle ise; âlimler, ilimde kök saldıkları için şüphe, şek gibi şeyler asla
onları, ilimle müşahede ettikleri hakikâtlerden saptıramaz.
ilmin faziletine delâlet eden âyetlerden biri de;
«İsrail oğulları bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir âyet (bir
delîl) değil miydi?» (Şuarâ Sûresi, Âyet: 197)
Öyle ise ulema nesnelerin varlığı açığa çıkmadan önce onların
oluşumlarını bilirler ve onlar husûla gelmeden oluşacaklarını
bildirirler.
ALLAH Tealâ, Nebîsine -Allah'ın Salât ve Selâmı onun üzerine
olsun- ilimde ziyâdeliği tâleb etmesini emrederek ilim sıfatının yüksek
şerefini bildirmektedir.
Rabbi zidnîilmâ.
«"Rabbim, ilmimi artır" de.»
(Tahâ Sûresi, Âyet: 114)
- 36 -
Ey Aziz!.
Cenab-ı Hak, Rasûlüne ilmi sıfatının dışındaki sıfatlar hakkında
böyle bir talebi emretmemiştir. Bu da bize ilmin Allah katındaki
şerefini izah etmektedir.
ilim hakkında niye bu kadar çok beyanatta bulunduk. Zira, ilmin
makamı hakkında kendilerinde cehaletin gâlib geldiği ve heva-ı nefsin
kendileriyle oyun oynadığı adedleri sayılmayacak kadar kimseler bu
zamanda türemeye başladılar. Hattâ onlar; ilmin perde olduğunu söylerler.
And olsun!..
Onlar, söylemiş oldukları bu şeye inanıyorlarsa farkında olmadan
doğru söylemişlerdir.
Evet!.
İlim, kalbi gafletten, cehaletten ve ilmin zıttı şeylerden engelleyen
büyük bir perdedir.
Öyle ise, ilim hakikâte ulaşmaya kesinlikle engel değildir. Ancak,
İlimle gururlamlmadığı müddetçe.
İlim ne şerefli bir sıfattır ki; Allah Subhanehû bizlere, ondan lezzet ve
hâz almakla ihsanda bulundu. Nasıl olur da insan ilimden ötürü sevinmez.
İlim, öyle bir sıfattır ki onu elde etmek için her şey terk edilebilir.
İlim için iki yüce şeref vardır. Şöyle ki:
1- Allah Tealâ, kendi Zâtını ilimle vasıflamıştır.
2- Kur'an'da Enbiyâ ve Melekler ilimle övülmeye mazhar olmuşlardır.
Dolayısıyla Ulemâ, Enbiyâ'nın varisleridir.
Ey Aziz!.
Allah Tealâ, bizleri ilimde Enbiyâya varis kılmakla bize en büyük
nimetle ihsandan bulunmuştur.
Bu ihsana nail olmamızı da Allah Rasûlü Aleyhisselâtu Vesselam
şöyle beyân etmiştir:
«Enbiyâ ne bir dinar, ne de bir dirhem miras bırakmışlardır.
Onların bıraktığı miras, ancak ilimdir. Kim ilme nail olursa büyük bir
nasibe, yüksek bir dereceye ulaşır.» (Tirmizi)
Ey insanlar!.
Allah ve Rasûlü'nün bizler hakkında kullandıkları ismi niçin değiştirip
yerine Arif diyorsunuz? Bu yaptığınız, nefsin yaratılışında asi olan
muhalefet etme özelliğinden peyda olmaktadır. Zira nefis Allah'ın emir
ettiklerine muhalif hareket etmek üzere yaratılmıştır. Ve sen halâ
- 37 -
"Âlim" demekten kaçınıp "Arif" istimal etmekte ısrar ediyorsun..
Allah'a muhalefet etmekten hâsıl olacak mahrumiyetten Allah'a
sığınırız.
Marifet, Arap lisânında ilmin derecesinden haddi zatında düşüktür.
Zira marifet tek mefu'le geçiş yaptığı için onunla tek bir fâide hâsıl olur.
ilim ise, iki mef'ule geçiş sağladığı için onunla iki fâide vücûda gelir.
Zikr edeceğimiz âyette ilim, marifetin yerinde kullanılmıştır. Şöyle ki: «Hem
de sizin bilmediğiniz..» (Enfâl Sûresi, Âyet: 60)
Aslında ilim, iki mef'ule tesir edendir.. Fakat burada marifet yerinde
niyâbeten istimal edildiğinden ötürü tek mef'ule tesirde bulunmakta esas
anlamına bir noksanlık peyda olmuştur, ilim ve marifete her ne kadar bir
şeyin hakikâtini olduğu gibi idrâk etmekte birdirler.
Bize ne oluyor ki, biz Allah'ın kullandığı ismi terk edip yerine başka bir
şeyi zikr ediyoruz!!!
İlimle marifet arasında çok ince bir fark vardır. O da ilim;
külliyatlara taalluk eder. Marifet ise cüzivatlara.
Öyle ise, ilmin muteallak külliyatlara nazaren cûziyatlara olan
muteallakı itibariyle küllileri kapsamına almaz, işte bu farka binaen
Allah'a "Âlim" denir. "Arif" denilmesi caiz değildir.
ilmin kendisinde vaaz edilmesi gerekli olan makamda marifeti kullanan
şahıslar, Verasat-ı Nebevide tahkik sahibi olsaydılar o makama ilim ve
makam sahibine de Âlim ismini verirlerdi. Böylece onlar, adâb-ı ilâhiye ile
hareket etmiş olurlardı.
Sehl bin Abdullah -Allah ondan razı olsun- bu makamda alâkalı
söylemiş olduğu şu cümleleri, işin hakikâtini ne güzel izah etmektedir.
— "Kişinin Ârif-i Billâh olması; ilim ile ALLAH'I bilmesine bağlıdır.
Âlim olması da mahlukata Rahmet ile muamele etmesiyle
gerçekleşir."
Sehl - Allah ondan razı olsun - böyle dedikten sonra da;
— "Semâlar yeryüzü için, yerin içi yerin üstündekiler için, âhıret
dünya için, ulemâ cahiller için ve Nebî-i Zişân - Allah'ın Salât ve
Selâmı onun üzerine olsun - bütün mahlûkat için Rahmet'tir." dedi.
Ey Aziz!.
Allah seni muvaffak kılsın!.
Düşün, bak!.. Sehl, âlimi hangi makama koydu ve kime benzetti!!!..
Bu yüce imâmın idrâk ettiklerini bize de idrâk ettiren Allah'a hamd
olsun. Öyle imâm ki muhakkikin sofîlere karşı Allah'ın hüccetidir. Zira Ebu-I
- 38 -
Kasım Cüneyd onun hakkında şöyle söylemiştir:
— "Hz. Süleyman, meliklere karşı, Hazreti Eyyub belâlara duçar
olanlara karşı, Hazreti MUHAMMED Aleyhisselâm fukaraya karşı ve
Sehl bin Abdullah da sofîlere karşı Allah'ın hüccet ve delilidir."
Cüneyd, Enbiyâ'yı bir takım şeyleri iddia edenlerin her bir grubuna
karşı Allah'ın hüccet ve delilleri olduğunu söylüyor. Bu söz Cüneyd'in Sehl
bin Abdullah'ın makamı için yaptığı şâhidlik vesikasıdır.
imâm Kuseyri "Risâle-i Kuşeyri"de Cüneyd için; "O Seyyidu-I
taifedir." Yani, "Sofilerin önderlerinden biridir." diyor, imâm Kuseyri'de
sofilerin önderlerinden biridir.
Öyle ise söylediğimiz bu hükümde onlara muvafık oluşumuzdan ötürü
Allah'a hamd ederiz.
Sehl'in söylediği bu cümlede şu sonuca varıyoruz..
Kişinin Ârif-i billâh olması ancak kendisinden önce yaşamış
muhakkiklerin usûl ve kaidelerinde, söylediği şeylerin denk olması ve
bu husus da onlar gibi İlâhi ahlâkla ahlâklanmasıyla gerçekleşir. İşte
bu ahlâk gereği zahiri ve batini ilme sahib olanlara "Âlim" derler.
Ebû Tâlib-i Mekkî "Kut" adlı kitabında Sehl bin Abdullah'ın ilim sahibleri
hakkında şöyle dediğini nakleder:
— Â'limimiz ve büyüğümüz olan Sehl bin Abdullah; "Âlimin üç tür
ilmi vardır.
1) Zahir ehline öğrettiği ilmi zahirisi,
2) Ehlinden başkasına öğretmediği ilm-i bâtınî,
3) Allah ile ilim sahibi arasında sırr olan ilim ki, bu da onun imân
hakikâtidir. Ne zahir ehline ne de bâtın ehline söylemez." dedi.
Görüldüğü gibi Sehl üç tür ilim sıfatıyla mevsuf olan şahsı, âlim ve
bildiklerine de ilim ismi vermiştir, işte Sehl'i böyle söylemeye yönlendiren
tek unsurun Ahlâk-ı ilâhi ile ahlâklanmasıdır.
Bu şerif makamdan dereceleri düşük olanlar ve himmetleri ya
Rab'lerine veya nefislerine taalluk edenlere, bulundukları makam
kendilerine Arif demelerine sebeb olmuştur. Zira muhakkikin sofilerin
katında Bekâ-ı Resm" diye tâbir edilen kemâl-ı hakikî; ancak Rab'lerini
ve nefislerini birlikte müşahede edenlerde gerçekleşir.
Şehrzurîve başkaları;
— "Hâli itibariyle yalnız Rabbisini müşahede eden kimsenin
kemâlat dereceleri noksandır, ve o kişi fâideden beridir" demişlerdir.
Kulun, hem nefsini hem de Rabbisini müşâhade etmekiiğinde,
- 39 -
Hakkın kendisini kendisiyle muşâhadesi gerçekleşir. Ve bu durumda
Rabb'in Ganî, Kadir ve bütün kemâlatlara sahib ve nefsinin aciz, fakir
ve bütün noksanlıklara sahib olduğunu müşâhade etmekle iki fâide
elde etmiştir.
Ancak hâli itibariyle yalnız Rabbisini müşâhade ettiğine inanan
kimse, kendi nefsini müşâhadesizliğinden ötürü, kendisinden geçip
giden fâideleri kazandığını ZAN eder. Halbuki bu kimse, varlığı
kesinlikle gerçekleşmeyen bir müşahedeyi iddia etmiştir. Bu da
müşahede makamında bir şeyleri birbirine karıştırmaktan ibarettir.
Kendisine nefsi duygulardan arınmaktık bu müşahede de onun
işlerini üstlendiğini zan etmesidir. Artık böyle bir kimse, hâli ile beşeri
özelliklerden arınarak ilâhi ahlâklarla ahlâklandığını hayâl eder..
Halbuki bu durum sahibi olan şahıs, bütün işlerini ve nefsini gark
eden derin bir uykuya dalan şahsın hâli gibidir. Öyle uyku ki uyuyan
şahıs o hâlde ne hisleri ne de nefsiyle birlikte olamaz.. Aynen bu makamı
iddia eden şahısda, bulunduğu müşahede de ne nefsiyle ne de Rabbisiyle
beraber değildir.
His ve nefsinden alâkasını kesen uykuya dalan kimseyi o şahsın hâlini
izah etmek için örnek vermemiz mevzûyu daha iyi idrâk etmen içindir.
Bu uykuda ki adam uyandığında ona şöyle denilecek; "Sen
uyuduktan sonra his âleminde bizlere peyda olan nice ilimlerden sen
mahrum kaldın. Peki hayâl âleminden senin için hâsıl olan bir fâide
var mı? " o da; "Hayır!. Bir şey görmedim, bir şey bilmedim" diyecek.
Ona bu cevâptan sonra şöyle diyecekler; "And olsun ki, sen ne bizimle
ne de nefsinle birlikte bir fâide elde etmedin. Sen bu suretle vaktini
boşa harcamaktan başka bir şey yapmamışsın."
işte bu durum gerçekleşmeyen bir müşahedeyi iddia eden şahsın
hâlidir. Bu hâli de sofilerin usûl ve kaidelerini bilmeyen ve kıyâs-ı fâsidle
meseleleri ölçen kimseden başkası konuşmamıştır.
Veyahud hâl ilmi, kendisine iltibas eden kimsenin söylemleridir, Eğer
bu şahıs iddia ettiği o müşahedesinde bir fâide ile gelse ve Bekâ-ı Resmi
hâl ile inkâr etse bu adam Fena- Resme Arif olmayan ve vaktin fenasını
bilendir. Müşahedesi bu surette gerçekdir. Fakat ona müşahedesinde ilim
hâl ile ilTibâs etmiştir. Öyle ise bu kimse açıkladığımız gibi noksanlık
sahibidir. Kemâl ehli değildir.
Buraya kadar hâlini izah ettiğimiz kimse, yalnız Rabbini müşâhade
ettiğini söyleyenin durumudur. Aynen onun gibidir, ikincisinin hâlide. Bu
ikincisi yalnız nefsini müşahede eden kimsedir. Bu da gaflet, iddia ve şirk
sahibidir. Böyle olan muallimlerden ALLAH'a sığınırız.
Gerçekten kâmil olan şu kimsedir ki, kemâlat ondan başkasında
mecazen bulunur. Zira gerçekten kâmil olanlar Rabbisini hem ilmen
- 40 -
hem de hâlen ve nefsini yalnız ilmen müşahede edenlerdir.
Burada işaret edilen malûm kesinlikle mevcûd olmayan
YOK'luktur.
Ebûl Abbâs Kasım ibn-ul Kasım El Seyyarı, bu Makama şöyle "Akıllı
olanlardan hiç kimse müşahedeyle lezzet almamışlardır. Zira Hakkın
müşahedesi kendisinde lezzet bulunmayan yokluktur. Ancak bu
müşâhadeyi eden kimseye, ilim müşahedesi hâl müşahedesine
galabet etmiştir. Velevki her iki müşahede bir anda hâsıl olsa da.."
diyerek işaret etmektedir.
Bu zât; "Akıllı olanlardan hiç kimse müşahede ile lezzet
almamışlardır.." sözüyle Bekâ-ı Resm'in hükmünü ifâde etmiştir.
öyle ise, Bekâ-ı Resm şöyle tanımlayabiliriz; "Nefs'in arzu ve
isteklerinden arınmak." Nefs'in arzularından arınmakta Hakkın arzu
ve isteklerin de YOK olmakla gerçekleşir. Hak'kın arzu ve isteklerinde
YOK olmakta, beşeri duygu ve ahlâklardan arınmaktır.
Öyle ise, müşahede de lezzet edinmek nefsin hâz duymasıdır. Nefs'in
hâz aldığın bir şeyin Rabbanî olması düşünülemez. Eğer bu kimse
hakkında şöyle dersek “Rabbisini hem ilmen hem de hâlen müşâhade
ettiği gibi, nefsini de ilmen ve hâlen müşahede etti.” o zaman o
kimsenin müşahedesi tamamen mevcûd olmaya yokluğa taalluk etmiş
olur. Yani o kimse, Bekâ-ı Resm ve Fenâ-ı Resm ile vasıflanmış olur.
Bütün bu izahatlarımızda şu gerçek sabit oluyor: Bu müşahede sahibi
İM fâide elde edendir. Biri zahmet çekmek diğeri de lezzet almak
fâidesidir. Zahmet fâidesinin hâsıl olması esnasında Bekâ-ı Resm ile
müşahede de hâsıl olan marifete lezzet denir.
İlmin iki mefule geçiş yapmasından ötürü iki fâideyeye
sâhib olana "Âlim denir. Âlim için hâsıl olan fâidelerden
birisini kazanana "Arif" denir. Çünkü o, Âlim'in ulaştığı ilim
Makamına ulaşmamıştır.
inayet yıldızı mebhasında açıkladığımız gibi, eğer o kişinin Âlem- i
Misâl'de Hak'la olan muvafakatiyeti gerçekleşmişse Âlem-i Şehâdet'te
Tevfîk-i İlâhi onun hakkında vakî olur.
Biz, ilmin marifetten üstün olduğunu söylediğimiz gibi Âlim de
Ârif'den üstündür deriz.
TENBİH
Sehl bin Abdullah Allahondan razı olsun- nakl ettiğimiz kelâmı Ebû
Abdullah Hüseyin bin Musa En Nişâburî "İzâhât-ı Tarik fî Usûli Ehli
Tahkik" Melâmiye'lerin usûl ve kaidelerini izah eden kitabda rivayet
etmiştir.
- 41 -
Cüneyd-i Bağdadî'nin Sehi'den nakl ettiği kelâm da; "Kitab Muhtehab
il Esrar fî Sıfatıssıddıkin vel Ebrar" adlı kitapta zikr edilmiştir.
Ebû'l Abbâs El yessâri'den nakl ettiğimiz kelâm da; "Risâle-i
Kûşeyri"de mevcuttur.

İbn-i Arabi (k.s.)
-Yıldızların Mevki-den