Ben / Ben-lik / Yokluk
Hz Vahşi'nin Kendiliği hangisidir ? Önceki mi, Sonraki mi ? "Ruh-Ben"in haricinde olan "Nefs-Ben" yani "Kimlik", "Yokluk"tadır.
İnsan Ben'i başkadır, Ben-"lik" başkadır. Her şeyin "Hakikati" yalnızca (Tek) Allah olması bakımından da olumsuzlanan ve İnsan'ın Hakikati de olmayan, "Ben-"lik"tir.
İnsan Ben'i başkadır, Ben-"lik" başkadır. Her şeyin "Hakikati" yalnızca (Tek) Allah olması bakımından da olumsuzlanan ve İnsan'ın Hakikati de olmayan, "Ben-"lik"tir.
Mehdi / Hadis
(s.a.v.) "Meryem oğlu (İsa) içinize indiği ve sizden
(birini) imam yaptığı zaman haliniz nasıl olacaktır?" buyurdu.
(Sahih-i Müslim, c. 1, s. 208)
(Sahih-i Müslim, c. 1, s. 208)
Mehdi / İbn Arabi (k.s.)
Mehdi, din bakımından rey ve kıyasa
başvurmaktan masumdur. Ona böyle davranması haramdır. Zira Allah'ın dini
konusunda hüküm vermede Nebi yani Peygamber olan birinin kıyas yapması
doğru değildir. Şayet kıyas yapmasına izin verilseydi, Allah onu
peygamberin Hz. Muhammed'in diliyle bildirirdi. Ayrıca Hz. Peygamber
imamlardan hiç birisi için benim izimde yürüyecekler hata etmeyecekler
dememiştir. Bu ifadeyi sadece Mehdi için söylemiştir. Onun masumluğunu
halifeliğini ve vereceği hükümleri konusunda masumiyetini bildirmiştir.
İbn Arabi (k.s.)
İbn Arabi (k.s.)
İsmi Azam ve Zat İsmi Farklı İlmi Konulardır
Tefekkürsüz Feyz, Feyzsiz Tefekkür olmaz.
"Mümin" İsmi neden, hangi nedenlerle İsmi Azam olabilir ?..
El-Karib
Seni kurbete çağıran O’nun El-Karib ismidir.
Sen muhibsin, mahbub değil. İşte bu yüzden sana “[Secde et ve] yaklaş”
denmektedir, yoksa “[Secde et,] sen yakınsın” denirdi. [...] Bilki secde
esnasında Şeytan’ın etkisinden uzak olur ve masum hale gelirsin, çünkü
secden onu teshir eder ve senin üzerindeki gücünü kaldırır. O seni
secdede gördüğü zaman kendini [ve Allah’ın emrine isyan ederek Hz.
Adem’e müteveccihen secde etmeyişini] düşünür, azabının ateşiyle
yanmakta olduğu halde seni muti görmekte ve kendisini bekleyen akıbeti
müşahede etmektedir. [...] Allah sizi ve beni secde edenler ve
bulanlardan (mimmen secede ve vecede) kılsın. (Tenezzülat,
s.102)
Muhyiddin İbn Arabî (k.s)
Muhyiddin İbn Arabî (k.s)
Sabah namazı
"Sabah namazının iki rekatı sünneti dünyadan ve dünyada bulunan herşeyden daha hayırlıdır" (s.a.v.)
Görmek / Hayal / Ruh
İçindeki Hayali Ruhunla görmektesin.
İnsan(Ruhun)'ın görmesi, Allah'ın Basir Sıfatı ile mümkündür. Ruhunun
ayrıca bir Gözü yoktur. “ve nefahtü fîhi min rûhi” [Sad 72] .. ve
"Nefsini bilen rabbini bilir" (s.a.v.). O ise, Zatıyla
(Ruhuyla/Kendisiyle) görür. "Basir" İsmi-Sıfatı Şehadet Alemindeki
"Görme" kavramına değil, İdrak'e ( Tam Farkındalık/ Biliş ) bağlanır.
Görülen şeyler, Tecellileri olmak bakımından O'ndan (Zat'ından), Zati
açıdan ise O'nda (Ahad'da) görülür.
Madde - Mana / Celal
Madde, Mana'dan Zuhur eder. "Harf" de öyle.
Hatta şöyle: "Madde, Celal Tecellisinin Eseri olduğu için Sert ve Ağır OLmaktadır."
Hatta şöyle: "Madde, Celal Tecellisinin Eseri olduğu için Sert ve Ağır OLmaktadır."
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.
Geceleyin zindandakilerin zindandan haberleri yoktur, Sultana mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.
Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi. Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi. Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
Ruh / Yakin (Devam)
( Ruh'daki yakınlık nerede* ! Dıştaki içteki yakınlık nerede ! )
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) / Futuhat (Mealen)
* "Nerede" kelimesinden kasıt "Ünlemek"dir.
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.) / Futuhat (Mealen)
* "Nerede" kelimesinden kasıt "Ünlemek"dir.
Beyin / Alem
Beyin ve Alem sanki Dışarıdan Görülmüş gibi konuşanlar ! Dışarısı hakkında konuşurken İçinize, daha bi Dikkat ediniz !
Tanrı Yoktur / LA İLAHE İLLLAH / Mana ( Devam )
ZünNun (Yunus). . . Hani kızarak çekip gitmiş ve kendisini sıkıştırmayacağımızı zannetmişti! Nihayet karanlıklar içinde: "(lâ ilâhe) İlah yok (Ben"lik" etmeyeceğim); sadece Sen ! Senin tespihindeyim ! Muhakkak ki ben zâlimlerden oldum" diye yönelmişti.
Enbiya 87
( O, ) Onların ( Resullerin ) önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar, O'nun hoşnutluğuna ( Razı olmak) ermiş kişilerden başkasına şefaat etmezler
( kayırmazlar ). Onlar, O'nun haşyetinden titrerler.
Enbiya 28
Onlardan (Resullerden) kim: "Ben, O'nun dûnunda bir İlahım (yanısıra "benliğimle" ben de Uluhiyetdeyim)" derse; ona, bunun sonucunu cehennem olarak yaşatırız ! İşte zalimlere sonucunu böyle yaşatırız.
Enbiya 29
De ki: "Ey kendilerine hakikat bilgisi gelmiş olanlar, gelin aramızdaki şu ortak anlayışa; Allâh'tan başkasına kulluğu düşünmeyelim; hakikatimiz olan Allâh'a hiçbir şeyi şirk koşmayalım; bazımız bazımızı (mesela İsa'yı a.s.) Allâh dûnunda Rab ittihaz etmesin (Allâh yanı sıra ilâh - tanrı edinmeyelim). " Eğer bunlara karşı çıkıp yüz çevirirlerse, o takdirde deyin ki: "Şahit olun ki biz Allâh'a teslim olmuşlardanız. "
Ali İmran 64
Görmek / Hayal / Ruh
Âmalar, Duyularıyla Görebilmekteler.
"Görme"nin, Eşya Şartı olmadığını buradan Görebilirsin. Şart olan,
"Duyular ve Duyulanlar" ve bu Duyular ile Duyulanları Algılayanlardır.
Fotoğraf Makinelerinin Duyuları olmadığı gibi, Algılayamazlar da. Peki
Dış gözleri ile görebilen İnsanlar, İç Alemde, hangi Göz ile
görmekteler. Dışta olmayan bu görme, içimizde bulunan Hayal ile
gerçekleşmekte. Eşya'nın hükmü bu "Görme" esnasında kalkmıştır. Bu
Görme'yi mümkün Kılan, Hayal olduğu gibi, görülen o Suretler de
Hayal'den meydana getirilmiştir. Görmek, Görüleni gerektirir. Ruhların
Varı Yoğu nedir !..
Kul huvallâhu ehad
Kul huvallâhu ehad (ehadun).
1. kul : de
2. huve allâhu : O Allah
3. ehadun : bir, tek
İhlas 1
1. kul : de
2. huve allâhu : O Allah
3. ehadun : bir, tek
İhlas 1
Hakikat Arayışı
Sende Hakikati Keşfetmek, aramak, bulmak
yoksa, beğenmediğin Müslümanlardan farklı değilsin. Hele ki 'benim de
bir Fikrim var' diyorsan durumun daha da vahimdir. Hak değil de "bir
işin Hakikati" anlamında bile Hakikat arayışın yoksa "Cahil"sin; başka
da birşey değilsin. Bu Arayışı kolaydır sanma.
ME'ARİC SÛRESİ
ME'ARİC SÛRESİ
17-) (O Leza) çağırır (hakikatine davet olunduğunda) arkasını dönüp, yüz çevirip gideni!
18-) Toplayıp da servet yığanı!
19-) Muhakkak ki insanın yaratılışında hırs ve doyumsuzluk mevcuttur!
20-) Ona hoşlanmadığı şeyle karşılaştığında feryat edip bağırandır (tahammülsüz)!
21-) Ona hayır ulaştığında ise pinti, bencildir!
22-) Sadece musallîn (bilfiil salât yaşayanlar) müstesna!
23-) Onlar ki sürekli salâttadırlar (sürekli Allâh'a yönelişlerini muhafaza ederler)!
24-) Onlar ki, onların mallarında bilinen bir hak vardır;
25-) Yardım talep eden ve mahrum için.
26-) Onlar ki, din (ceza - yapılanların sonucunun yaşanacağı) süreçlerini tasdik ederler!
27-) Onlar ki, Rablerinin azabından endişe duyanlardır.
28-) Muhakkak ki Rablerinin azabına karşı güvenceleri yoktur!
29-) Onlar ki, cinsel organlarını aşırılıktan korurlar.
30-) Eşleri veyahut tasarrufları altındakiler müstesna! Çünkü onlar (bundan dolayı) kınanmazlar!
31-) Artık kim bundan ötesini isterse, işte onlar sınırı aşanların ta kendileridirler!
32-) Onlar ki (insanın yüklendiği) emanetlerine ve (Allâh'a) ahdlerine riayet edicilerdir!
33-) Onlar ki, şehâdetlerinde kaîmlerdir !
17-) (O Leza) çağırır (hakikatine davet olunduğunda) arkasını dönüp, yüz çevirip gideni!
18-) Toplayıp da servet yığanı!
19-) Muhakkak ki insanın yaratılışında hırs ve doyumsuzluk mevcuttur!
20-) Ona hoşlanmadığı şeyle karşılaştığında feryat edip bağırandır (tahammülsüz)!
21-) Ona hayır ulaştığında ise pinti, bencildir!
22-) Sadece musallîn (bilfiil salât yaşayanlar) müstesna!
23-) Onlar ki sürekli salâttadırlar (sürekli Allâh'a yönelişlerini muhafaza ederler)!
24-) Onlar ki, onların mallarında bilinen bir hak vardır;
25-) Yardım talep eden ve mahrum için.
26-) Onlar ki, din (ceza - yapılanların sonucunun yaşanacağı) süreçlerini tasdik ederler!
27-) Onlar ki, Rablerinin azabından endişe duyanlardır.
28-) Muhakkak ki Rablerinin azabına karşı güvenceleri yoktur!
29-) Onlar ki, cinsel organlarını aşırılıktan korurlar.
30-) Eşleri veyahut tasarrufları altındakiler müstesna! Çünkü onlar (bundan dolayı) kınanmazlar!
31-) Artık kim bundan ötesini isterse, işte onlar sınırı aşanların ta kendileridirler!
32-) Onlar ki (insanın yüklendiği) emanetlerine ve (Allâh'a) ahdlerine riayet edicilerdir!
33-) Onlar ki, şehâdetlerinde kaîmlerdir !
Seni benden, beni senden alacak yoktur.
Rahmetini ve Yüceliğini Tespih ederim. Seni benden, beni senden alacak yoktur.
Maksat yarar ise hastalık bedene nereden girdi? Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
Sonra bilmelisin ki: Allah beden şehrinin düzenlenişinde insanı iki kısım yaratmış, kalbi de tıpkı iki şey arasındaki ayraç gibi, iki kısım arasındaki ayraç yapmıştır. Üst kısma-ki o baştır- bütün duyusal ve ruhsal güçleri yerleştirdi. Diğer yarımda ise sadece dokunma duyusunu yerleştirdi. Böylece insan, bütün bedenine yayılan bu özel güç yönünden duyumsayan ruhuyla serti, yumuşağı, sıcağı, soğuğu, yaşı, kuruyu algılar. Bedenin yönetimi ile ilgili doğal güçleri bakımından ise Allah insanın diğer yarısına çekim gücünü yerleştirdi. O güç vasıtasıyla hayvani nefs, karaciğer ve kalb gibi organların düzgün kalmasını sağlayacak şeyi kendine çeker.Allah ona tutma gücünüde yerleştirdi. Bu güç ile hayvani nefs, çekim gücünün organa çektiği şeyi tutup yararının bulunduğu şeyi alır.
Şöylede iddia edilebilir. Maksat yarar ise hastalık bedene nereden girdi?
Bilmelisin ki hastalık, bir organın hak ettiğinden fazlasının bedene girmesi yada hak ettiği şeyin eksikliğinden kaynaklanır. Çekim gücünde hak ediş ölçütü bulunmaz. Dolayısıyla bedenin gereksinim duyduğundan fazlasını yada eksiğini organa çektiğinde hastalık oluşur. Çünkü onun hakikati, çekmedir, ölçüm değildir. Çekim gücü organın yararının bulunduğu şeyleri doğru bir ölçüye göre alırsa bu durum kasıtla değil, tesadüfen olmuştur yada başka bir güçten kaynaklanır. Böyle olmasının sebebi, sonradan yaratılmışın kendi eksikliğini ve Allah’ın dilediği şeyi yaptığını öğrenmesini temindir.
Bedenin diğer yarısında ise itme gücü bulunur. Bu güçle beden terler. Çünkü doğa öel bir miktarı kendinden uzaklaştıramaz. Çünkü oda ölçüyü bilmez. O mizaca ilişen fazlalıktan başka bir durum nedeniyle hükme konu olur. Bütün bunlar üst ve alt bölümleriyle bedene yayılmıştır. Diğer güçlerin bulunduğu yer ise üst yarımdır. Söz konusu yarım değerli yarım, iki hayatın bulunduğu yarımdır. Bu iki yarım kan ve nefsin hayatıdır. Bu organlardan hangisi ölürse kendisinde bulunan güçlerde kaybolur. Onların varlığı hayatın bulunmasına bağlıdır. Organ ölmeyip kuvvetin mahalline bozukluk iliştiğinde o gücün hükmü bozulur geçersizleşir ve doğru bilgi vermez. Buna örnek olarak hastalığın iliştiği hayal mahallini verebiliriz. O halde hayal geçersiz olmaz. Sadece bilgi olarak gördüğü şeyde doğruyu kabul etmek geçersizleşir. Akıl ve bütün ruhsal güçlerde böyledir.
Duyusal güçlere gelince, onlarda mevcuttur. Fakat bulundujları organlardaki bu duyularla algıladıkları şeylerin arasına göze inen su yada başka perdeler girer. Güçlere gelince, onlar sürekli kendi yerlerinde perdeyi gözler ve onu görür.Bu, körün bulunduğu karnalıktır. Başka bir ifadeyle o, perde karanlığıdır. Dolayısıyla onun gördüğü şey, perdedir. Aynı şey bal ve şekeri acı olarak duyumsayan için söylenebilir. Tatma gücünün kendisinde bulunduğu organ için temas eden kısım, acı safradır. Bu nedenle acılığı algılamıştır. Böylece duyu acılık algıladım der. Hüküm veren yanıldığında şöyle der; Bu şeker acıdır. İsabet ederse acılığın nedenini bilir ve şeker hakkında acılık hükmü vermez ve algı gücünün neyi algıladığını bilir. Ayrıca tanık olan duyunun her halükarda isabet ettiğini, hüküm verenin ise bazen yanıldığını bazen ise isabet etiğini öğrenir.
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
Düşünceler / Ruh
"Düşüncelerinin" önüne geçme; önünde durma. Çünkü senin Yerin, Düşüncelerinin Berisinde.
"Başörtüsü Farz mı" - "Örtünme" Farz mı ?.. Tartışmaları..
Nur Suresi 60
1. ve el kavâıdu : ve yaşlı kadınlar
2. minen nisâi : kadınlardan
3. ellatî lâ yercûne : onlar ümit etmezler
4. nikâhan : bir nikâh, evlilik
5. fe : böylece, artık
6. leyse : değil, yoktur
7. aleyhinne : onların üzerine, onlara
8. cunâhun : günah, kusur
9. en yeda'ne : çıkarmaları
10. siyâbehunne : onların elbiseleri
11. gayra muteberricâtin : açmaksızın
12. bi zînetin : ziynetleri
13. ve en yesta'fifne : ve iffetli olmayı istemeleri
14. hayrun : hayırlı
15. lehunne : onlara (kadınlara), onlar için (kadınlar için)
16. vallâhu : ve Allah
17. semîun : en iyi işiten
18. alîmun : en iyi bilendir
Allah rızası için şöyle özetleyeyim Allahın Ayetleri hakkında Düşünen bir insan olduğunuz için :
Evlenme ümidi olmayan
yaşlı hanıma, ziynetlerini açmaksızın
yani şartlı olarak
örtüsüz, dışarı çıkmasına,
ruhsat veren
ama üstüne yine de içinden iffetli olmasını isteyen
Allah
Evlenme ümidi olan bir hanım için,
bu konuda,
Bir Açıklama yapar mı ?
Buna gerek olur mu ?
Sizin böyle bir açıklamaya ihtiyacınız var mı mesela ?
Allahın Ayetleri hakkında Tefekkür eden bir Kul olarak
yaşlıya bu deniyor da
11. gayra muteberricâtin : açmaksızın
12. bi zînetin : ziynetleri
genç zikredilmiyor ise bundan
gence serbest
ve şartlara göre gibi bi durum çıkar mı
Allah aşkına ?
İma olarak düşünsek bile sizce bundan bu gibi bir İMA çıkar mı ?
Yaşlı kadına bile ! düşünün..
Yani Dışarısı ile ilgili eza cefa konusu yok burada; ki zaten kadın Yaşlı..
E burada ziynetin anlamı cinsel organlar da olamaz çünkü Hitap zaten İslama uyan örtülü olan yaşlı kadınlar hakkında. Yoksa Müşriğe böyle Hitap olur mu. Ve yine kendi iç dünyasıyla alakalı olarak şöyle buyurulmuyor mu :
3. ellatî lâ yercûne : onlar ümit etmezler
4. nikâhan : bir nikâh, evlilik
Ki bu halde bile :
11. gayra muteberricâtin : açmaksızın
12. bi zînetin : ziynetleri
E şimdi yaşlı kadın için böyle ise Kadınların Örtünmesi nasıl Farz olmasın ki bu İMA'dan öte Apaçık - > ; "Ayet"..
http://www.youtube.com/watch?v=OcvtctQHm-M
http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:k9rChoOykOoJ:harunyahya.tv/tr/watch/37299/Basortusu_farzdir_Basortulu_kardeslerimizin_basi_acik_hanimlari_sevgiyle_kucaklamalari_fitneyi_ortadan_kaldirir+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr&client=firefox-a
http://www.youtube.com/watch?v=3D6UbWvXS04
http://harunyahya.org/tr/eserler/152469/nur-suresi-60-ayetinin-tefsiri
http://www.youtube.com/watch?v=JEyEieJIyNc
"..Haberiniz olmadan amelleriniz hiçe iniverir."
Hucurat 2
Sen uyku halini, velîlerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çesni bil.
Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk, bitkinlik gider, eziyetten, sıkıntıdan kurtulursun.
Sen uyku halini, velîlerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çesni bil.
Be inatçı; velîler, Eshab-ı Kehf’dir. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar. Allah, onları, kendilerinin haberi olmadan işletir; sağa sola çevirir.
O sağa çevrilme nedir? İyi iş. Ya sola çevrilme? O da bedene, varlığa ait işler.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
"La İlahe İllallah" ne demek" (Devam)
Sıcaklık Soğukluk şu Güneş'de, Tabiat'da, Eşya'da değil; "Mizan"dadır. "HerŞey"in gün yüzüne çıkmasına sebep bu İnce Ölçü'yü doğru tart da "La İlahe İllallah" ne demek anlayıver.
Allah'a Yakınlık (Devam)
Sağlıklı olman senin Zati Niteliğin değil ki Sağlıklı olmanı Allah'a Yakınlıkdan saymayasın. Bu bağlamda bir de "Var" olmayı düşün.
“ Nerede ona yol ?” dersin
" Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin..."
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
Ahiret/ Cennet (Devam)
Ayetlerde ve Hadislerde, Ahiretde karşılacağımız Güzellikler anlatılırken, pek çok dünyevi nimetler yanında hiç bilmediğimiz daha önce karşılaşmadığımız Nimetlerin de bizi beklediği haber verilmiştir. Bu Nimetler içinde asla "Para" zikredilmemiştir... Yani şu gibisi hiç yoktur: "Onlara orada sınırsız miktarda para, altın verilir. Diledikleri gibi harcarlar.",.. "Kasaları dolmuş taşmıştır.".. vs.. Hiç yoktur böyle anlatımlar.
Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka !
İnsanoğlunun tüm varlığını Hakk'a verememesi, "Hüsran"dır. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka !
Bilesin Sen de..!
Gönlüme girmene sözüm yok, lakin malumdur ki; Karga gül bahçesinde gezmekle Bülbül olmaz... Bilesin Sen de..!
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
Her Söz, yerli yerincedir
Her Söz, yerli yerincedir. Yersiz insandan yerinde söz aramak, yerinde olmamaktır.
Yokluk/ Kuantum (Devam)
Kuantum düzeyindeki parçacıklar, “Klasik Fizik” ve
“Rölativite Teorisinin” aksine, daha alt boyuttan
birbirleriyle mekan ve zaman kavramı olmaksızın
“anlık bağlantılarla” birbirleriyle iletişim
halindeydiler. Bu bağlantı ise, aralarındaki mesafeler
ne olursa olsun sonsuz hızlarla gerçekleşmekteydi
(hızdan mana, tüm bilginin mekanın her yerinde mevcut
olmasıdır, yoksa bir yerden, bir yere gitme, mekansal
yer değiştirme anlamında değildir). Kuantum Fiziğinin
hakim olan ve başını Niels Bohr’un çektiği “Kophenag
Yorumuna” göre, bilgiyi, böylesi sonsuz hızda yayan ve
parçacıkların da kaynağı olan bir “Bütünsel Enerji
Alanının” varlığı kabul edilmesine karşın, bu
“Alanın” ne olduğuyla ilgili bir açıklama
yapılamamaktaydı ve halen de yapamamaktadırlar.
Zaten işin bu boyutuyla da pek ilgilenmemektedirler.
İlgilenmedikleri için de açığa çıkan bazı can alıcı
soruların cevabını verememişler, hala verememektedirler.
Fiz.Müh. Kenan Keskin
Oysa David Bohm tarafından ortaya konan ve “Kuantum
Fiziğinin” sonuçlarıyla da uyum gösteren, yanı sıra çok
sayıdaki bir takım deneylerle de desteklenen “Kuantum
Yorumuna” göreyse, bilinenlerden tamamen farklı bir
işlev sergileyen bu “Temel Enerji Alanının” ne
şekilde var olduğu, nasıl bir davranış sergilediği
detaylarıyla açıklanmış, ünlü beyin bilimci Karl
Pribramla birlikte olayın içine Beynin yapısı ve çalışma
sistemi de konarak “Holografik Evren Anlayışı” adı
altında her şeyin temelindeki sistem belirlenmiştir.
Böylece D. Bohm keşfettiği yaklaşımla, daha işin
başında, parçacıklar arasında bağ kuran Bilginin,
mekanın her bir noktasında var olmasının ötesinde,
parçacıkların kendilerinin de bir “Bilgi Yapısı” olarak,
“Holografik Özellikli” o “Alanda” birbirinden ayrılmaz
bir “Bütünlük” içinde mevcut olduğunu göstermiştir
(ilgili yazılarımızda bunları detaylarıyla açıklamıştık).
Bu parçacıklar, bu “Temel Enerji Alandaki” “Bilginin”
suretli olarak açığa çıkmasından, ayrı bir deyişle
ilgili bilginin projeksiyonundan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla asıl olan “Bilgidir”. Parçacıklar
mekansal olarak hareket etmiş, uzun zaman
süreçlerinde çok büyük mesafeler almış olsalar da,
gerçekte mekansızlık (haliyle zamansızlık) özelliği
dolayısıyla, o “Temel Enerji Alanına” göre hareket
etmezler edemezler. O “Alanda”, sadece “Bilginin”
dönüşümü yani, yeni yeni “Bilgilerin” açığa çıkışı
vardır.
Ayrıca tüm bunları göz önüne aldığımızda bu parçacıklar,
bu “Temel Bilgisel Alanına” parçacık olarak
girmelerinden de bahsedilemez, ancak parçacıklar
boyutundan bakacak olursak “Bilgi” olarak yada
“Bilgiye” dönüşmek suretiyle o “Temel Enerji Alanında”
yer alabilirler (yine parçacıklar açısından bakarsak,
bu esnada parçacıklar yok olarak Bütünde mevcut
olurlar). Temel Boyutta “Bilgiden” başka bir şeyin
olmaması durumu, parçacıklar arasındaki ayrımı da
ortadan kaldırmaktadır. Böylece parçacıklar (dolayısıyla
bunlardan meydana gelen evrenimiz) “Bölünmez Bilgisel
Bütünün” çeşitli yönlerinin açığa çıkışından başka bir
şey değildir. Bu sebeple var olan, parçacıklardan
oluşmuş Bütün değil, Bütünün parçacıklar olarak
görünümüdür. Varlığın var oluşu ve hareketinin
kaynağı “O Temel Bilgisel Bütünlüktür”
Mekanın olmadığı yerde zamanında olmaması sebebiyle var
olan “an’lık bağlantılar”, yapılan bir çok değişik
deneylerle gösterilmiştir. Böylece Kuantum Fiziğine
göre, parçacıkların her biri genel anlamda “Bütünle”
bağlantılı olarak (Bütün üzerinden) birbirleriyle ilişki
halinde oldukları gibi (bir parçacığın hareketi, bu
“Temel Bilgisel Alan” bağlantılı olarak diğer tüm
parçacıkların Bilgisi tarafından yönlendirilir), özel
anlamda da parçacıklar birbirleriyle bir defalık bir
etkileşmeye girdiklerinde, o parçacıklar var oldukları
müddetçe aralarındaki iletişim her zaman mevcut
olmaktadır.
Şimdi de, anlattığım temel bilgiler ışığında şu ana
kadar hiç bahsetmediğim bu konuyla ilgili deneylerden
birkaçına değinip sonuçları üzerinde irdelemeler yapmaya
çalışalım. Deneyler ise kısaca şöyledir.
Birer “Kuantum Biyoloğu” olan Vilademir Poponin ve Peter
Gariev, fotonlarla, D.N.A lar arasındaki ilişkiyi
hazırladıkları özel bir deneyle göstermişlerdir. Bu
deneyde öncelikle bir tüp “Boşluk (Vakum)” elde
edilinceye kadar havası tamamen boşaltılır. Ancak
Kuantum Fiziğinin “Belirsizlik İlkesine” göre boşluk,
her an var olup yok olan foton çiftleriyle doluydu
(elbette diğer parçacık çiftleri de mevcuttur). Bu
fotonların tüpün içinde yerleri özel dedektörlerce
tespit edilebilmektedir. Bu tespitlere göre de, fotonlar
tüpün her yerinde, ancak düzensiz olarak mevcut
oldukları görülmüştür.
Daha sonra foton parçacıklarının bulunduğu bu “Vakum”
ortamına D.N.A molekülleri koyarlar. Sonuç oldukça
ilginçtir. Çünkü düzensiz halde bulunan (davranan)
fotonların, D.N.A. molekülleri çevresinde belli bir
düzen halinde şekillendikleri görülmüştür. Yani,
D.N.A. larla, fotonlar arasında görülmeyen ve
bilinenlere hiç benzemeyen bir etkileşme bulunmaktadır.
Bir sonraki aşama daha da ilginçti. Çünkü D.N.A.
molekülleri tüpten çıkarılmış olsa dahi, fotonlardaki
düzenli şekillenme, varlığını devam ettirmekteydi ki,
araştırmacılar buna “D.N.A. Fantom Etkisi” adını
verdiler.
Başta Dr. Steve Backster olmak üzere bir takım bilim
adamları da 1990’lı yılların başında Amerikan Ordusu
adına yaptıkları deneylerle “D.N.A” ların bedenimizde
olmadıkları zaman da, daha açık bir ifadeyle,
vücudumuzdan parçalar (yani, doku, kan, deri, organ,
…vs) alındıktan sonra da bunların düşüncelerimiz ve
duygularımız tarafından etkilenmesi devam etmekte
miydi?” sorusuna cevap aradılar. Bunun için de
öncelikle deneklerin ağızlarından doku ve D.N.A
örnekleri alarak bunları laboratuardan tamamen izole
edilmiş binanın diğer bir odasına, denekleri ise bu
odanın 100 metre ötesindeki ayrı bir odaya götürdüler.
Daha sonra da odadaki bu deneklere bir dizi video
görüntüleri izleterek kendilerine ait olan
D.N.A’larındaki elektriksel tepkileri belirlemeye
çalıştılar.
Bilim adamları deneklere, savaşta parçalanmış
cesetlerden tutunda güzel, hoş manzaralara, erotik
görüntülere kadar birkaç saniyelik bir dizi filmler
seyrettirilince, deneklerde oluşan duygusal
hareketlilik, aynı anda D.N.A.larında güçlü elektriksel
sinyaller şeklinde açığa çıktığını tespit ederler. Hatta
bu durum, aralarındaki mesafeler yüzlerce kilometreye
çıkartıldığında bile devam etmekteydi. Bu iletişimin,
ışık hızına göre aralarındaki mesafenin çok kısa olması
dolayısıyla, bizlerce algılanamayan belli bir zaman
aralığındaki bir süreçte mi, yoksa mesafeye bağlı
kalmaksızın aynı anda mı gerçekleşmekte olduğunu
öğrenmek için de, bu deneyler de atom saatleri bile
kullanılır. Bunun sonucuna göreyse, tıpkı Kuantum
Parçacıklarında olduğu gibi “Etileşme”, zaman ve mekana
bağlı olmaksızın aynı “an’da” gerçekleştiği görülmüştür.
Bunun anlamı aralarındaki mesafe eğer yüz milyonlarca
ışık yılına çıkartılmış olsa bile aralarındaki
etkileşimin yine aynı “an’da” gerçekleşmiş olacağıdır.
Yine ayrı araştırmacıların yaptığı bir başka deneyde de,
labaratuarda hücreleri bulunan bir insanın, ölümü ile
hücrelerinin de hemen öldüğü görülmüştür. Dr. Jeffery
Thompson ise tüm bunları, “insan bedeninin nerede
başlayıp nerede bittiğine dair hiç bir sınır yoktur”
şeklinde çok net olarak özetlemiştir.
Bu deneylerden bazı sonuçlar çıkmaktadır. Mesela bir
kişi düşünce ve duygularıyla kendi genetiğini
değiştirebilir. Dolayısıyla birçok kalıtsal hastalıkları
bile D.N.A.’larından yok edebilir (çok güçlü bir beyin
bir başka kişi üzerinde de bunları yapabilir). Zaten en
azıyla, insan moralinin başta bağışıklık sistemi olmak
üzere içinde ölümcül hastalıklar da dahil çeşitli
hastalıklara sebep olduğu veya ölümcül hastalıklardan
bile kurtulmayı sağladığı bugün tıbben de onaylanmış
durumdadır.
Ortaya çıkan bir diğer gerçek de, bizlerin her gün
tokalaşmakla, dokunmakla da üstümüze yapışan dokulardaki
D.N.A.’lar (ki bunlar üzerimizde canlı kaldıkları
müddetçe) vasıtasıyla farkında olmaksızın duygusal
olarak iletişim halinde olduğumuzdur. Böylece beynimiz
bu durumdan da olumlu veya olumsuz olarak
etkilenmektedir. Açığa çıkan bu gerçekler içinde, organ
naklinde, organı veren ile organı alan insanlar
(taşıyıcılar) arasındaki iletişimin, bağlantının “Temel
Enerji Alanı” vasıtasıyla kurulmuş olması da vardır.
Ayrı bir deyişle, organını veren bir kişi ölmüş olsun
veya olmasın fark etmez, “Temel Enerji Alanındaki” o
birimlere ait olan bilgiler, etkileşime giren
taşıyıcıda açığa çıkmaktadır. Böylece alıcının beyni ve
diğer organları, her an pozitif veya negatif olarak
etkilemektedir.
Bu konuda Prf. Gary Schwartz tarafından yapılan bir
başka araştırmaya göre de, bir başkasına ait organları
taşıyanların, o organı aldığı kişilerin bir takım duygu
ve alışkanlıklarını da aldıkları gösterilmiş ve bunlar
raporlar halinde sunulmuştur (bunun detayını bir başka
yazıda değineceğim).
Fiz.Müh. Kenan Keskin
Ruh/ Nefs-i Natıka/ Hayvan-i Nefs (Devam)
Ruhun Dili yok ki, Konuşması olsun. O, Nefs-i Natıkasını kendi konuşması zanneder. Doğrusu Zanneden de o değildir. Hayvan-i Nefs'idir. Nefs-i Natıkasına Uymadıkları Düşüncelerde kendi konuşmaları olmadıklarını farkederler. Olumsuzlamadıklarıyla ise Konuşması olduğunu düşünür, ve Sükutu kaybeder. Bilenler, Nefslerine hiç bi Suretinde Uymazlar; Uyanıktırlar. Ve Allah onlara yeter. Hatta, "Ben Konuşan değilim" dahi demezler. Bir Konuşmaları varsa Ayet, Zikir ve Tenzih kelimeleridir. Gerisi: "Bütün İyilikler Allahtandır".
Zikir (Devam)
Allah'ı Zikretmenle herhangi başka şeyleri düşünmekler aynıdır. İlim'de bu böyledir. Varı yoğu Allah olmıyan kimse İlim'den ne anlar ki. Gayrında her şey hayaldir dağılır, erir gider. Senin için ise 'Kendimden bir Ruh' dedi. "iyi bilin ki bütün işler Allah'a döner" [Şura 53]
Nasıl çıkıyor bu sözler insanların ağzından..
Şöyle şeyler çok söylenir: 'Gözümde büyütmüşüm', 'nasıl da kanmışım', 'kendimi kandırmışım', 'gerçek aşkım o değilmiş'.
Nasıl çıkıyor (!) bu sözler insanların ağzından.
Böyle itham eder o, İltifat-ı Rabbaniyeyi !
Cahile göre Allah Dostu olmak, İddia sahibi olmaktır. Böyle itham eder o, İltifat-ı Rabbaniyeyi ! Dolayısıyla o, ne Mürid olabilir, ne de Allah Dostu.
Nefs (Devam)
Kulun, Doğal yorulma (Emek) dışında olan Nefs (Fizik Beden) Gevşemesine, kendisini terketmemesi gerekir. Zihin bulanması, Dikkatsizlik, normalde çözümü basit Problemlerden ve Vesveselerden sıyrılamama gibi sorunlar bu Bırakıştan kaynaklanır. Uyanıklık, Dirilik elden gider. Tortu oluşur, Kalp Bulanır. Kulun bunu başarabilmesi için, gevşeme olduğunu farkedişinde, Allah'ın Hayy İsmini Zikretmelidir. Allah, "Mutlak" Diridir (Hayy). Allahımızın diğer İsimlerine de böylece bağlan.
Zat/ Sıfat/ Tecelli (Devam)
Zatını Tecrit etmekle O'nu bilemezsin; ki İdrak ve Bilmek aynı değildir.
Fakat şöylece anlayıver !: "Sıfatları Zatından ayrı değildir.
Sıfatlarının Tecellileri Sıfatlarından başkadır." Şu Ayrım da bunu
anlatır: "Sonsuz güç (Tecelli) ve Kudret (Sıfat) sahibidir." Yüce Allah
bizleri, Melekleri, Cinleri yani Şahit olanları ve ki Alemi (Sonsuz
Alemler de diyebilirsin) Yaratmamış olsaydı da "İlah"tır. Her Sanatçı
kendisinin veya eserlerinin görülmesini arzulamayabilir. Fakat Mutlaka
Sanatçıdır ve eserleri görülmese, zevk almasa dahi Sanatını İcra eder. O
(Sani Allah) Eserlerini (Tecellilerini) görecek Şahitler Yaratmış olsa
da durum böyledir. Şöyle demek lazım gelir: "Kulluğunla Büyüklenme ! Sen
olmasan da olurdu !" Fakat O'nun en güzel eserini görmekle övünç duy !
Ki o (s.a.v.) şöyle demişti : "Fakrım Övüncümdür !"
Ricâlu'llâh Sultânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir Bütün âriflerin cânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Ricâlu'llâh Sultânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Bütün âriflerin cânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Uluvv-ı ka'bını takdîr için akl-i beşer âciz
Ledünnî ilminin kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Kulûb-ı âşıkânı nûr-ı feyz-i pür-hayâ eyler
İnâyet şems-i rahşânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Gubâr-ı âsitânı çeşm-i uşşâka devâ-bahşâ
Velîler cânı cânânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Velâyet mülkünün sultân-ı zî-şân-ı lutuf-kârı
Hakâyık mihr-i tâbânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Hakâyık bahrının gencîne-i zî-kıymetidir o
Mürîdânın kerem-kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Tecellî-gâh-ı feyz-i akdes olmuşdur dil-i pâki
Görünmez misl-i irfânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Yüzüñ sür pâyine Vassâf edeble eyle istimdâd
O sultânın ki unvânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Hüseyin Vassaf
Bütün âriflerin cânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Uluvv-ı ka'bını takdîr için akl-i beşer âciz
Ledünnî ilminin kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Kulûb-ı âşıkânı nûr-ı feyz-i pür-hayâ eyler
İnâyet şems-i rahşânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Gubâr-ı âsitânı çeşm-i uşşâka devâ-bahşâ
Velîler cânı cânânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Velâyet mülkünün sultân-ı zî-şân-ı lutuf-kârı
Hakâyık mihr-i tâbânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Hakâyık bahrının gencîne-i zî-kıymetidir o
Mürîdânın kerem-kânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Tecellî-gâh-ı feyz-i akdes olmuşdur dil-i pâki
Görünmez misl-i irfânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Yüzüñ sür pâyine Vassâf edeble eyle istimdâd
O sultânın ki unvânı Cenâb-ı Şeyh-i Ekber'dir
Hüseyin Vassaf
Geylani (k.s.) (Devam)
" Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu.
Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi...!..."
Allah'ın Konuşması (Devam)
Allah'ın Konuşmasının "Ses"e İhityacı yoktur. Allah'ın Konuşması, senin, "Anlaman"dır. Dikkat et, "Düşünce" de Sessiz'dir fakat, "Anlama" olmaz ise, sadece "Duymuş" olursun. Dikkat et, "Vahiy Almak", "Konuşmak" değildir. Konuşmada, Mutlak "Mana" Belirmesi Gerekmez. "Kuran" ise bütün Manaları "Kesin" olarak Belirtir ve Kuşatır. "İkan", "Anlamaya" ihtiyaç kalmaması (Mutmain) Durumudur; "Kesin Bilmek" demektir.
Aczine kibir kiri bulaştırma
Eserin kendisini var edene baş kaldırması, onun takdirini değiştirmeye kalkması ne beyhude ve abes bir çaba. Resim kendi ressamına karşı böbürlenebilir mi hiç? Ey insan, sen de ressam elindeki resim gibisin. O halde haddini hududunu bil, yaratılmış olduğunu asla hatırdan çıkarma. Aczine kibir kiri bulaştırma.
Mevlana Celaleddin-i Rumi(k.s.)
Ruh / Sıfat / Tecelli / Zat (Devam)
Algılayan Ben, Ruh'dur. Algıların Tecelligahı ise Cisim Beden ve ki
sınırlarında sınırlanan Ruh Bedendir. Ruh Beden, tıpkı Cisim Beden gibi,
Suret'den ibarettir. Ruh Suretsiz, Cisimsizdir. Kaynağı bizzat Allah'ın
Ruhu olduğu gibi Sınırlayanı da Yüce Allahtır.
Şahdamarından daha yakındır. O'ndan başka Tecelli Eden (Mütecelli) yoktur. Her şey Tecelliden ibarettir. Sıfatları dahil bütün Tecelligahlara Yaratılışlarını (Fıtrat) verir. Ölçüsüz birşey yoktur. Tecellisinin ölçü perdeleri kalktıkça Sıfatlarına Yakınlık yolu açılır.
Örneğin Cisim Bedenin ölçüsü sabit kalırken Ruh Bedenin ölçüsü değişir ve Ruh yere göğe sığmaz; Genişler. Tecelliler ölçü iledir ve Sıfatlara dayanır. Sıfatlar sınırsız ve sonsuzdur. Yani ölçü perdeleri kaldırıldıkça Sıfatlara inkılab edilir. Örneğin İlim Sıfatının Tecellisi arttıkça (Perdeler Kalktıkça), bildiğimiz O olacaktır. Sevgi (Vedud) ve diğer İsim/Sıfatlarda da böyle olacak. Çünkü "Zat" O'dur.
Şahdamarından daha yakındır. O'ndan başka Tecelli Eden (Mütecelli) yoktur. Her şey Tecelliden ibarettir. Sıfatları dahil bütün Tecelligahlara Yaratılışlarını (Fıtrat) verir. Ölçüsüz birşey yoktur. Tecellisinin ölçü perdeleri kalktıkça Sıfatlarına Yakınlık yolu açılır.
Örneğin Cisim Bedenin ölçüsü sabit kalırken Ruh Bedenin ölçüsü değişir ve Ruh yere göğe sığmaz; Genişler. Tecelliler ölçü iledir ve Sıfatlara dayanır. Sıfatlar sınırsız ve sonsuzdur. Yani ölçü perdeleri kaldırıldıkça Sıfatlara inkılab edilir. Örneğin İlim Sıfatının Tecellisi arttıkça (Perdeler Kalktıkça), bildiğimiz O olacaktır. Sevgi (Vedud) ve diğer İsim/Sıfatlarda da böyle olacak. Çünkü "Zat" O'dur.
Allâh boyası ile boyanmış olmaktan daha güzel ne olabilir !
Allah'ın rengi ! Allâh boyası ile boyanmış olmaktan daha güzel ne olabilir ! Biz O'na kulluk edenleriz !
Bakara 138
‘’ O halde şimdi, Allah ile dost olsana! ’’
Adamın biri Sehl b. Abdullah´a:
‘’ Ey Sehl, seninle dost olmak istiyorum,’’ dedi. Sehl:
‘’ Olur, ama ikimizden birimiz ölürsek geriye kalan kimle arkadaş olacak,’’ diye sordu. Adam:
‘’Allah ile,’’ dedi. Sehl, hikmetle buyurdular:
‘’ O halde şimdi, Allah ile dost olsana! ’’
Tecellilerindeki Büyüklüklerin izini takip et de gel
Tecellilerindeki Büyüklüklerin izini takip et de gel, gayb gözlerini aç !
O kaynağı Sıfatların Sahibi, O Zatın Büyüklüğüne yerleş !
Sus da, o gayb gözlerin konuşsun !
Rüya'dan, Müzik'den, Seratonin'den, vesaireden bahsetmiyorum
Rüya'dan, Müzik'den, Seratonin'den, vesaireden bahsetmiyorum ben. Her şey'den kesilip Sırf O'na yöneldiklerinde o yönelişleri geri çevirmeyen, her şey'in Kıblesi, hiç bir şeyle karşılaştırılamıycak Ekber'den, O herşey'in Kaynağından; O Yaratıcıdan bahsediyorum ben.
Allah Kainatı Yaratmadan Önce Ne Yapıyordu / Allah'ın Aklına Fikir Gelir mi !
Allah'ın "Zatının" Aklı olmaz. Ve Aklına Fikir gelmez. Akıl da, Fikir de, O Zatın İlim Sıfatının Tecellisi oldu. Alemden, bizden baktığımızda görülen İlim Sıfatı "Tecellisinde", Fikir Öncüldür ki Aklı bile, Gelen Fikirlerle tanımlamış, bulmuş oluruz. Oysa ki Allah'ın Zatındaki İlim "Sıfatında" İlim Önce, Akıl, Fikir Sonra, yani Yaratılışta; İlk Tecelli'de olmuştur. Yani Zamandan önce de Mevcud, O Allahın Zatına, bir Fikir gelmiş de Yaratılışı "öylece" Murad etmiş değildir. Bu "Fikir", Zaten O'nun O İlim Sıfatının (Aslının), "Tecellisi" olmuştur. Sıfatların (Zat'daki) Asılları, bizim tarafımızdan Görülemez, (...O hiçbir şeye benzemez.) [Şura 11] çünkü "Tecelli" değildir. Fakat işte ancak "böylece" Bilebilir, Şahit oluruz. Bu OKUduğun bir "Fikir" değil, O'nun Kelamındandır ! Kurandan ! O Sıfatların Sahibi Zat, Allah'tır !
İlim / Can / Ruh (Devam)
İnsan, Doğmak'la "Var" olmuş olmadı. Düzenlendi, Ruh üflendi; bir Derece Hayat Sıfatına Yükseltilmiş oldu. Bu "bir Derece": "Can"dır. Hayy'a bir derece yaklaştı. Ama "İlim" Sıfatında yükseltilmeden, O'ndan bir Ruh olduğu Müjdesini alamadı. O, bu Sıfat'da Yükselmesi olmadan, Can olduğunu dahi bilememişti.
Bak, ne kadar "Samimi" O..
Bak, ne kadar "Samimi" O..
"(O gün Allah, şöyle diyecektir:) Ey cinler ve insanlar topluluğu ! İçinizden, size ayetlerimi anlatan ve şu gününüzle yüz yüze geleceğiniz hususunda sizi uyaran resuller gelmedi mi?..."
Enam 130
Konaklanacak yerlerde, O'ndan başka Varılacak birşey, dönülecek yer de göremiyorum..
O artık dilemedikçe Geceyi Gündüzü hiç takip edemem. Nereye isterse ve nasıl isterse öyledir Hicret. Konaklanacak yerlerde, O'ndan başka Varılacak birşey, dönülecek yer de göremiyorum. Konuşmam Aşk sebebiyledir ve Aşk'ınadır. Ama İlim ile ve nihayetinde O'ndan başka bilinecek birşey de yok.
Allah'ın Sıfatları (Devam)
HAYATİYET..
Yüce Hak kulları arasından, bazılarına; HAYAT sıfatı ile tecelli eder..
Bu sıfatı alan kul, âlemin hayatı olur.. Hem de tümüne birden..
Bu varlıklara baktığı zaman: Onlarda hayatının yürüdüğünü görür..
Ama, bütünüyle.. Bu hayatın yürümesi; varlıkların, ruh durumlarını aldığı gibi,
cisim durumlarını da içine alır..
Böyle olunca; o kul: Manaları, varlıklara suret olmuş görür..
Böyle oluşun, kendisinden gelen bir hayatla olduğunu bilir..
Öyle bir hayat ki, her şey onunla kaim..
Durum anlatıldığı gibi olunca, sözlerin ve emellerin bir manası kalmaz..
Latif bir halde olan suretler de hükümsüz kalır.. Kesif bir hal alan ruhları da al..
Cisimleri de, bu arada say..
Bunların artık hiçbir manası yoktur; sadece HAYAT sıfatı tecellisine nail olan kul kalır.. Bunun hayatı, artık onların tümüne hayattır..
Bir müşahede yolu ile, hayatın onlarda sürüp gittiğini görür..
Bütün bu olanları kendisinden bilir.. başka yerden değil..
Bu arada vasıta da kabul etmez..
İlâhî bir zevk olarak kabul eder..
Gizli, ama ayan beyan bir keşif sayar..
Evet.. Ben bu tecellide bir süre kaldım..
Zaman süremden bir süre, bu tecelli içinde geçti..
İşte o zaman da ben: Bütün varlıkların hayatını kendimde gördüm..
Her varlıkta, hayatımdan ne kadar varsa.. bakıp görüyordum..
Görüyordum ki; onların zat kabiliyetleri ne kadarsa, o kadar alıyorlar..
Ben bu tecellide, yüce zatla bir hayattım.. Bölünmez, parçalanmaz..
Bu tecellide, nice zaman kaldım; taa, yardım eli bana uzanıncaya kadar..
O yardım eli geldi; beni bir başka hale geçirdi.. Başka yer dahi aslında yoktu..
İşte, sözün gelişi böyle..
İLMİYET
Yüce Allah, kullarından bazılarına bu İLMİYE sıfatı ile tecelli eder.
Bu tecelliye, hayat sıfatı tecellisinden girilir..
Bu durumu şu şekilde anlatabiliriz..
Yüce Allah, kuluna bütün mevcudata sirayet eden Hayat sıfatı ile tecelli ettikten sonra; o kulda bir zevk başlar.. İşbu zevk, anlatılan hayat birliğinin gücünden doğar..
İşbu hayat birliğinde, bütün mevcudat, anlatılan tecelli dolayısı ile; o kulla bir olmuştur..
Anlatılan bu birlikten sonradır ki; yüce zat o kula, İLMİYE sıfatı ile tecelli eder..
İşte.. bu ilim sıfatı tecellisini aldıktan sonradır ki o kul: Bütün âlemi,
içinde bulundukları duruma göre bilir..
Anlatılan âlemlerin bütün dalları ve kolları, o kulun ilim çemberine girer..
Başlangıcından ta sonuna kadar..
Böyle olunca: O kul her şeyi bilir.Nasıl oldu, ne şekilde oluyor ve sonunda nasıl olacak?.
Bütün bunları bilir..
O bilir: Bu iş, olmamıştır..
O bilir: O olmayan şey, ne sebeple olmamıştır?
O bilir: Olmayan bir şey, olunca, nasıl olur? Ve nasıl olacak?..
Bütün bu anlatılanlar; o kulda bir ilim olarak mevcuttur..
Ama aslî bir ilim..
Ama hükmî bir ilim..
Ama keşfe, zevke dayanan bir ilim..
Öyle bir ilim ki.. yani Öyle bir bilgi ki, malum olup bilinenlere
onun zatından sirayet edip geçmiştir..
Hem de, icmal yolundan..
Hem de, tafsil yolundan..
Hem de küllî ve cüz’î yoldan..
Onun tafsili icmalinde gizlidir. Ama, gizliden de gizli bir gayb âleminde..
Ledünnî ve zatî olaraktan..
O, öyle bir gelişle gelmektedir ki; bu ilim, gaybın gaybındadır ve bu şehadet âlemine çıkmaktadır..
Böyle olunca, onun icmal tafsili, gaybında müşahede olunur..
Toplu icmali ise.. gaybın da gaybındadır..
Sıfat tecellisi içinde olana; ilmin gelişi, zâhirde olan bir şey değildir..
Gizlinin de gizlisi âlemde, o ilmin içine dalan bilir!
Burada anlatılanlar, çok ince manalardır.. Ancak:
- G u r e b a..
Adı ile çağırılanlar anlarlar..
Burada tadılması gereken zevkleri, kimse tadamaz; ancak:
- Ümena ve üdeba..
Adı ile anılan zatlar tadarlar..
Abdulkadir Ceyli (k.s.)
Adnan Oktar / Dinle; Duy..
http://tr.harunyahya.tv/videoDetail/Product/20798/ADNAN_OKTAR_IN_30_YILLIK_MUCADELESINDEKI_CESARETI_VE_FEDAKARLIKLARI_
Kimin Müslüman, kimin olmadığını, kimin sapık olduğunu bir başkasından öğrenmem.. Bu, Kulun Haddi de değildir..http://jonasclean.blogspot.com/2011/12/harun-yahya-ledun-ilmi-allah-korkusu.html
Evrim / Tasavvuf / Devir (Devam)
Sen bana Tırtılın Yok edilip Kelebeğin Var edildiği Süreyi..
ve İnsandaki 9 Ay'ı İzah et..
ben sana geceleyin nasıl bir anda YOK olup da farketmediğini,
sabah nasıl bir anda VAR edilip de farketmediğini farkettiricem..
O zaman anlıycaksın "Evrim Teorisi" ne demek "Yaratma" ne demek..
Büyüklerin bahsettikleri "DEVİR", "Evrim TEORİSİ" demek değildir !
Farkları FARK etmiyorsun !
İmam-ı Rabbani (k.s.) Abdülkâdir-i Geylânî (r.a.)
"...Bundan sonra, Allahü teâlânın inâyet ve ihsânları yine onun hâlini kaplayıp, bulunduğu bu makâmdan dahâ yukarıya yöneldi. Bir def’ada aslla karışık olan makâma ulaşdı ve o makâmda bir nev’î fenâ ve bekâ ele geçdi. Geçmiş olduğu makâmlarda da böyle olmuşdu. Aslla zıllın karışık olduğu bu makâmdan da ileri geçirip, asla âid makâmlarla şereflendirip, aslın aslına kavuşdurdular. Asl makâmlarında yükselme olan bu son urûc, ya’nî ilerleme ve yükselmede Gavs-ı a’zam Muhyiddîn Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin “kaddesallahü teâlâ sirreh-ül-akdes” rûhâniyyetlerinden yardım geldi ve tasarruf kuvveti ile, o makâmlardan geçirip, asl-ül asla erişdirdiler ve o makâmdan tekrâr âleme döndürdüler. Nitekim bu geri döndürme işi, her makâmda olmuş idi..."
İmam-ı Rabbani (k.s.)
Bu nisbet bu özelliği ile yarın hazret-i Mehdîde görülecekdir, inşâallahü teâlâ..
Meşâyih [büyük tesavvuf âlimleri] buyurmuşlardır ki, Evliyânın, vilâyet mertebesine kavuşdukdan sonraki müşâhedesi enfüsdedir. Seyr-i ilallahda yolda ilerlerken hâsıl olan âfâkın müşâhedesi mu’teber değildir. Bu fakîre keşf olunan ise, dahâ başka olup, onda nefsdeki [kendindeki] müşâhede de, âfâkdaki [dışarıdaki] müşâhede gibi mu’teber değildir. O müşâhede Hak teâlânın gerçek müşâhedesi değildir.
Hak teâlâ bîçûn ve bîçigûnedir [Nasıl ve ne hâlde olduğu bilinemez]. Çün [ta’rîf edilen] aynasına sığmaz; bu ayna ister âfak, ister enfüsde olsun. Allahü teâlâ, âlemin ne içindedir, ne dışındadır. Ne âleme bitişikdir, ne de ondan ayrıdır. Allahü teâlâyı müşâhede ve rü’yet de, ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Ne âleme bitişikdir, ne de âlemden ayrıdır. Bunun içindir ki, âhiretdeki rü’yete, ya’nî Cennetde Allahü teâlâyı görmeğe, nasıl olacağı bilinmiyen bir görmedir demişlerdir. Bu akl ve düşünce ile anlaşılamaz. Dünyâda bu sırrı seçilmişlerin seçilmişlerine açıklamışlardır. Onlara olan rü’yet değilse de, rü’yet gibidir. Bu öyle büyük devlet ve se’âdetdir ki, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” zemânından sonra çok az kimse bununla şereflenmişdir. Bu gün bu söz kabûlden uzak görünse ve çokları doğruluğuna yanaşmasalar da, büyük bir ni’meti izhâr etmekdedir. Kısa görüşlü ve dar düşünceliler inansın veyâ inanmasın! Bu nisbet bu özelliği ile yarın hazret-i Mehdîde görülecekdir, inşâallahü teâlâ. Doğru yolda olanlara ve Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uyanlara selâm olsun! Salevâtullahi teâlâ ve teslimâtühü aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ecma’în.
İmam-ı Rabbani (k.s.)
— Ey Gavs-ı Â’zam! İnsan ne yerse, ne içerse, ne kadar ayağa kalkarsa ve ne kadar oturursa; ne kadar konuşur ve ne kadar susarsa; ne kadar bir iş işler, ne kadar bir şeye yönelir ve ne kadar bir şeyden uzaklaşıp ayrılırsa, mutlaka Ben O’nda bulunuyor ve O’nu harekete geçiriyorum. Çünkü Kudretim her varlığı kapsayıp içine almıştır!
— Ey Gavs-ı Â’zam! Bir şey yediğin, bir şey içitiğin, bir uykuya yattığın ve her halin uyanık bir kalb ve gören bir göz ile olsun!
— Ey Gavs-ı Â’zam! Bâtında (gizlide) Bana olan yolculuktan mahrum bulunan kimse, zâhiri (açık ve seçik) yolculukla imtihan edilir de, bu yolculuğunda Ben’den ancak uzaklaşmayı artırır.
Ve sonra devamla Rabbim buyurdu ki:
— Ey Gavs-ı Â’zam! İttihad (birleşme) öyle bir haldir ki, kelime ile anlatılamaz ve ona bir tabir de verilemez. Bu hal gönülde yer bulup mevcut olmadıkça ittihada inanan kimse küfre düşer. Kim de Hakk’a vuslat peyda ettikten yani Bana gönül yoluyla kavuştuktan sonra gaflet içinde ibadet ederse, o, Allah’a eş-ortak koşmuş olur.
Rabbim yine buyurdu:
— Ey Gavs-ı Â’zam! Kim ezelî (öncesi olmayan) saâdetle mutlu olursa, ona müjde!… Çünkü o, ebediyen rezîl ve rüsvây olmayacaktır. Kim de ezelî şekâvetle (mutsuzluk ve bedbahtlıkla) mutsuz olursa, ona da yazıklar olsun! O artık, bir daha makbul bir insan olmayacaktır!
— Rabbimi gördüm; Bana buyurdu ki: “Ey Gavs-ı Â’zam! Kim ilimden sonra Ben’den rü’yeti (Beni görmekliği) isterse, hakikat o, rü’yet ilmiyle mahcûbdur, yani rü’yet ilmi ara yerde perdedir. Kim de rü’yetin ilimden başkası olduğunu zannederse, hakikat o, RÜ’YETULLAH ile aldanmıştır.”
Sonra Rabbim buyurdu ki:
— Ey Gavs-ı Â’zam! Beni gören kimsenin, artık her hâl ve kârda sormaya ihtiyacı kalmaz. Beni görmeyen kimseye ise, sormak fayda vermez. Böylesi söz yönünden perde arkasında kalmıştır. Yani söz, onunla rü’yetullah arasında perde olmuştur.
Abdulkadir Geylani (k.s.)
Aziz Mahmud Hüdaî (k.s.)
"Kâmus-ı Kadir-i mutlak işidür / Bu sırrı anlayan arif kişidür / Neden göz görüben kulak işidür / Ayak yürür tutar eller nedendir?"
Aziz Mahmud Hüdaî (k.s.)
'Kimde yakîn aynası varsa kendini görmüş olsa bile hakikatte Allah'ı görmüş olur.'..
Bir sevgili aşığına sordu: Beni mi çok seversin kendini mi? Aşık dedi ki: Ben kendimden ölmüş kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum. İlmimi unutmuşum, senin bilginle bilgi sahibi olmuşum. Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem seni sevmiş olurum, seni seversem kendimi sevmiş olurum.'Kimde yakîn aynası varsa kendini görmüş olsa bile hakikatte Allah'ı görmüş olur.' 'Sıfatlarıma bürünüp halka görün , seni gören beni görür, sana kasteden bana kasteder.' İşte bu hep böyle gider.(...) Firavun ben Allah'ım dedi alçaldı. Mansur 'Ben Hakkım.' dedi kurtuldu. O 'Benim.' deyişin ardından Allah'ın laneti ulaştı. Fakat ey seven kişi , bu 'Benim.' deyişin ardından hemen Allah rahmeti ulaştı. Çünkü o kara taştı, bu akik. O, nura düşmandı, bu âşık. Bu 'Benim' demek , a boşboğaz hakikatte 'O'dur' demektir. Fakat iki nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de değil. Çalış da taşlığın azalsın, lâl ol da taşın nurlansın.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.) Mesnevi- 2015,2035
Zıtlar (Devam) Aydınlığın, Karanlığa ihtiyacı yoktur; Işığın yüz çevirmesindedir Karanlık !
Aydınlığın, Karanlığa ihtiyacı yoktur;
Işığın yüz çevirmesindedir Karanlık !
Zat-i Görünmezliği tarif ettik; Sırf Yokluk'tur dedik !;
Zatında, Işık, Karanlık, Siyah, Renk, ne arar !
Renksizdir O; Sırf Nur'dur dedik !
Nur'da, Işık, Renk ne arar !
Nefs bir kelepçedir; Ruhlarına !;
Bilen ise O'ndan O'na sığınır !
Sıfatları Aydınlık; Tecellileri Işık, Renk;
Varlığındasın yani hep; O Zat'dır, seni nefsinden koruyan !
İnsan, Allah'dan bir Ruh "Taşıyor" değildir..
İnsan, Allah'dan bir Ruh "Taşıyor" değildir. Bunu söylemek, "Elim", "Kolum" demekteki gibi "Ruhum" demek olur ki, "El", dile gelse de kendisi için "Elim" dese bunu saçma karşılardık. O halde "İnsan" dediğimizde Aslında, Özünde, "Ruh"u kastedilir. Fakat "İnsan", Bedenden ibaret olmadığı için de "Ruh"u, İlmen Ayrı görürüz. Bu kastedilen "İlim" yoksa, zaten "hiçbirşey dile getiremezsin" ! Ve bu Cehaletten başka bir şey de olmaz ! Tecelliyi İnkar edersin ki Alim isminin Zıtdı da yoktur. O'ndan herhangi bir türde sürüklenen Ayrılık, Şiddetlenen Yoksunluk ve Nihayetinde de Yok olmak demek olur. Uykuda Yok olduğumuzu unutmayasın. Ne var ki Allah seni Uyandırır ve Diriltir ! Bundan önce de sen hiçbir şey değilken seni Yoktan Yaratmıştır. Kendini "İnsan" kabul etmek, bütün "Alem" gibi kabul etmek olur ki bu da saçmadır. Çünkü Alem'in varlığı YOKtur. Tek değil parçalardan OLuşmakta, sürdürülmektedir. Alem derken parçaların bütün olduğunu Zannettiğin "Teklik", Allah'ın Tekliğidir. Bütün bu parçalar O'nun Tecellisi olduğu için yine O'na Dayanır. Beden'de O'ndan olan bir Ruh olmazsa, Parçalarına bölünüp gitmesi gibi. Varlığı Zorunlu olan ! Alem kelimesinin aslında Parçalara işaret ettiğini, bu manada "Kelime" değil de ağzından çıkan bir Ses'den ibaret olduğunu anla. Ruh'un kendisine dışarıdan bakabilmesi özelliği, kendisini kendisinden Fiziken ayırması ile değildir. İşte "İnsan"daki Ruh'un bir farkı, yani "Allah'dan bir Ruh olması", kendisinden Fiziki olarak ayrı olmamasına rağmen, kendisine dışarıdan bakabilmesi, Farkında olabilmesidir. Diğerlerinde bu derecede değildir. Fiziki olarak ayrılması ise Ölüm ile veya Uykuda Rüya ile olur. Uyandığında, Yaşarken de aslında Fiziken ayrıdır bedeninden, fakat bu "İnsan"ın bir Parça gibi "Ruh" taşıması demek değildir. Kendini "İnsan" Kabul etmeden önce bir Düşün. "İnsan" ne demektir ? Derinlemesine düşünürsen, aslında "İnsan" olduğunu söylerken kastettiğinin, "Ruh" olduğunu görürsün. O Ruh'un bir Ruh'usun...
Ben Kur'an ve Fatiha suresiyim
Ruhun ruhuyum, canlıların ruhu değil
Kalbim bildiğimin katında yerleşmiş
O'nu müşahede eder; dilim ise sizin yanınızda
Göz ucunla bedenime doğru bakma
Ruhunu şarkılarla beslemekten uzak dur
Zat'ın zat deryasına dal da
Gözlere açılmamış sırları gör
Ayrıca sırlar belirsizce gözükür
Manaların ruhlarıyla gizlenmiş olarak
Muhyiddin İbn Arabi (r.a.)
Stephan Hawking ve İslam Fukaralığı
Newton, 'Ey Tanrım niye kafama elma attın ! Çok acıdı ! Çok zalimsin' diye ağlamadı da bişeyler öğrendi di mi Stephan Efendi ? Senin olayın ne ?
Bu durum senin hala Uzayda, bir tahtta oturan Tanrı aramandan kaynaklanıyor !
Doğa Yasalarını Tanrılar edinmen ise daha büyük bir Rezalet ! Çünkü o Yasaları Doğa değil, Doğayı Yasalar belirler !
Engelli olmana rağmen hala Ondan bir Ruh olduğunu idrak edemedin ki O'nun Yasaları belirleyen Cisimsiz, Engelsiz, Sınırsız bir Ruh olduğunu anlayabilesin !
Yasaları belirleyen Sıfatlarını hala şu et gözlerinle arıyorsun ! Halbu ki senin Sıfatların da Görünmemekte !
Sodyumu Kloru ayrıştıran ve de birleştirip sana Tuz yediren kim olabilir be Kafir !
Ya bu Doğa dediğin bir sürü şeyi Bir Arada tutan Stephan Hawking mi be İslam Fakiri ?!
Varlığı Aklen Zorunlu olan kim ? Sen misin !
Ahir Zaman Mürşidlerine ! / Allah İsmi / Zat / Hu (Devam)
"Şöyle denebilir: 'Alemlerden müstağni zat Allah'ın ardındadır.' Buna şöyle yanıt veririz: İş zannettiğin gibi değildir. Allah, zatın ardındadır. Allah'ın ardında ise, varılacak bir yer (ve hedef) yoktur. Çünkü zat, kendi mertebesi olmak bakımından, her şeyde mertebeden önce gelir. Öyleyse Allah'ın ardında bir hedef yoktur."
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
"Esmalar/İsimler açısından Allah, sıfatların taşıdığı anlamlar açısından zat konumundadır."
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
"...böyle bilmiyorum, böyle olduğuna inanmıyorum, böyle olduğunu sanmıyorum, bu söz de nereden çıktı? der durur. (Bu sözlerle onun batıl olduğunu söylemek ister.) Bütün bunlar kendi görüşüne (yersiz olarak) itimat ettiğinden ve kendi cehaletini pek az tanıdığından ileri gelir. Böylece, bilmediği konularda yanılgıya düştüğü için, sürekli cahilliklerle başbaşa kalır ve (yeni) cahillikler arar; hakkı inkâr edip, cehalet içinde şaşırıp kalır; ilim talep etmekten böbürlenerek kaçınır.
Hz Ali k.v.
"...Allah kadehi olmadıkça hevâ ve heveslerden nereden geçeceksin Ey Allah’a ait yalnız “Hu” ismine kâni olan!
Padişahımız bize “Allah’ı anın!” diye ruhsat ve müsaade verdi; bizi ateş içinde gördü de nur ihsan etti.
“Allah” adı temizdir; temizlik geldi mi pislik, pılını pırtısını toplayıp gider.
Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziya parladı mı gece kalmaz.
Ağza temiz bir ad gelince de ne pislik kalır, ne gamlar, kederler.
“Allah’ı anın!” emrine uymak, herkesin işi değil; “Allah’a dön!” emrine uymak, her babayiğidin harcı değil!
Allah’ı an da gulyabânîlerin seslerini yok et. Nergis gibi olan gözünü bu kerkeneze karşı kapa!
Allah’ı anış suyuna dal, nefesini tut; sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul!
Allah’ı anışının makbul olması O’nun rahmetindedir. (…)
Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Allah’ı anışına da zan ve temsil bulaşmış!
Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler vardır ki,
Allah’ın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksilmez.
Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü “Yarabbi” demesine izin yok ki!
Zarara, ziyana uğrayınca Allah’a sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de; yani ağzı da bağlı, gönlü de..."
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
"...Seyr-i ilallah*, Allahü teâlâ'nın ismlerinden sâlikin mebde-i teayyünü bulunan isme kadar olan seyrinden ilerlemesinden ibâretdir. Seyr-i fillah* ise, o ismde ilerlemek demekdir. Bu seyr, esmâ, sıfat, şuûn ve i’tibârâtdan mücerred olmak i’tibâriyle zât-ı ehadiyyete kadar devâm eder. Bu tefsîr, ya’nî yapdığımız bu açıklama, ALLAH mubârek isminden murâd, bütün ism ve sıfatları kendinde bulunduran vücûb mertebesinde tutulduğu takdîrdedir. Ammâ ALLAH mubârek isminden murâd, zât-ı baht [sırf zât-ı ilâhî] ise, o zemân seyr-i fillah, bildirilmiş olan bu ma’nâ ile, seyr-i ilallaha dâhil olur ve bu durumda seyr-i fillah hiç bir zemân ele geçmez. Çünki zât-ı bahtdaki seyr nihâyetün-nihâye noktasında tasavvur olunamaz. Zîrâ o noktaya kavuşdukdan sonra, orada hiç duraklamadan geri âleme dönülür. Bu geri dönüşe Sey-i anillahi billah* denir. Bu anlatdığımız öyle bir ma’rifetdir ki, nihâyet-ün-nihâyeye kavuşanlara mahsûsdur..."
Seyr-i İlallah: Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu. Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. ( Abdülhakîm bin Mustafâ k.s.)
Seyr-i Fillah: Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak). Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir. ( Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr k.s.)
Seyr-i Anillah-i Billâh: Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi. Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir. ( Muhammed Bâki-billah k.s.)
İmam-ı Rabbani (k.s.)
En güzel isimler - Allah’ındır -. - O’na - o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.
Araf 180
"...Bu isim (Allah İsmi) diğer isim ve sıfatları cem eden zati ismidir. Ancak bu cem etme taalluktan dolayıdır, bu isim ve sıfatlarla ahlaklanmaktan dolayı değildir. Bu durumun nedeni ahlaklanmanın ancak sıfat isimleri ile olmasından ötürüdür. Allah ismi ise zat ismidir. Ancak Allah adı, bütün ilahi nitelikleri kendisinde toplayan bir isim olarak düşünülürse, bu durumda, diğer isimler gibi, bununla tahalluk mümkündür.
Taalluk: Mevcut olanın tümüne özlü ve kapsamlı bir şekilde meşru sınırlar içerisinde ulaşmak için insan bu isme ihtiyaç duyar.
Tahakkuk: Bu ismin delalet ettiği anlamları bilmek veya ulaşılamaz olarak belirttiği hususların sadece Zat-ı İlahiye ait olduğu idrak etmek gerekir. Yine bu ismin anlamının içerdiği hususları bütün boyutlarıyla gereği gibi ve insani ölçüler içerisinde kavramaya çalışmak, Allah adının tahakkuk alanındandır.
Tahalluk: Allah isminin delalet ettiği bütün anlamları mü'minin kendisinde yer etmesi gerekir. Zira Allah adı, bize bildirilen ve bildirilmeyen bütün isimleri kendi bünyesinde toplamaktadır.
Alemde nitelendirilemeyecek ve hiçbir şekilde tanımlanamayacak olgular mevcuttur. Allah evrene sebep-sonuç ilişkinin ötesinde, hikmetli bir biçimde olguları yönlendirmektedir. Alemin dışında ise çok özel bir hükümle muamelede bulunmaktadır. Bu nedenle ''Bana dua edin ki cevap vereyim'' buyurmuştur. Buradaki icabet,mutlak anlamda olmayıp, aleme yönelik belli alanlardaki yönelişlerdir.
Böyle bir yöneliş mertebesine ulaşan bir kimse, Allah adıyla ahlaklanır. Ancak bu yüce yaratıcıya özel olan şekliyle Allah ismiyle bir tahalluk olmaz. Bu, bir sıfat bağlamında delalet ettiği anlama yönelik bir tahalluktur. Nitekim Allah ismiyle hal sınırlaması olmaksızın mutlak anlamda tahallukta bulunmak imkansızdır. Bu makama ulaşan kimsenin zihninde açıkça belirgin olmasa bile, bu isimle tahalluk etmenin şartı, buna yönelen kimsenin halini amaç ve hedefini iyi tespit edip, bulunduğu konumun bilincinde olması gerekir..."
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
Seyr-i İlallah/ Seyr-i Fillah/ Seyr-i Anillah-i Billâh/ İmam-ı Rabbani (k.s.) Mebde ve Mead
"Seyr-i ilallah*, Allahü teâlâ'nın ismlerinden sâlikin mebde-i teayyünü bulunan isme kadar olan seyrinden ilerlemesinden ibâretdir. Seyr-i fillah* ise, o ismde ilerlemek demekdir. Bu seyr, esmâ, sıfat, şuûn ve i’tibârâtdan mücerred olmak i’tibâriyle zât-ı ehadiyyete kadar devâm eder. Bu tefsîr, ya’nî yapdığımız bu açıklama, ALLAH mubârek isminden murâd, bütün ism ve sıfatları kendinde bulunduran vücûb mertebesinde tutulduğu takdîrdedir. Ammâ ALLAH mubârek isminden murâd, zât-ı baht [sırf zât-ı ilâhî] ise, o zemân seyr-i fillah, bildirilmiş olan bu ma’nâ ile,
seyr-i ilallaha dâhil olur ve bu durumda seyr-i fillah hiç bir zemân ele geç-
mez. Çünki zât-ı bahtdaki seyr nihâyetün-nihâye noktasında tasavvur olu-
namaz. Zîrâ o noktaya kavuşdukdan sonra, orada hiç duraklamadan
geri âleme dönülür. Bu geri dönüşe Sey-i anillahi billah* denir. Bu anlat-
dığımız öyle bir ma’rifetdir ki, nihâyet-ün-nihâyeye kavuşanlara mahsûs-
dur..."
İmam-ı Rabbani (k.s.)
Mebde ve Mead
Seyr-i İlallah: Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu. Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. ( Abdülhakîm bin Mustafâ k.s.)
Seyr-i Fillah: Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak). Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir. ( Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr k.s.)
Seyr-i Anillah-i Billâh: Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir. ( Muhammed Bâki-billah k.s.)
"...on makâmdan Rızâ makâmının dışındakiler, fi’llerin ve sıfatların tecellîlerine bağlıdır. Rızâ makâmı ise, zât-i ilâhînin tecellîsine bağlıdır; teâlâ ve tekaddes. Aynı şeklde zât-i ilâhînin muhabbetine bağlıdır..."
İmam-ı Rabbani (k.s.)
Mebde ve Mead
"Tâlibin [Lâ derken] âfâkî ve enfüsî [dışındaki ve içindeki] bâtıl ilâhları [Allahdan başka tapdığı gönül verdiği, kulluk etdiği her şeyi] silip yok etmeye çok çalışması lâzımdır. İllallah derken, ya’nî Hakdan başka ma’bûd yokdur derken, hâtırına ve düşüncesine gelen her şeyi, lâ derken kasd etdiklerine dâhil etmeli, Allahü teâlânın vücûdü ile yetinmelidir; her ne kadar o makâmda vücûd bile yolda kalıyor ve vücûdün öte
sini aramak gerekiyor ise de.
Ehl-i sünnet âlimleri, “Allahü teâlânın vücûdü zâtından başkadır” demekle ne güzel söylemişlerdir. Vücûda zâtın aynısı demek ve vücûddan başka bir şey yokdur, Allahü teâlânın zâtı vücûddür demek, görüş bakış ve gerçeği bilmekdeki kusûr ve eksiklikden
doğmakdadır. Şeyh Alâüddevle Semnâni hazretleri “kuddise sirruh”, “Vücûd âleminin üstü, melik-i vedûd âlemidir” demişlerdir..."
İmam-ı Rabbani (k.s.)
Mebde ve Mead
Ona teslim olmayı bil..
Hak Teâlâyı yaptığı işler için itham etme. Aceleci olma. Cahil olma, cimri olma. Onun katından çıkacak bir şey varsa, sana gelir. Ona teslim olmayı bil.
Abdulkadir Geylani (k.s.)
Yüz çevirenler, onun Mecnunluk hâlinden anlamadılar..
Mecnun gibi olmalısın. O, kalbinde sevgi yer ettiği zaman halk arasından çıktı. Yalnız olmayı istedi. Vahşî hayvanlarla yaşadı. Şehirleri terk etti, harabelere gitti. Halkın ne övmesini dinledi, ne de kötülemesine kulak astı. Kulların konuşması ve sorması ona farksız oldu. Övmeleri hiç olduğu gibi, kötülemeleri de sıfıra düştü. O Mecnun öyle anlar geçirdi ki, sordular:
Sen kimsin?
Söyledi:
Leylâ.
Neredensin?
Leylâ.
Nereye?
Leylâ.
Başkalarını gözü görmüyordu. Başkalarını işitmeye kulağı da yanmıyordu. Artık o bu hâlinden dönemezdi. Yüz çevirenler, onun Mecnunluk hâlinden anlamadılar.
Abdulkadir Geylani (k.s.)
Bu kalp Hak Teâlâyı bilirse, sever..
Bu kalp Hak Teâlâyı bilirse, sever. Ona tam yakınlık duyar. Yaratılmışlar onu ilgilendirmez. Ve ruhuna huzur veremez. Maddî olan her şey ona ağırlık verir. Yemek, içmek vs. şeylerle tatmin olmaz. Şehir hayatı onun için önem taşımaz. Kalbi huzur içinde olduktan sonra, harabeler de ona çok gelir. İlâhî emirler dışında hiçbir şey, Hak irfanına sahib olan kalbi bağlayamaz. Her hâli bir prensibe bağlıdır. Fiil tecellisi onu garketmiştir. Sadece kaderin gelişine bakar; başka şeyleri bilmez.
Abdulkadir Geylani (k.s.)
Yaratmanın gayesi..
Yaratmanın gayesi , yaratılmışa bakmakla onu Yaratana ulaştıracak bilgiyi elde etmemizdir. Başka bir ifadeyle Allah herhangi bir şeyi onu değersiz görelim diye yaratmadı. Demek ki yaratılmış bir şeye yönelmek, onu (tanımak için) ısrarlı olmak ve onu sevmek zorunluluktur. Çünkü alem, ( ve yaratılmış her şey ) , Hakka ulaştıran düşünme yoludur. Her kim delili değersiz görürse, hiç kuşkusuz, medlulü de değersiz görmüş olur ve böyle bir insanın dünya ve ahireti hüsrana uğrar.
Muhyiddin İbn Arabi (k.s.)
" En güzel isimler -> Allah’ındır <-..."
Nasıl 'Yehova' demiyorsan ! Öyle de 'Tao' deme.. Ki anlamış olduğunu anlayayım !..
Hayal (Devam)
Yar, hoş şeydir.
Çünkü yar, yarin hayalinden kuvvet alır, gelişir ve yaşar.
Buna şaşmamalı, Mecnun'a Leyla'nın hayali kuvvet vermiyor muydu?
Ve onun yiyeceği, içeceği bundan ibaret değil miydi?
Mecazi bir sevgilinin hayali ona böyle bir kuvvet verir ve tesir ederse, gerçek sevgilinin, sevgilisine kuvvet bağışlamasına niçin şaşılsın?
O'nun hayali, surette ve gaybette mevcuttur.
Şu halde ona nasıl hayal denir?
O, hayal değil, gerçeklerin ruhudur.
Mevlana Celaleddin-i Rumi (k.s.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)