Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

İmam-ı Rabbani Hazretleri "Allah'ı hiçbir ân unutmamak"

imam-i rabbani 99.mektub

Bu mektûb, molla Hasen-i Kismîrîye, cevâb olarak yazilmis olup, Allahü teâlâyi hiçbir ân unutmamak nasil olacagi, insanin kendini bilmedigi uyku zemâninda da, Onun unutulmiyacagi bildirilmekdedir:

Kiymetli mektûbunuzu okumakla sereflendik. Bu yolun büyüklerinden ba'zisi ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" Allahü teâlâya her ân âgâh olduklarini ve uyku zemâninda da, her ân, Onu hâtirladiklarini haber vermisdir. Bunun nasil olacagini soruyorsunuz. Kiymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç seyi bildirmek lâzimdir. Kisaca yaziyorum. Dikkatli okuyunuz!

Insanin rûhu, bu gördügümüz cesed ile birlesmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bagli ve mahbûs gibi idi. Fekat, bu cesede indikden sonra, yükselebilmek hâssasi ve kuvveti ona verilmisdir. Bu hâssasi, onu melekden üstün ve serefli yapmisdir. Allahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir seye yaramiyan, karanlik cesed ile birlesdirdi. Rûh isigini, karanlik cesed ile birlesdiren, madde olmiyan, zemânli, mekânli olmiyan rûhu, maddeden yapilan cesed ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyükdür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalniz Ona mahsûsdur. Onda hiç kusûr olamaz. Bu sözün ma'nâsini iyi kavramak lâzimdir. Rûh ile cesed, her bakimdan, birbirinin aksi, ziddi oldugundan, bunlarin bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, rûhu nefse âsik etdi. Bu sevgi, bunlarin bir arada kalmasina sebeb oldu. Kur'ân-i kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanin rûhunu, güzel bir sûretde yaratip, sonra en asagi dereceye indirdik) buyuruldu. Rûhun bu dereceye düsürülmesi ve bu aska tutulmasi, kötülemege benzeyen bir medhdir. Iste rûh, nefse karsi olan bu aski, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine atdi ve nefse tâbi', esîr oldu. Hattâ, kendinden geçdi. Kendisini unutdu. Nefs-i emmâre hâlini aldi. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her seyden dahâ latîf, [maddenin en hafîfi olan hidrogen gazindan, hattâ bir elektrondan da dahâ hafîf] oldugundan, madde bile olmadigindan, her ne ile birlesirse onun hâline, sekline ve rengine girer. Kendini unutdugu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unutdu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanligi ile karardi. Allahü teâlâ, çok merhametli oldugu, çok acidigi için, Peygamberler ?aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" gönderip, bu büyükler vâsitasi ile rûhu kendine çagirdi ve ma'sûku, sevgilisi olan nefse uymamasini, nefsi dinlememesini ona emr etdi. Rûh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketden kurtulur. Yok eger, basini kaldirmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrilmamak isterse, yolunu sasirir, se'âdetden uzaklasir. Bu sözümüzden, rûhun, nefsle birlesmis oldugu, hattâ kendisini unutup, nefs hâlini almis oldugu anlasildi. Iste rûh, bu hâlde kaldikca, nefsin gafleti, câhilligi, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eger, rûh, nefsden yüz çevirir, ondan sogur, onun yerine Allahü teâlâyi severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekden kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âsik olup, bu ask ile kendinden geçerse, zâhirin, ya'nî nefsin gafleti, cehâleti, bâtina, ya'nî rûha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyi bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasil te'sîr etsin ki, o nefsden, temâmen ayrilmisdir. Zâhirden, bâtina hiçbir sey geçmemisdir. Iste bu vakt, zâhir gafletde iken, bâtin âgâhdir, uyanikdir. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem yagi, bâdem çekirdeginde bulundugu müddetce ikisi de ayni birsey gibidir. Yag, posadan ayrilinca, her ikisinin hâssalari baskadir ve her bakimdan ayri iki sey olurlar. Iste, bu hâle yükselmis olan, bir mes'ûd, bir bahtiyâr kimseyi, ba'zan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim oldugu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mubârek, serefli varligi vâsitasi ile, âlemi nefslerin karanligindan, cehâletinden kurtarirlar. Böyle mubârek bir kimse, insanlarin arasinda bulunur. Görünüsde herkes gibidir, fekat rûhu hiçbir seye bagli degildir. Allahü teâlâya olan bilgisi ve sevgisi iledir. Istemedigi hâlde, onu bu âleme döndürmüslerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate erisen biri, görünüsde, baskalari gibi, Allahü teâlâyi unutmus, mahlûklarin sevgisine tutulmus sanilir. Hâlbuki, hakîkatde, kendisi, bunlara hiç benzememekdedir. Birseyin sevgisine tutulmakla, ondan soguyup, yüz çevirmek arasinda çok fark vardir. Sunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûklara olan alâkasi ve sevgisi, kendi ihtiyârinda, elinde degildir. Dünyâya ragbet etmez. Hattâ, Allahü teâlâ, bu alâkayi istemekde ve begenmekdedir. Baskalarinin alâkasi, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyâya sarilirlar. Allahü teâlâ bu alâkalarindan râzi degildir, begenmez. Baska bir fark da, baskalari bu âlemden yüz çevirip, Allahü teâlâyi tanimaga ve sevmege kavusabilirler. Müntehînin, halkdan yüz çevirmesine ise, imkân yokdur. Onun halk ile olmasi, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zemân onu, bu geçici dünyâdan, ebedî, sonsuz âleme nakl ederler. Hakîkî makâmina kavusur.

Tesavvuf büyükleri, da'vet makâmini, irsâd derecesini, baska baska anlatmislardir. Çoklari, (Halk arasinda, Hak ile olmakdir) dedi. Sözlerin baskalasmasi, söz sâhiblerinin hâlleri, dereceleri baska baska oldugu içindir. Herkes, kendi makâmina göre, söylemisdir. Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bagdâdînin ?kuddise sirruh", (Nihâyete varmak, baslangica dönmekdir) buyurmasi iste, yukarda bildirdigimiz da'vet makâmina uygun bir ta'rifdir. Çünki, baslangicda, hep mahlûkât görülmekde ve sevilmekdedir. Nitekim, (Iki gözüm uyur, fekat kalbim uyumaz) hadîs-i serîfi, kendilerinin Allahü teâlâya olan dâimî baglilik ve uyanikligini bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanik olup, gâfil olmadigini haber vermekdedir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin ?sallallahü aleyhi ve sellem" uyumasi, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakda, bir sürünün çobani gibi oldugu için, ümmetini bir ân unutmasi, Peygamberlik makâmina uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim oluyor ki, o zemânlarda, aramiza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadîs-i serîfi de, her zemân degil, ba'zandir. Bu zemânlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrilmasi îcâb etmez. Çünki, Allahü teâlâ, ona tecellî etmekde, görünmekdedir. Yoksa O, mahlûklari unutup, tecellîleri aramakda degildir. Ma'sûkun, âsika cilvesi gibi olup, âsik ma'sûkun pesinde degildir. Fârisî beyt tercemesi:

Sûret aynasinda sefer, hareket olmaz,
Çünki onda nûrânî olmiyan sûret olmaz.

Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmis olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadigi hâlde, onu mahlûklar arasina salip, mahlûklarin kurtulmasina, uyandirilmasina sebeb ve vâsita kilarlar. Böyle bir kimse, böyle bir pâdisâha çok yakin olan, bir devlet adami gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin islerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmisdir. Sona gelip, geri dönmüs olanlar ile henüz baslangiçda olanlar arasindaki farklardan biri de budur. Çünki, basda olanlar, perdelerin arkasindadir. Geri dönmüs olanlardan ise, perdeler kalkmisdir. Allahü teâlâ size ve dogru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.