Felsefe ve Tasavvuf/ İbn-i Arabi (k.s)....
Şeyh bu gibi kimseler hakkında şöyle der (IV:94):
- "Akılcılardan bir topluluk, görüşlerini şekillendirirken
şeriatı tamamen devre dışı bırakırlar (…) Şeriattan sadece
görüşlerine uyanı alırlar ve bunun dışındaki hükümleri ya bir
kenara atarlar veya genele yönelik hitaplar olarak değerlendirirler
(…) Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoksa
siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"
(Bakara, 85) Şeyh, bu görüşlere sahip bazı kimselerle
bir araya gelmiş, onlarla tartışmış ve neticede tevbe
etmişler. Görüş sahiplerinin fikri miracı ile Resule tabi olanların
ruhi miracını karşılaştırdığı 167. babda (II:284) gerçek
ilmin Resulün getirdiklerine iman etmek, gerçek cehalet ve
ebedi bedbahtlığın da Resulden yüz çevirip kişisel fikri takip
152
etmek, böylece Allah'ın vahyinden yüz çevirmek olduğunu
vurgular, sonra şöyle der:
- " Bu mesele ile ilgili olarak acayip bir olay yaşadım.
Felsefe âlimlerinden biri benim bu sözlerimi işitmiş. Belki de
kafasında değişikliğe uğratmış ya da kendi kendine benim
aklımın ne kadar zayıf olduğunu düşünmüş. Derken yüce
Allah, kendisinin şüphe etmeyeceği bir keşfe onu muttali
kılmış ki, meselenin bizim söylediğimiz gibi olduğunu
anlamış. Nefsine uymaktan ve aşırı fikirlerinden pişmanlık
duymuş bir halde yanıma geldi. Kendisiyle zaman zaman
sohbet ederdik. Olayı bana anlattı, pişman olduğunu belirtti.
Geçmiş hatalarından dolayı tevbe etti ve iman getirdi. Bana
dedi ki: En çok hasret çektiğim şey, şu ayetin benim hakkımda
tahakkuk etmiş olmasıdır: "Ben sana cahillerden olmamanı
tavsiye ederim." (Hud, 46)…"
Şeyh, bir başka filozofla da karşılaşır ve sonunda bu
filozof da, Nebilerin mucizelerini inkâr etmekten vazgeçerek
tevbe eder. Bu konuda şunları söyler (II:371):
- "586 yılında bir yerde toplanmıştık. Toplantıda filozof
bir kişi de vardı. Bu adam. Müslümanların inandığı şekliyle
nübüvveti inkâr ediyordu. Nebilerin gösterdikleri mucizeleri
kabul etmiyor ve hakikatler değişmez diyordu. Mevsim kıştı.
Ortada yanar vaziyette bir mangal duruyordu. Nübüvveti
inkar edip yalanlayan bu adam dedi ki: Avam diyor ki,
İbrahim (a.s) ateşe atılmış ve ateş onu yakmamış. Oysa
ateş doğası gereği yanma özelliğine sahip cisimleri yakar.
İbrahim Halil'in (a.s) kıssasında sözü edilen ateşten maksat,
Nemrut'un ona yönelik öfkesi ve kinidir. Yani öfke ateşi kast
edilmiştir. İbrahim'in (a.s) ateşe atılması ise, Nemrut'un
öfkesinin onun üzerinde olması anlamındadır. Bu ateşin onu
yakmaması da, zorbanın öfkesinin ona etki etmemesi
demektir. Çünkü İbrahim (a.s) gösterdiği delillerle onu bir
şey yapamaz hale getirmişti. Işık saçan gök cisimlerinin bat-
153
masını göstererek, eğer ilah olsalardı batmazlardı, demiş ve
bunu bir delil olarak onun önüne koymuştu… Adam sözlerini
tamamlayınca mecliste bulunanlardan ve makama
(Şari'nin doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla delil göstermek
dışında, keramet göstermeyi terk etme makamına)
sahip olan biri dedi ki: Eğer sana Allah'ın söylediğinin doğruluğunu
göstersem, ateşin aslında İbrahim'i yakacağını,
Allah'ın “serin ve selametli ol” diye emretmesi üzerine onu
yakmadığını ispat etsem, hemen şimdi burada kendime ait
bir keramet göstermek için değil, ama İbrahim'i savunmak
için bu olayı kanıtlasam, ne dersin? İnkârcı adam dedi ki:
Böyle bir şey olamaz. Dedi ki: Şu yakıcı ateş değil mi? Evet,
dedi. Dedi ki: Bu ateşin yakmayacağını kendi üzerinde göreceksin.
Sonra mangaldan bir parça ateş alarak inkârcının
kucağına attı. Ateş elbisesinin üzerinde bir süre durdu,
adam eliyle çevirip duruyordu. Ateşin yakmadığını görünce
hayretten dona kaldı. Sonra öbürü ateşi mangala attı ve
dedi ki: Elini yaklaştır ateşe. Elini uzatınca, ateş elini yaktı.
Ona dedi ki: İşte o olayda böyle olmuştur. Ateş memurdur,
emir üzerine yakar, emir üzerine yakmaz. Allah dilediğini
yapar… Bunun üzerine bu inkârcı filozof Müslüman oldu ve
hatasını kabul etti."
Şeyh, kerametlerden söz ederken özetle şunları
söylüyor (II:369):
- "Hak keramet iki kısma ayrılır: Maddi ve manevi. Avam
tabakası, sadece maddi kerametleri algılar, olağanüstü
hadiseler gibi. Manevi kerametleri ise, sadece Allah'ın has
kulları bilir. Bu ise, şeriatın adabını muhafaza etmek, güzel
ahlak, mutlak olarak farzları vakitlerinde eda etmek, hayırlara
koşmak, göğsünde insanlara karşı kin ve nefreti,
kıskançlık ve suizannı söküp atmak, kalbi her türlü kötü
sıfattan temizlemek, kalbi nefesleri murakabe etmek, kendisinde
ve eşyada Allah'ın hukukunu gözetmek gibi özellik-
154
lerle süslemek, kalbinde rabbinin izlerini araştırmak. Nefes
alış verişini denetlemek, nefesi edeple alıp, ilahi huzuru
hissederek vermekten ibarettir. İşte bu, hile ve istidracın
karışmadığı keramettir. Bunda sadece yakınlaştırılmış
meleklerin ve Allah'ın seçkin kullarının katkısı vardır. Bunlar
kendilerinde genel-maddi bir keramet zahir olduğunu fark
ettikleri anda, ondan kaçınıp Allah'a sığınırlar. Allah'tan bu
kerameti normal adetlerle örtmesini dilerler. Ki halkın
genelinden, kendilerini ayrıcalıklı kılan bir farklılıkla belirginleşmesinler.
İlim hariç. Çünkü ilimle temayüz etmek istenen
bir şeydir. İlimle temayüz etmek insanlık için yararlıdır. İlim
kerametlerin en yücesidir."
Üçüncü sınıf: Bunlar, Resullere saygı gösteren, ilahi
şeriatlara iman eden, onların zahiriyle ve batınıyla amel
eden hikmet ve felsefe ehli kimselerdir. Şeyh'e göre bunlar,
her türlü saygıyı ve hüsnü kabulü hak eden kimselerdir.
Futuhat'ın 66. babında (I:324-325) onların hallerini, üzerinde
bulundukları hikmet esaslı siyaseti ele almıştır. Babın
sonunda şunları söylüyor:
- "…Akıl erbabı derken, günümüzde hikmet hakkında
konuşanları kast etmiyorum. Bilakis akıl erbabı derken,
kendi nefsiyle meşgul olmak, riyazet, cehd, halvet, kalplerini
arındırdıktan sonra semavattan vahyedilen ulvi ilimlere
hazırlanmak şeklinde onların yollarını izleyen kimseleri kast
ediyorum. Akıl erbabı derken bunları kast ediyorum. Çünkü
vakitlerini laklaka, kelam ve cedel ile geçiren, fikirlerini, ilk
kuşaklardan sadır olan lafızların maddeleriyle uğraşarak
harcayan, ama onların bu lafızları aldıkları kaynaktan habersiz
olan kimseler, gerçek anlamda akıl erbabı olamazlar. Bu
gün gördüğümüz kimselerin gibileri ise, hiçbir akıl sahibi kişi
yanında bir değer ifade etmezler. Çünkü bunlar Din’le alay
ediyorlar, Allah'ın kullarını küçümsüyorlar, sadece kendi-
155
leriyle beraber olan, kendilerinin yolunu izleyen kimselere
saygı gösterirler. Bunların kalplerini dünya sevgisi, makam
ve riyaset arzusu bürümüştür. Böyle olunca da sultanlar ve
valiler onları aşağılarlar. Böyle kimselerin sözlerine itibar
edilmez. Çünkü Allah onların kalplerini mühürlemiştir, onları
sağırlaştırmış, kör etmiştir. Buna karşın her tarafta tafra
satarak, kendi zanlarınca insanların en üstünleri olduklarını
iddia etmekten de geri durmazlar. Bu yüzden, takva sahibi
olmadığı halde Allah'ın dini hakkında fetva veren fakih bile,
her bakımdan bunlardan daha iyi bir durumdadır. Çünkü
iman sahibi, bu imanını taklidi olarak elde etmiş olsa da,
kendilerine akıl erbabı diyen bu kimselerden daha iyidir.
Aslında akıl sahibi birini, böyle bir duruma düşmekten tenzih
etmek gerekir. Gerçek anlamda akıl erbabı olan, bir
ölçüde onların hali üzere olan bazı kişilerle karşılaştık.
Bunlar insanlar içinde Resullerin değerini en iyi bilenlerdi.
Hz. Resulullah'ın (s.a.v) sünnetine en fazla tabi olan, onları
en çok muhafaza eden kimselerdi. Hakkın celaline yakışan
saygıyı biliyorlardı. Allah'ın, Nebî kullarına ve onların
bağlıları velilere verdiği hususiyetlerin, ilâhi, harici ve özel
feyiz yoluyla, ders ve içtihat gibi geleneksel yolların dışında
bahşedilen meziyetlerin farkındaydılar. Ki akıl düşünce
melekesi itibariyle bu ilâhi feyiz ve bağışlara ulaşamaz. Bir
gün bunların büyüklerinden birini dinlemiştim. Benim, talep
etmeksizin, araştırma ve okuma yoluyla değil, Allah ile halvetim
sonucu bana bahşedilen ilâhi fetihleri görmüştü ve
şöyle demişti: "Allah'ın katından bir rahmet verdiği, ilmi
ledünnünden bahşettiği birini görebildiğim bir zamanda
yaşadığım için Allah'a hamdolsun. Allah dilediğini rahmetine
has kılar, Allah büyük lütuf sahibidir."
Akıl ve fazilet erbabının ileri gelenlerinden olan bu adam
İbn Rüşd'dür. Şeyh, onunla karşılaşmasını Futuhat'ın 15.
babında anlatır. Burada "Yaraları tedavi eden"in (veya İdris
156
(a.s)in) kendisine ilka ettiği hutbeyi zikreder. Şöyle denmektedir
bu hutbede:
- "Cennet ve dünya, süt ve bina içermek bakımından
ortaktırlar. Ama biri çamur ve samandan, öbürü ise altın ve
gümüşten meydana gelmiştir. Bu, oğluna yaptığı vasiyetin
bir bölümüdür. Kuşkusuz bu büyük bir meseledir ki remz
yoluyla anlatıp gitmiştir. Bunu anlayan rahat etmiştir."
Burada, ahiretteki yeniden diriliş ve hesabın hissi,
manevi, maddi ve ruhani olduğuna işaret edilmektedir, tıpkı
dünyadaki hayat gibi. Ama bu başka bir alemde gerçekleşecek
bir hayattır. Bu ise, ahirette maddi cezanın gerçekleşmesini
kabul etmeyen bir çok felsefecinin inkar ettiği bir
şeydir. (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Tehfatu'l
felasife, Gazali, tah:Süleyman dünya-daru'l maarif, mısır, s.
16-21-280-289/risaletu emri'l mead, ibn sina, s. 55-56-57,
daru'l fikri'l Arabi, 1949/ el-yevakit ve'l cevahir, eş-şa'rani,
bab:66) Bedenlerin maddi olarak ahirette tekrar dirileceği,
haşredileceği meselesi, kitaplarından anlaşıldığı kadarıyla
İbn Rüşd'ün kabul etmekte zorlandığı bir husustur. Çünkü
masum şari'nin açık nassları ile sadece ruhani haşri kabul
eden filozofların mesnetsiz görüşleri arasında tereddüt
ettiğini yansıtan bir düşünceye sahipti.
Şeyh, hem cennet ehlinin, hem cehennem ehlinin, şeri
nasslarda açıkça belirtildiği gibi, ahirette amellerinin karşılıklarını
maddi olarak alacaklarını sık sık vurgular. Resule tabi
olan velinin miracı ile hekim filozofun miracının
karşılaştırdığı Futuhat'ın 167. babında (II:283), filozofun
nasıl sonunda tutumundan vazgeçtiğini, Resule tabi
olduğunu, Resulün bildirdiklerinin tümüne tevilsiz iman
ettiğini açıklar ve sözlerini şöyle tamamlar: "Bedenlerin,
hüküm ve devir farklılığıyla beraber tavırdan tavıra geçmek
suretiyle haşredildiklerini gördü."Şu halde ruhlar, bedenlerin
tedbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Dünyada maddi ve unsuri
157
bedenleri yönetip tedbir ederken, berzahta, uyuyan kimsenin
gördüğü rüya gibi berzahi bedenleri tedbir etmektedir.
Ahiret ateşinde ise, tabii, unsuri, maddi ve zülmani bedenleri,
cennette de tabii, maddi, latif ve nurani bedenleri tedbir
etmektedir. İşte ileri yaşlardaki Ebu'l Velid İbn Rüşd ile
henüz küçük bir çocuk olan, ama fetihlere nail olan
Muhyiddin b. Arabî arasındaki konuşmanın konusu budur.
Şeyh, bu buluşmayı şöyle anlatır (I:152-153):
- "Bir gün Kurtuba'da şehrin kadısı Ebu'l Velid İbn
Rüşd'ün yanına gittim. Halvet halimde Allah'ın bana fetih
yoluyla ulaştırdığı hakikatleri duyduğu için beni görmek
istemişti. Çünkü duyduğu şeyler karşısında hayrete
düşmüştü. Babam, önceden hazırladığı bir plan gereği beni
bir ihtiyacı için ona gönderdi. Maksadı, onunla buluşmamı
sağlamaktı. İbn Rüşd babamın arkadaşıydı. Ben o sırada
henüz çocuktum. Sakallarım çıkmamış, bıyıklarım terlememişti.
Yanına girdiğim zaman, sevgi ve saygısının bir
ifadesi olarak ayağa kalktı. Beni kucakladı ve bana " Evet"
dedi. Ben de "Evet" diye karşılık verdim. Ne demek istediğini
anladığım için sevinci daha da arttı. Sonra ben, bu
cevabım karşısında sevindiğini fark edince, "Hayır" dedim.
Hemen kasıldı, yüzünün rengi değişti ve içine bir kuşku
düştü. Ardından şöyle dedi: Keşif ve ilahi feyizle hakikatleri
nasıl aldınız? Bize verilen düşünce gibi mi? Dedim ki: Evet,
hayır… Bu evet ile hayır arasında ruhların maddelerin
ayrılıp uçtukları, boyunların bedenlerinden koptukları kadar
uzun bir mesafe vardır. Hemen rengi sarardı, titremeye ve
"la havle…" demeye başladı. Ne demek istediğimi
anlamıştı. Bu, imam, kutup "Yaraları tedavi eden"in (İdris'in),
sözünü ettiği meselenin aynısıydı. Bundan sonra yanındaki
bilgileri bize anlatmak için babamdan buluşmayı istedi.
Bildiklerinin benim ulaştığım hakikatlere uyup uymadığını
öğrenmek istiyordu. Çünkü fikir ve akli nazar ehliydi. Allah ile
158
halvete cahil olarak girip, ders almadan, araştırma yapmadan,
mütalaa etmeden ve okumadan bu şekilde
hakikatlere vakıf olarak çıkan birini gördüğü bir zamanda
yaşadığı için Allah'a şükretti. Dedi ki: Bu, akıl erbabı olarak
ispat ettiğimiz, ama somut olarak bir kimse üzerinde
gözlemleyemediğimiz bur durumdur. Allah'a hamdolsun ki
ben, kapalı kapıların üzerine açıldığı birini gördüğüm bir
zamanda yaşıyorum. Beni böyle birini görmeye has kılan
Allah'a hamdolsun. Sonra onunla bir kez daha buluşmak
istedim. Bir rüyada (Allah rahmet etsin) bana göründü.
Benimle onun arasında ince bir perde vardı. Ben onu
görüyordum, ama o beni ve yerimi göremiyordu. Nefsi onu
benden alıkoymuştu. Dedim ki: Üzerinde bulunduğumuz hal
itibariyle bu istenen bir şey değildir. 595 senesinde Marakeş
şehrinde vefat edinceye kadar bir daha onunla görüşmedim.
Oradan Kurtuba'ya nakledildi. Mezarı Kurtuba'dadır. İçinde
bulunduğu tabut hayvanın sırtına konulduğu zaman, telif
ettiği eserler yükün öbür tarafına konularak yükün dengesi
sağlandı. Ben de orada durmuştum. Yanımda da seyyid Ebu
Said'in katibi edip fakih Ebu'l Hüseyin Muhammed b. Cübeyr
ile arkadaşım Ebu'l Hakem Amr b. Serrac en-Nasih vardı.
Ebu'l Hakem bize döndü ve şöyle dedi: İmam Rüşd'ü yükte
neyin dengelediğini görüyor musunuz? Bu imamdır, bunlar
da onun amelleri. Teliflerini kast ediyordu. İbn Cübeyr ona
dedi ki: Evet, oğlum, gördüğün şey, ağzının kırıntısı değildir.
Hemen bu sözü bir öğüt ve uyarı olarak kaydettim. Allah
hepsine rahmet etsin. Bu topluluktan benden başka hayatta
kalan kimse yok. Bununla ilgili olarak şu beyitleri
söylemiştik:
İşte imam ve işte amelleri
Ne olurdu bileydim, emellerini gerçekleştirdi mi?