Sayfayı Yenileyerek ya da Başlığa Tıklayarak Arşivde Dolaşabilirsiniz

Tasavvufda Müziğin yeri/İmam-ı Rabbani Hazretleri Simâ', raks ve vecd ile İlgili mektubu

imam-i Rabbani - mektubat 285.mektub

[1.285] Bu mektûb, mîr seyyid Muhibbullah-i Mankpûrîye yazilmisdir. Simâ', raks ve vecd üzerinde bilgi vermekde, rûhdan açiklama yapmakdadir:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi kullarina selâm olsun! Allahü teâlâ, sana herseyin dogrusunu düsünen ve dogrusunu bulan akl versin ve herseyin dogrusunu bildirsin! Vecd ve simâ' [ya'nî kasîde, ilâhî dinliyerek kendinden geçmek, kimlere fâidelidir? Bunlar], hâlleri degisen, her zemânda baska dürlü olan, bir zemân sü'ûrlu, bir zemân sü'ûrsuz olan kimseler için fâidelidir. Bunlara (Erbâb-i kulûb) denir. Bunlara Allahü teâlânin sifatlari tecellî eder. Her sifatin tecellîsinde baska bir hâl alirlar. Sonsuz olan sifatlarin ve ismlerin tecellîleri, te'sîrleri altinda hâlden hâle dönerler. Hâlleri degisir, dilekleri hep degisir. Bunlar devâmli bir hâlde kalamaz. Zemânlari degismeden olamaz. Bir zemân (Kabz) ya'nî sikinti, baska zemân (Bast) sevinç içindedirler. Bunlara (Ibn-ül-vakt) de denir. Hâllerin te'sîri altinda maglûbdurlar. Bir zemân yükselirler. Baska zemân, asagi derecelere düserler.

Tecelliyât-i zâtiyyeye kavusanlar kalb makâmindan yukari çikmislar, kalbin sâhibine varmislardir. Hâllere köle olmakdan kurtulmuslar, hâlleri verene ulasmislardir. Bunlarin vecd ve simâ'a ihtiyâclari yokdur. Çünki, zemânlari degismez. Hâlleri devâmlidir. Dahâ dogrusu vaktleri ve hâlleri yokdur. Bunlara (Ebül-vakt) ve (Erbâb-üt-temkîn) denir. Bunlar kavusmuslardir. Hiç geri dönmezler. Birsey gayb etmezler. Birsey gayb etmiyen, birsey bulmaz. Evet, sona kavusanlar arasinda, vaktleri devâmli oldugu hâlde, simâ'dan fâidelenenler de vardir. Bunlari biraz asagida açiklayacagiz. Insâallahü teâlâ.

Süâl: Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", (Allahü teâlâ ile öyle vaktim olur ki, o ânda hiçbir melek ve hiçbir Peygamber bana yaklasamaz) buyurdu. Bu hadîs-i serîf vaktin devâmli olmadigini göstermiyor mu?

Cevâb: Bu hadîs dogru ise, âlimlerin çogu, burada bildirilen vaktin devâmli oldugunu anlamislardir. Söyle de deriz ki, devâmli olan vaktde arasira husûsî hâller de olur. Bu hadîs-i serîf, bu hâlleri bildirmekdedir.

Süâl: Tegannî dinlemek, bu hâllerin bulundugu zemân belki fâideli olur. Böyle olunca, nihâyete kavusanlar da, bu hâlleri elde etmek için simâ'a muhtâc olur.

Cevâb: Bu hâller, nemâz kilarken hâsil olmakdadir. Nemâzin disinda da hâsil olursa, nemâzin te'sîri iledir. Hadîs-i serîfde, (Gözümün nûru nemâzdadir) buyuruldu. Bu hadîs-i serîf, belki çok seyrek olan bu hâlleri göstermekdedir. Baska bir hadîs-i serîfde, (Kulun Rabbine en yakin oldugu zemân, nemâzdaki zemânidir) buyuruldu. Alak sûresi ondokuzuncu son âyetinde meâlen, (Secde et, Rabbine yaklas!) buyuruldu. Allahü teâlâya yakinlik çok oldugu zemân, baskalarinin bulunmasi, araya karismalari da o kadar azalir. Bu hadîs-i serîf ve bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, o vakt, nemâzda olan vaktdir. Vaktin devâmli ve kavusmanin araliksiz oldugu, tesavvuf büyüklerinin söz birliginden de anlasilmakdadir. Zünnûn-i Misrî buyuruyor ki, (Geri dönen, yalniz yoldan dönmüsdür. Kavusan, geri dönmez).

(Yâd-i dâst), devâmli huzûr demekdir. Her ân Allahü teâlânin huzûrunda olmakdir. Bu ni'met, bu yolun büyükleri olan, Hâcegân "kaddesallahü teâlâ ervâhahüm ve esrârehüm" hazretlerinin yolunda çalisanlarin eline geçmekdedir. Vaktin devâmli oldugunu inkâr etmek, sona varamamayi gösterir. Büyüklerden birkaçi, meselâ ibni Atâ ve benzerleri "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în", (Allahü teâlâya kavusdukdan sonra, beseriyyet hâllerine dönülebilir) demisdir. Bu sözden, vaktin devâmsizligi anlasilir. Fekat, sözlerine dikkat edilirse, (Dönülebilir) diyorlar. (Dönenler vardir) demiyorlar. Çünki, insanlik sifatlarina dönen hiç olmamisdir. Böyle oldugunu erbâbi iyi bilir. Buradan anlasildi ki, tesavvuf büyükleri, vâsil olanin geriye dönmiyecegini sözbirligi ile bildirmisdir. Bu sözbirliginden ayrilan birkaç kisi, dönmek câizdir demisdir.

Sona varanlardan birçoklari yüksek derecelerden bir dereceye kavusdukdan ve (Cemâl-i ilâhî)yi müsâhede hâsil oldukdan sonra, kendilerine sogukluk ve gevseklik hâsil oluyor. Böylece kavusdurucu mertebelere yükselmeleri duruyor. Bunlarin dahâ kavusduracak konaklari asmasi lâzimdi. Yaklasdiran derecelerin hepsini geçmemislerdi. Bu soguklukla berâber, yükselmek, yaklasmak arzûsundadirlar. Iste bu vakt simâ' bunlara fâide verir. Harâretlerini, enerjilerini artdirir. Simâ' yardimi ile yaklasdirici mertebelere yükselir. Sükûnet buldukdan sonra, bu mertebelerden geri dönerler. Fekat inerken, o makâmlardaki hâllerini gayb etmezler. Bu vecd, bu bulus, gayb etdikden sonra olan bulus degildir. Çünki vuslati, huzûru hiç gayb etmezler. Her ân kavusmus olduklari hâlde, kavusdurucu konaklara yükselmeleri içindir. Sona gelenlerden vâsil olanlarin simâ'lari, vecdleri de böyledir. Fenâ ve Bekâya kavusanlara cezbe verirler. Lâkin sogukluklari, gevseklikleri oldugu için, yüksek konaklara çikabilmek için, yalniz cezbe is göremez. Simâ' da lâzim olur.

Tesavvuf büyüklerinden birçoklari da "kaddesallahü teâlâ esrârehüm", vilâyet derecesine kavusdukdan sonra, nefsleri kulluk makâmina iner. Rûhlari, kendi makâmlarinda cenâb-i Hakka karsidir. Kulluk makâminda bulunan nefs-i mutmeinneden her zemân rûha yardim gelir. Rûh bu yardimi ile matlûba âsina olur. Bu büyükler, ibâdetle râhat ederler. Kulluk vazîfelerini görmekle sükûnet bulurlar. Yükselmek arzûlari azdir. Islâmiyyete uymak nûru ile parlamislardir. Kalb gözleri, sünnete uymak sürmesi ile kuvvet bulmusdur. Bunun için, keskin görüslüdürler. Uzakdan öyle seyler görürler ki, yakinda olanlar onlari göremez. Yükselmeleri az ise de, nûrlari çokdur. Aslin nûrlari ile aydinlanmislardir. Bu makâmlarinda iken sânlari, kiymetleri büyükdür. Simâ'a, vecde ihtiyâclari yokdur. Simâ' yerine ibâdetlerden istifâde ederler. Asldan aldiklari nûrlar, yüksek makâmlara çikmis gibi fâide verir. Simâ' ve vecde düskün olan taklîdciler, bunlarin yüksek sânlarini bilmedikleri için kendilerini âsik, bunlari zâhid sanirlar. Ask ve muhabbet yalniz raksda, vecdde bulunur derler.

Sona kavusanlardan birçoklari da vardir ki, (Seyr-i ilallah) yolculugundan ve (Bekâ-billah) makâmina kavusdukdan sonra, bunlara kuvvetli cezbe ihsân ederler. Kanca takip çeker gibi sürüklerler. Orada sogukluk bulasmaz. Gevseklik gelmez. Yükselmek için, sasilacak seylere ihtiyâclari yokdur. Bunlarin dar olan halvetlerine simâ' ve nagme yanasamaz. Vecd ve tevâcüd ile ilisikleri yokdur. Yetisebilecek en son mertebeye çekilir, ulasdirilirlar. O Servere "aleyhissalevâtü vetteslîmât vettehiyyât" uymak sâyesinde, O Servere "sallallahü aleyhi ve sellem" mahsûs olan makâmdan pay alirlar. Böyle kavusmak ancak (Efrâd) denilen seçilmislere nasîb olur. (Kutb)lar da, bu makâmdan pay alir. Ancak Allahü teâlânin ihsâni ile, sonun sonuna kavusan bir seçilmisi, bu âleme geri çevirirlerse ve yaradilisda uygun olanlari yetisdirmek vazîfesi buna verilirse, nefsini kulluk makâmina indirirler. Rûhu, nefsden ayri olarak, Allahü teâlâya dogru olur. Iste bu, ferdiyyet kemâllerine sâhibdir. Kutblarin yetisdirme yetkisine mâlikdir. Burada, Kutb dedigimiz, (Kutb-i irsâd)dir. (Kutb-i evtâd) degildir. Zil makâmlarinin bilgileri ve asl makâmlarinin ma'rifetleri kendisine verilmisdir. Dahâ dogrusu, onun makâminda, ne zil vardir, ne de asl vardir. Zilden, asldan ileri geçmisdir. Böyle bir kâmil ve mükemmil çok ender yetisir. Asrlardan, uzun yillardan sonra, bir dâne bulunursa, yine büyük ni'metdir. Hersey onunla nûrlanir. Onun bir bakisi, kalb hastaliklarini giderir. Bir teveccühü, begenilmiyen kötü huylari silip süpürür. Urûc makâmlarinin hepsinden dahâ yukariya çikmis kulluk makâmina inmisdir. Ibâdet etmekde râhat bulmusdur. Vilâyet makâmlarinin en üstünü olan (Abdiyyet) makâminda yerlesen seçilmisleri de vardir. (Mahbûbiyyet mansabi)na kâbiliyyet de buna verilir. Bu ise, Vilâyet mertebesinin bütün kemâllerini tasimakda ve da'vet derecesi makâmlarinin hepsini içine almakdadir. (Vilâyet-i hâssa)dan ve (Nübüvvet makâmi)ndan pay almakdadir. Onun sânini su misra' kisaca bildirmekdedir. Fârisî misra' tercemesi:

Bütün güzellerde bulunan, yalniz sende vardir!

Baslangicda olanlara, vecd ve simâ' zararlidir. Yükselmesine engel olur. Sartlarina uygun olsalar da zararlidirlar. Simâ'in sartlari, bu mektûbun sonunda, insâallah bildirilecekdir. Bunun vecdi bozukdur. Hâl kaplamasi suçdur. Hareketleri tabî'îdir. Isteklerine, nefsinin sehvetleri karismisdir. Baslangicda olan, mübtedî denilenler, (Erbâb-i kulûb) olmiyanlardir. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir. Mübtedî ile müntehî arasinda bulunanlardir. Müntehî demek, sona varmis, (Fânî-fillah) ve (Bâkî-billah) olmus demekdir. Bunun da dereceleri vardir. Kavusmanin da mertebeleri vardir. Her derece, her mertebe, birbirinin üstündedir. Bu mertebeler sonsuzdur. Kavusmakla bitmez, tükenmez. Simâ', yoldakilere ve müntehîlerin birkaçina fâidelidir. Bunu, yukarida bildirmisdik. Sunu da bildirelim ki, Erbâb-i kulûb, simâ'siz olamaz demek istemiyoruz. Cezb olunmiyanlar, [çekilmekle sereflenmiyenler], siki riyâzetler, agir mücâhedeler yardimi ile ilerliyebilirler. Simâ' ve vecd, yalniz bunlara yardimci olur. Erbâb-i kulûb, meczûblardan ise, cezbe yardimi ile ilerlerler. Simâ' bunlara lâzim degildir. Sunu da söyliyelim ki, cezb edilmiyen Erbâb-i kulûb için, simâ' her zemân fâideli olmaz. Bundan yardim görebilmek için sartlar vardir. Bu sartlar gözetilmezse zararli olur.

Simâ'in sartlarindan biri, kendini yüksek bilmemekdir. Temâm oldugunu sanirsa ilerliyemez. Evet, simâ' bunu da biraz ilerletirse de sükûn buldukdan sonra, o makâmdan geri iner. Simâ'in bundan baska sartlari, tesavvuf büyüklerinin kitâblarinda, (Avârif-ül-me'ârif) ve benzerlerinde yazilidir. Zemânimiz tarîkatcilerinin çogunda, bu sartlar yokdur. Simdi yapilmakda olan simâ' ve rakslarin ve toplantilarin zararli oldugu açikdir. Bunlarin ilerletmeleri nerede? Hiç ilerletmezler. Yardim etmekden çok uzakdirlar. Fâide yerine zarar verirler.

TENBÎH 1: [(Simâ'), ilâhî, mevlid ve kasîde ve Kur'ân-i kerîmi tegannî ile okuyanlari dinlemek demekdir. (Raks), eli, ayaklari tempo ile oynatmak ve dans demekdir.] Simâ' ve raks, müntehîlerden birkaçina da lâzimdir dedik. Çünki yükselecek çok mertebeleri bulundugu için, yolda sayilirlar. Erisilebilecek mertebelere yükselmedikce müntehî olmaz, sona varmis sayilmazlar. Seyr-i ilallah sonuna vardiklari için, bunlara müntehî denilmisdir. Bu seyrin sonu, sâlikin mazhar oldugu isme kadardir. Fekat, bu seyrden sonra, bu ismde ve isme bagli seylerde de seyr vardir. Bu ismdeki ve kavusanlarin bildikleri seylerdeki seyrden sonra, ismin sâhibine varip, burada Fenâ ve Bekâ hâsil edince, tâm müntehî olur. Seyr-i ilallahin dogrusu da budur. Isme kadar olan seyre de, (Seyr-i ilallah) denilmis, o mertebede olan Fenâya ve Bekâya da, (Vilâyet) adi verilmisdir. (Seyr-i fillah) sonsuzdur denilmesi, Bekâdaki seyr içindir. Bütün konaklari geçdikden sonradir. Bu seyrin sonsuz olmasi demek, o ismde seyr olunursa ve bu ismdeki sü'ûnlarin herbiri ile ayri ayri ahlâklanirsa, sonuna varilmaz demekdir. Çünki, her ismde sonsuz sü'ûnlar bulunmakdadir. Eger yükselirken, onu bu ismden geçirirlerse, bir adimda geçebilir ve sonun sonuna varabilir. Eger orada yok olursa, çok serefli olur. Yok eger insanlari yetisdirmek için, geri indirirlerse, çok büyük üstünlük olur. Bu isme kavusmanin kolay bir sey olacagini sanmamalidir. Bu ni'mete kavusabilmek için, cân fedâ etmek lâzimdir. Acabâ kimi bu büyük ni'mete kavusdurmakla sereflendirirler?

Tenzîh ve takdîs sanilan mertebe çok olur ki, tesbîh ve tenkîsdir. Hattâ çok mertebeler vardir ki, tenzîh sanilirlar. Hâlbuki, rûh makâmindan da asagidirlar. Arsin üstündeki tenzîh gibi görünen de, tesbîh dâiresinin içinde olabilir. Münezzeh olarak [ya'nî mahlûklarla ilgisi olmiyarak] görünen sey, rûh âleminden olabilir. Çünki Ars, maddeli, cihetli, ölçülü seylerin sonudur. Rûh âlemi, cihetli, ölçülü âlemin disindadir. Çünki rûh, [madde degildir] mekânsizdir. Bir yere sigmaz. Rûhun, Arsin disinda oldugunu söylemek, seni sasirtmasin. Rûhu kendinden uzak sanma! Araniz çok açik zan etme! Öyle degildir. Rûh mekânsiz olmakla berâber, onun için her yer birdir. Arsin disinda demekle, baska sey anlatilmakdadir. Oraya varamiyana anlatilamaz.

Tesavvuf büyüklerinden birçogu, rûh makâmina varinca, onu Arsin üstünde buluyorlar. Rûhun tenzîhini [ya'nî, maddelere benzememesini], Allahü teâlânin tenzîhi saniyorlar. Rûh makâminin bilgilerini, ma'rifetlerini, ince, gizli seyler zan ediyorlar. Allahü teâlânin Ars üstünde istivâsini anladik diyorlar. Hâlbuki onlarin gördükleri nûr, rûhun nûrudur. Bu fakîr "kaddesallahü teâlâ sirrehül'azîz"de, bu makâm hâsil olunca, sasirip kalmisdim. Bereket versin, Allahü teâlânin yardimi imdâdima yetiserek, bu tehlükeden kurtarilmisdim. O nûrun, rûhun nûru oldugunu, Allahü teâlânin nûru olmadigini anlamisdim. Bize bu dogru yolu gösteren Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ, bize dogru yolu göstermeseydi biz onu bulamazdik. Rûh, mekânsiz oldugu için, anlasilamiyacak bir mahlûk oldugu için, insani sasirtmakdadir. Dogruyu açiga çikaran Allahü teâlâdir. Dogru yolu gösteren ancak Odur.

Bunlardan birkaçi, Arsin üstündeki rûhun nûru ile nûrlanarak geri dönerler ve onunla Bekâ hâsil ederler. Kendilerini, tesbîh ile tenzîhi birlikde tasiyor sanirlar. Bu nûru kendilerinden ayri bulurlarsa, cem'den sonra fark, ya'nî birlesdikden sonra ayrilmak makâmina kavusduklarini sanirlar. Tesavvufcularin böyle yanilmalari çok olmusdur. Insani böyle yanilmakdan ve korkulu yerlerden koruyan ancak Allahü teâlâdir.

Rûh, bu madde âlemine göre, her ne kadar maddesiz ve anlasilamiyacak ise de, hiç anlasilamiyana göre anlasilir olmakdadir. Sanki bu madde âlemi ile, hiç maddesiz olan mukaddes varlik arasinda bir geçid gibidir. Bunun için, her ikisine de yakinligi vardir. Her iki bakimdan da incelenebilir. Hiçbirseye hiç benzemiyen varlik ise böyle degildir. Maddeli varliklarin, aklin, anlayisin, Ona hiçbir bagliligi yokdur. Bundan dolayi sâlik, rûhun bütün makâmlarini geçmedikce, o isme varamaz. Görülüyor ki, önce göklerin her tabakasini ve Arsi geçmek lâzimdir. Madde âleminden büsbütün çikmalidir. Bundan sonra mekânsiz, maddesiz olan (Âlem-i ervâh) mertebeleri de asilmalidir. Bundan sonra bu isme varilabilir. Fârisî beyt tercemesi:

Efendi, yükseldim, kavusdum saniyor,
Kendini begenmis, yerinde sayiyor.

Allahü teâlâ, mahlûklara benzemekden çok uzakdir. O ötelerin ötesi, dahâ ötesidir. Bu (Âlem-i halk) denilen madde, ölçü âleminin ötesi (Âlem-i emr)dir. Âlem-i emrin ötesi, ismlerin ve sü'ûnlarin zillerinin ve asllarinin topluca ve ayri ayri mertebeleridir. Bu zil ve asl ve mahlûklar ve ilâhî ve toplu ve ayri ayri bütün mertebelerin ötesinde hakîkî matlûbu aramalidir. Böyle aramak ni'metini acabâ kime ihsân ederler? Hangi tâli'liyi bu se'âdetle sereflendirirler? Bu Allahü teâlânin öyle bir ihsânidir ki, diledigine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir. Çok yüksekleri istemelidir. Yolda ele geçenlerle oyalanmamalidir. Bunlarin ötesini aramalidir. Arabî beyt tercemesi:

Sevgiliye kavusmak, ele geçer mi acabâ?
Yüksek daglar ve korkunç tehlükeler var arada!

TENBÎH 2: Sonsuz kavusmak ve devâmli vakt, ancak mutlak Fenâdan sonra, Bekâ-billah ile sereflenen kimseye nasîb olur. Bunun (Ilm-i husûlî)si, (Ilm-i huzûrî)ye dönmüsdür. Bu sözümüzü dahâ açikliyalim: Bir kimsenin, kendi disinda bulunan birseyi bilmesi için, o seyin görüntüsünün zihnde hâsil olmasi lâzimdir. Görüntü hâsil olmaksizin bilmege, (Ilm-i huzûrî) denir. Insan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilir. Çünki kendisi, kendi zihninde vardir. (Ilm-i husûlî)de, bilinen seyin görüntüsü zihnde bulundukca, o sey bilinir. Zihndeki sûret yok olunca, o sey unutulur. Bundan dolayi, ilm-i husûlî devâmli olamaz. Ilm-i huzûrî böyle degildir. Bilinen sey, hiç unutulmaz. Insan kendisini, ilm-i huzûrî ile bilmekdedir. Kendisi zihnde hep var oldugundan, insan kendini hiç unutmaz. Bekâ-billah, ilm-i huzûrî ile olur. Hiç unutulmaz. Bunu yanlis anlamamalidir. Bekâ-billah, kendini Hak bulmakdir sanmamalidir. Tesavvufculardan birkaçi burada yanildi. (Hakk-ul-yakîn)in böyle oldugunu sandi. Öyle degildir. Tâm Fenâdan sonra hâsil olan Bekâ-billahin böyle bilgileri yokdur. Onlarin söyledikleri hakk-ul-yakîn, cezbede hâsil olan Bekâ-billah ile uygundur. Bizim bildirdigimiz Bekâ ise baskadir. Fârisî misra' tercemesi:

Bu serâbi tatmadikca, tadini anliyamazsin!

Görülüyor ki, Bekâ-billah devâmlidir. Burada unutmak hiç olmaz. Bekâ-billah hâsil olmadikca devâm olamaz. Çoklarina ve hele Ebû Bekr-i Siddîkdan gelen yolda olanlara, bu makâma yetismeden önce, devâmli görünür ise de dogrusu, bizim bildigimizdir. Isin içyüzü, bize bildirilen gibidir. Herseyin dogrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herkesin dönüsü Onadir. Geçmisde ve gelecekde her hamd, âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâ içindir. Onun Resûlüne devâmli ve sonsuz düâlar ve selâmlar olsun!