"...Emir âlemi cüzlerinden beş tanesinin her biri, bir işe tahsis edilmiştir; kemale bağlıdır. * Nefs-i natıka * ise.. kendi isteğini yapmayı iktiza eder; kendisinden başkasına itaat etmeyi istemez.
Lâkin, kalbde bir meziyet var ki, bu meziyet arşta yoktur. Bu meziyet dahi: Tecelli edeni anlamaktır.
Anlatılandan başka kalb: Bir mazhar (zuhur yeri) olup kendisinde zuhur edenle alâkası vardır. Amma arş böyle değildir; böyle bir alâkadan yana boştur.
Hiç şüphe edilmeye ki: Bu anlayış ve alâka, kalbin terakkisini mümkün kıldı..
Hatta, böyle bir mana vaki oldu..
O kadar ki kalb:
— «İnsan sevdiği ile beraberdir..»
Hükmüne göre, ilgilendiği ile beraber olup onun sevgisine de tutkundur.
Eğer isimleri ve sıfatları seviyorsa; isimlerle ve sıfatlarladır. Eğer Yüce Mukaddes Zat'ı seviyorsa; oradaki maiyet dahi sahih olur. isimler ve sıfatlarla alâkadar olmaktan terakki eder..."
İmam-ı Rabbani (k.s.)
"...İnsan bedeni de sürekli olarak bulanır, arınır, karışır ve berraklaşır ki bu kalbinin sol tarafındaki ruhuna kadar sirayet eder. Bu hayvani ruh berraklığı, arılığı, nuru, ışığı ve fesat kaynağı olan çelişkilerden uzaklığı itibariyle felek cismine (Dönüşlü-değişimli ve Sabit olması manasıyla) benzer.
Böylece sonunda nefs-ı natıka için bir ayna işlevini görür ve bütün varlığı heyeti, nakşı, sureti ve külli ve cüzi karışımıyla müşahede eder. Külliliği mücerret zatında, cüzili-ği ise bu parlak ve ali aynadadır..."
"...Ta ki bu nurlar nefs-ı natıka ile kemal buluncaya kadar. Nefs-ı natıka ise, Allah’ın semavata (göklere) ve arza (yere) saçıl-mış melekuti nurlarından biridir..."
"...Nasıl ki beşeri natıkaların nefisleri ayrı nurlardan, yani cisimlerin karanlıklarının bulanıklığından mücerret saf akılların bağışı ise, hayvani ve bitkisel ruhlar da parıldayan, ışık saçan yıldızların nurlarının bağışıdır.
Ayın tesiri, meyvelerin olgunlaşması, sularda med cezirin meydana gelmesi, memelerde sütün artması, ekinin, neslin ve ziraatın artıp eksilmesi, zayıflaması şeklindedir. Bütün bunlar ayın büyüyüp parlaması, sonra küçülüp ışığının zayıflaması ile bağlantılı olarak gerçekleşen hadiselerdir..."
"...Kısımlarına gelince: Bil ki, cisimler alemini idare eden nefisler beş çift güçten ibarettir: Tabii, bitkisel, hayvani, insani ve feleki. Bu beş çiftle sınırlı olmasının gerekçesi ise şudur: Nefisten herhangi bir fiil sadır olduğunda, fiilin kaynağı ya kendisinden sadır olan şeyin bilincindedir ya da değildir. Eğer değilse bu fiil ya bir tarzda sadır olmaktadır ya da farklı tarzlarda sadır olmaktadır..."
"...Şu halde cisimlerin eşyayı idrak etmeleri cismani olmayan bir şeyden kaynaklanmaktadır. Bu da Nefs-ı natıka dediğimiz şeydir. Kur’an buna “Nefs-i mutmainne” ve “emirden olan bir ruh” der. Eğer biri dese ki: “Bazı cisimlerin letafetin en son merte-besinde olup bu yüzden eşyayı idrak etmesi, bazısının da bu mertebeye ulaşmayıp, dolayısıyla idrak derecesine gelmemiş olması olamaz mı?”
Buna cevap olarak deriz ki: Bu söylediğiniz, bizim bur-hanları sıralarken sunduğumuz ihtimallerin dışında değildir. Çünkü idraki gerektiren bu letafet ve idraki engelleyen bu yoğunluk ya cisim ya cismani ya da zait bir şeyden kaynak-lanmaktadır. İlk iki ihtimal batıl olduğuna göre geriye üçüncü ihtimal kalıyor. Bizim aradığımız da budur. İşte burhanilerle ilgili açıklama budur..."
"... İkna etmeye dönük hitabi deliller, İnsanın Mahiyeti :
İkna etmeye dönük hitabi delillere gelince, bunlar da sayılmayacak kadar çoktur. Bu konuyla ilgili birçok ayet vardır. Adem (a.s) ve evlatları hakkında şöyle buyrulmuştur: “Ona ruhumdan üflediğim zaman.” (Hicr, 29)..."
Şeyhu’l İslam Daru’s selam (Bağdat) sakini, sırların Hal-lacı, fikir denizlerinin dalgıcı Mansur (Allah ondan razı olsun) şöyle der: “neredenin olmadığı yerde zatım belirdi.” Bir şiirin-de de şöyle der:
Heykelim cisimdir, özü örtmekte
Sonsuz özü ki hakim ve bilen ruhtur
Ruhla birlikte erbabına dönmekte
Geride kalan değersiz topraktaki heykeldir
Bu iki beyitte insanın iki zuhuruna ve bu iki zuhurun hasıl oluşuna ayrıntılı olarak işaret edilmektedir..."
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
Sessiz lisanlı kalbe, idrak eden gönüle sahip olan Ruh Kemal'e ulaşmamış o Nefs-i Natıkası'nı (konuşkan nefsini) Rabb edinir uyar da layığını bulur..
"...kendi yaratılışını (oluşumunu) unutarak bize bir de mesel fırlattı..."
Yasin 78
"Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" dedi.
Yasin 78
Duaları tamamıyla oluşturmaması veya Nefsin yükseliş menzillerinde bazen nedenini göremediğimiz Helaklar meydana getirmesi, tek dayanağın O olduğundan gaflet edilmemesi ve Zatını Bilmede sabit kadem olabilmemiz için Dünya Fıtratına göre Mutlak gereklerdir.
"...İslâmiyyetin emrleri, yasakları, hem bedenedir, organlaradır, hem de kalbedir. Çünki nefsin temizlenmesi, bu ikisinin islâmiyyete uymasına bağlıdır. İşte, o makâma erişen büyüklerde, islâmiyyetden dışarı aşan, bu ikisinden başka olan latîfelerdir. İslâmiyyete uyması lâzım gelen bu iki parça, her zemân uymakdadır. Başka latîfelere, islâmiyyete uymak için emr olunmamışdır.
Tesavvuf yolunda ilerlemeden önce, beş latîfe birbirleri ile birleşmiş idi. Rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfeleri, kalbden ayrı değillerdi. Seyr ve sülûk denilen o yolculukda, beş latîfe birbirinden ayrıldı. Herbiri, kendi yerine varıp yerleşdi. Böylece, hangisinin islâmiyyete uymakla vazîfeli olduğu, hangilerinin vazîfeli olmadıkları anlaşıldı.
Süâl: O makâmda, ârif, bedenini ve kalbini de, islâmiyyetin dışında buluyor. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: Böyle bulmak, doğru bir buluş değildir. Böyle sanmakdadır. Kalbini ve bedenini, çok latîf olan, başka latîfeleri gibi görmekdedir. Bunları da, onlar gibi, islâmiyyetin dışında sanmakdadır.
Süâl: Beden ve kalb, islâmiyyetin görünüşüne uymakla vazîfeli oldukları gibi, islâmiyyetin özü, kalbin dışına da yayılmakdadır. Böyle olunca, islâmiyyetden dışarı çıkmak, ne demek oluyor?
Cevâb: İslâmiyyetin özü, rûh ve sır latîfelerini aşamaz. Hafî ve ahfâya eremez. İslâmiyyetden dışarda kalanlar da bu ikisidir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir.
Allahü teâlâ bizi ve bütün müslimânları Peygamberlerin en üstününe uymakla şereflendirsin “aleyhi ve aleyhim ve alâ âlihim salevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ”!..."
"...Yavrum! Bu hâller ve böyle birçok hâller, hep kalbin hâlleridir. Böyle hâlleri bulan kimsenin, kalbin makâmlarından dahâ dörtde birini geçmemiş olduğu görülüyor. Kalbin makâmlarından, geri kalan üç kısmını da geçmek lâzımdır. Böylece kalbin işi biter. Kalbden sonra rûh vardır. Rûhdan sonra, sır vardır. Sırdan sonra hafî vardır. Bundan sonra ahfâ vardır.
Bu dört latîfeden herbirinin de ayrı ayrı hâlleri ve mevâcidi vardır. Herbirini ayrı ayrı geçmek lâzımdır. Herbirinin yüksek derecelerine ulaşmak lâzımdır.
Âlem-i emrin, bu beş latîfesinden sonra, bunların aslları olan dereceler birer birer geçilir. Sonra, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının zılleri, görüntüleri derece derece geçilir. Bu zıller, beş aslın da asllarıdırlar.
Bunlardan sonra, ismler ve sıfatlar tecellî eder. Sonra şüûn ve i’tibârât görünürler. Bu tecellîlerden sonra, Zât-i ilâhî tecellî eder. Bu zemân itmînân-i nefs hâsıl olur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak müyesser olur. Burada hâsıl olan kemâlât ya’nî yüksek dereceler yanında, önceki kemâlât hiç kalır. Sonsuz bir deniz yanında bir damla su gibidir. Bu makâmda (Şerh-ı sadr) olur ve (İslâm-ı hakîkî) ile şereflenir.
Âlem-i emrin bu beş latîfesinin derecelerini ve bunların asllarını ve aslların da asllarını geçmeden önce ismlerin ve sıfatların tecellîleri sanılanlar, Âlem-i emrin hâssalarından birkaçının görünüşleridir. Âlem-i emr, Allahü teâlâ gibi anlaşılamaz, nasıl olduğu bilinemez olduğundan ve maddesiz, mekânsız olduğundan, sâlik bu zuhûrları, ismlerin ve sıfatların tecellîleri sanarak aldanır.
Bir sâlik, bunun için demişdir ki, (Otuz seneden beri, rûhumu, Allah sanarak, ona tapındım). Nereye kavuşulduğu, kime gidildiği artık anlaşılsın! Arabî beyt tercemesi:
Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acabâ?
yüksek dağlar ve korkunç tehlükeler var arada!..."
İmam-ı Rabbani (k.s.)
Bilirsen onu kimdir sen nesin başta;
Bulursun kendini hemen o yüce zatta.
Kimin gölgesi olduğunu bir bilsen,
Gam çekmezsin yaşasan veya ölsen.
İmam-ı Rabbani (k.s.)