Bil ki, Harun aleyhisselam’ın varlığı, “Biz ona rahmetimizden, kardeşi Harun’u nebi olarak bağışladık” [Meryem Suresi, 19/153] ayetinde belirtildiği gibi, rahamut hazretindendi. Dolayısıyla Harun’un nübüvveti rahamut hazretinden oldu. Harun yaş itibarıyla Musa’dan ileri, Musa da nübüvvet itibarıyla Harun’dan ileriydi. Nübüvvetinin rahmetten olmasındandır ki Harun, kardeşi Musa’ya –babasını değil
de annesini anarak– “Ey anamın oğlu!” [Meryem Suresi, 19/153] diye seslendi. Çünkü rahmet, annede babadan daha çok vardır; eğer annede bu rahmet olmasaydı, çocuğu yetiştirmeye sabredemezdi.
Sonra Harun, (kardeşine) “Sakalımı ve saçımı tutma!” ve “Düşmanlarımı güldürme!” [Taha Suresi, 20/94] dedi. Bütün bu sözler (Musa’nın öfkesini yatıştırmaya yönelik olduğundan, Musa için) rahmet nefeslerinden bir nefestir. Bunun (böyle olmasının) sebebi, elinden yere attığı levhalara yeterince dikkatli bakmamış olmasıydı. Eğer yeterince dikkatli bakmış olsaydı, bu levhalarda “Hüda” ve “Rahmet” (yazılı olduğunu) görürdü. Hüda, kendisini öfkelendiren işin nasıl olup bittiğinin ve Harun’un bu işte hiçbir suçu olmadığının beyanıydı. Rahmet ise Musa’nın kardeşine
yönelikti — (eğer levhada yazılanı görseydi) kendisinden yaşlı olan kardeşinin sakalını kavminin gözü önünde çekiştirmezdi. Dolayısıyla bu (yani, Harun’un sözleri), Harun’dan Musa’ya yönelik bir merhamet oldu. Harun’un nübüvveti Allah’ın rahmetinden olduğu için, ondan ancak böylesi bir söz çıkar.
Sonra cenab-ı Harun, Musa’ya şöyle dedi: “Senin bana, ‘İsrailoğulları arasına ayrılık soktun’ diyerek, beni aralarındaki ayrılığın sebebi olarak görmenden korktum” [Taha Suresi, 20/94]. Çünkü, İsrailoğulları arasında, buzağıya tapma konusunda ayrılık çıkmış; kimileri Samirî’ye uyup, onu taklit ederek buzağıya taparken, kimileri de ne yapmaları gerektiğini Musa’ya sormak üzere buzağıya tapmaktan geri durmuşlardı. İşte, Harun aleyhisselam, onlar arasındaki bu ayrılığın kendisine nisbet
olunmasından korktu.
Ve Musa, işin hakikatini Harun’dan daha iyi biliyordu. Çünkü Musa, Allah’ın, hiç kimsenin Kendinden başka bir şeye kulluk edemeyeceğini hükme bağlamış olduğu [kaza] ve ancak O’nun hükmettiği şeyin ortaya çıkabileceği konusundaki ilminden dolayı, buzağıya tapanların (gerçekte) neye kulluk ettiklerini biliyordu. Musa’nın, kardeşini ayıplaması, kardeşinin inkarı ve anlayamamasından dolayı idi. Arif odur ki, Hakk’ı her şeyde müşahede eder ve O’nun her şeyin ayn’ı olduğunu görür. Böylece Musa –yaşça ondan daha küçük olsa da– kardeşini eğitiyordu.
Ve Harun’un kendisine söylediği şeyleri söylemesinden sonra Musa, Samirî’ye dönerek şöyle dedi: “Amacın neydi, ey Samirî?” [Taha Suresi, 20/95]. Yani, “(İlah’ı) buzağı suretine özgü kılarak, ne diye insanların mücevherlerinden bu buzağıyı yaptın da, malları yönünden onların kalbini çeldin?” dedi. (İnsanın kalbi, malının bulunduğu yöne eğilimli olduğundan) İsa aleyhisselam İsrailoğulları’na şöyle dedi: “Ey İsrailoğulları, her insanın kalbi malının bulunduğu yöndedir. O halde siz, malınızın gökte olduğunu farzedin ki, kalpleriniz gökte olsun.” Mala, “mal” denilmesi, tabiatı gereği kalplerin ona kulluk etme eğiliminde olmalarından [“tumilu”] dolayıdır. Ve kalbin mala duyduğu gereksinimden dolayı, mal kalbin en çok istediği şeydir.
Ne var ki, suretler kalımlı değildirler. Ve eğer Musa buzağıyı yakmaya
davranmasaydı, bu buzağı sureti (zaten) kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktı. Ve Musa’da, (buzağının Allah’tan) başka-olmaklığı (düşüncesi) baskın geldiği için, buzağıyı yakarak, bu suretten arta kalan külleri denize savurdu ve Samirî’ye “İlahına bak!..” dedi. Tenbih yoluyla eğitmek için, buzağıyı “ilah” olarak adlandırdı, çünkü buzağının ilahi tecelli mahallerinden bir parça olduğunu biliyordu. Ve şöyle dedi: “..Biz onu elbette yakarız” [Taha Suresi, 20/97].
[Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)-Fusus-ul Hikem'den]