Ey Kardeşim! Bu, kendime ve sana yaptığım bir nasihattir. Çünkü seni de kendim gibi gördüm ve Allah için seni sevdim. İnsaflı tutumunu beğendim, seninle birlikte olmayı tutkuyla arzu ettim. Bu gün de senin yanında olmayı, sana nasihat etmeyi, senin beni kınamanı, benim de seni kınamamı, böylece Allah için iki dost olup ölünceye kadar birbirimizi sevmeyi arzu ettim. Seni ne çok seviyorum! Ne kadar derin bir şefkat besliyorum sana karşı! Allah senden razı olsun. Gerçekten senin yanında olmayı istedim. Nitekim Ebu Muhammed Yahya b. Ebu'l Hasan (r.a) bize şöyle rivayet etti: bize Ebu'l Feth Abdulbaki b.Ahmed b. Selman anlattı, ona Ebu'l Fadl Ahmed b. Hüseyin b. Hayrun anlatmış. O, Ebu Ali el-Hasan b. Ahmed b. İbrahim b. Şazan'dan duymuş. Ona Ebu'l Hasan b. Abdulaziz el- Harazi anlatmış. O, Ebu'l Hafs et-Tunisi'den duymuş. O na da Ebu Ma'bed anlatmış ki: Bilal b. Said'in şöyle dediğini duydum: İsrailoğullarından iki kardeş tenhalarda ibadet etmek üzere birlikte yola çıktılar. Yolun bir yerinde ayrılmaları gerekti. Biri diğerine dedi ki:
Sen şu yolu tut, ben de şu yolu tutayım. Bir senemiz dolunca, burada buluşalım. Böylece ibadet etmek üzere yola çıktılar. Ertesi sene söyledikleri yerde buluştular. Biri diğerine dedi ki: İşlediklerin içinde en büyük günah hangisidir? Şöyle cevap verdi: Yolda yürürken bir başak gördüm. Sağımda ve solumda iki tarla vardı. Başağı tarlalardan birine attım. Ama başağın, attığım tarlaya mı yoksa diğerine mi ait olduğunu bilmiyorum. Sonra diğeri soruyu soran kişiye sordu: Peki senin işlediklerin için en büyük günah hangisidir? Şu karşılığı verdi: Bilmiyorum; ama namazda bazen şu ayağıma bazen de şu ayağıma ağırlığımı veriyorum. İki ayak arasında adil davranıyor muyum, davranmıyorum, bilmiyorum? Evde bulunan babaları konuştuklarını duydu. Şöyle dua etti: Allah'ım! Eğer doğru söylüyorlarsa, hemen şimdi canlarını al. Sonra dışarı çıktığında iki oğlunun ölmüş olduklarını gördü.
İşte böyle, ey dostum! Allah ehlinin buluşmaları ve konuşmaları kusurlarını zikretme ve kendilerine karşı insaflı, dürüst davranma şeklinde olur. Birbirini övme hususunda insaflı davranma şeklinde değil. Hapishanede ancak oranın havasına uygun şeylerden söz edilir. Vefat edip rahmet mekanına yerleştiğin ve amellerinin semeresini devşirdiğin zaman, bu güzellikler yurduna uygun şeylerden ve kendi güzelliklerinden söz edersin. Ama burada değil. Çünkü burası imtihan, kazanma ve edinme yurdudur. Burada insan, Nebi olsun veya olmasın kanının mahkumudur. Kanı da ancak öldürülme ile çıkar. Eğer sana karşı nazik davranma gereğini duymasaydım, konuşmalarımız, değişmez ve çıplak hakikatler ışığında, zindanın ve mahkumların mertebeleri ile ilgili olurdu. Aramızda geçen bu konuşma yeter. Allah biliyor; eğer sana duyduğum sevgi ve içimde sana karşı beslediğim saygı olmasaydı,
bunların hiçbirini sana söylemezdim, adını anmazdım ve seni Allah'ın diğer kulları arasında ihmal edilmiş bırakırdım. Ama Allah beni ve seni ruh, beden, mana ve şekil olarak tanıştırdı. Bu yüzden sana, ancak açık sevginin, saf ve sahih dinin gerektirdiği biçimde hitap edebiliyorum. Fakat senin faziletin, kendi tarikatında ileri oluşun benim nazarımda meşhurdur.
Her bilenden daha üstün bir bilen vardır.
O, dilediğini rahmetine özgü kılar.
Allah büyük lütuf sahibidir.
Bu gün seninle Allah için arkadaşlık edecek çok az kişi bulunur. Senin bu zamanında arkadaşlıkların çoğu şu amaçlar yüzünden ve de arzuların hakimiyetinin iyice
pekişmesinden dolayı maluldür. Allah'ın kulları o kadar az ki! Bu anlamda kaleme aldığım beyitler var. Onları aşağıda sunuyorum:
Şu muhkem varlığa bak
Bizim varlığımız ise işaretlenmiş bir rida gibidir.
Halifelerine bak, mülklerinde
Kiminin dili açık, fasih konuşur, kiminin anlaşılmaz
Onlardan İlahını seven yok;
Ancak dirhem sevgisine bulaştırarak severler.
Bu yüzden: şu marifetin kuludur, şu
Cennetin, şu da cehennemin kuludur, denir.
Çok çok azı müstesna. Onlar
Vehim türünden olmaksızın Onunla sarhoşturlar
Onlar Allah'ın kullarıdır, onları bilemez
Ondan başka hiç kimse.
Nimetin kulları değildirler...
Muhyiddin ibn-i Arabi